Kant’ta Saf Aklın Bilme Biçimleri
Aslına bakılırsa bütün düşünme faaliyetlerimiz bilmeyle; bilgiyle sonuçlanmak isterler. Buna karşın bütün düşünme faaliyetlerimiz sanmayla da başlar. Kant genel olarak felsefesinin amacını bu üç düşünme biçimiyle ilgili olanın ayrılması üzerine inşa ettiğini düşünebiliriz.
Bu nedenle her düşünme bir sanma olsa da asla bir inanç ya da bilme değildir. Bu bölümde bunların arasındaki farkı göstermeye çalışacağız. Özellikle inanma ile bilme arasında ortaya çıkan farkı dikkatli okumak gereklidir. Çünkü Kant burada metafiziğin en önemli kavramı olan Tanrı’ya yaklaşımımızda oldukça net ayrımlar ortaya koyar. Bu ayrımlar iyi bir biçimde anlaşılırsa önemli ölçüde inanma ile bilme arasındaki sorun da kalkmış olur.
İnanç
İnanç kavramının bir felsefecinin elinde aynı modern bir felsefecinin yaklaşım tarzının bilme imkânlarından hareketle olmasını doğal karşılamamız gerekir. Bu çerçeveden bakıldığında Kant’ın inanma eylemini bilgi olma açısından ele aldığına dikkat etmek gereklidir.
Kant inanmayı öznel açıdan yeterli ama nesnel açıdan yetersiz bir bilme tarzı olarak ortaya koyar. Aslına bakılırsa inanma her türlü insani bilme çabasının başlangıcında olması gereken zorunlu bir durumumuzdur. Buna karşın nesnesine göre inanma eylemi bizim için önemini arttırabilir. Aşağıda daha detaylı bir biçimde inceleyeceğimiz gibi sanılar ya da öyle zannetmelerde söz konusu olan nesne ile imanla ilgili olan inanç nesneleri daha doğrusu varlıklarında içinde bulunduğumuz durumu sahiplenmemiz çok daha farklıdır. Kimse “Tanrı’nın varlığının olduğunu sanıyorum.” gibi bir cümleyi yeterli ve uygun bulmaz. Hatta Tanrı’nın varlığına değil de Tanrı’ya inanıyorum demek inancın daha uygun formunu gösteren bir cümle olarak düşünülebilir. O halde inançla ilgili farklı bir durum söz konusudur.
Kant’ın inanmayı öznel açıdan yeterli ama nesnel açıdan yetersiz bulduğunu yukarıda belirtmiştik. Dikkat edilirse burada inanç bilgi açısından ele alınmaktadır. Bunu normal karşılamak gerekir. Çünkü özellikle Hıristiyanlık dini inançlar manzumesi olma durumunu doktrinel yani öğretisel olmakla sağlamıştır. Bunun anlamı inancın teorik bir biçimde öğretilerek kazanıldığının düşünülmesidir. Dolayısıyla Kant’ın bilgi olma açısından inancı değerlendirmesi de bu doktrinel durumla ilgilidir.
Şu halde Kant inanmayı asla nesnel açıdan yeterli göremeyecektir. Bundan dolayı Kant öznelliğin içinde kalarak inancın pekiştirilmiş bir formunu karşımıza çıkarmak; teklif etmek isteyecektir. Söz konusu öznel durumu ise teorik anlamda değil, pratik yani ahlaki anlamda pekiştirmek mümkün olacaktır. Kant bu bağlamda ahlak yasasından haraketle bir Tanrı inancının öznel anlamda kuvvetli olacağını belirtir. Ona göre bu kuvvetli yeterlilik durumu öznel açıdan varsaymanın zorunlu olma halidir. Öznel açıdan geçerli olan bu durum neticesinde Tanrı’nın varlığına inanma formu O’nun varlığının insana yansıyan boyutunun O’na güvenme olarak şekil kazanmasına neden olur. Böylece Tanrı’ya güvenme Tanrı’dan emin olmaya dönüşür. Dikkat edilirse böyle yüce bir varlığın varolmaklığını kendi açımızdan değerlendirdiğimizde O’nun varlığına, duyulan ihtiyaç açısından daha fazla bir zorunluluk yüklemek zorunda kalırız. Buradaki zorunluluk bir ihtiyaç açısından olduğundan insanı tahakküm altına alan bir yapı sergilemez. Bu nedenle O’na inanmanın zorunluluğu istenildiğinde tercih edilmeyebilir. Buna karşın bundan zararlı çıkan yine bu tercihte bulunan insan olacaktır.
Sanı
Sanmanın ya da zannın bilme açısından en geride durduğunu belirtmeye gerek yok. Sanmak öznelliğin bile yetersiz kaldığı durumu ifade eder. Yukarıda gördüğümüz gibi inanma aynı öznelliği ahlaki açıdan pekiştererek muhkem bir hale getirmekteydi. İşte sanmanın bu imkânı yoktur.
Bunun için sanmak insanın öznel bir bilmeden başladığını ama farklı yollara yani bilme ve inanmaya doğru gittiğini göstermesi açısından önemlidir. Örnek vermek gerekirse, sanmak hem öznel açıdan hem de nesnel açıdan yeterliyse bilme meydana gelir. Bunun gibi sanmak öznel açıdan yeterli ama nesnel açıdan yetersizse burada da inanma söz konusudur.
Sanmanın bu başlangıç noktası olması onun diğer iki sanma biçimlerinden daha masum olduğunu düşündürtür. Bir diğer deyişle inanmanın bilgi formu olma iddiası tehlikeli bir durum oluştururken sanmanın bilgi inanmadan eksik kalması onun üzerine inşa edilebilecek kesin hükümlerin oluşmasına imkân tanımaz. Buna karşın sanmanın her zaman bilmeye ve inandırmaya insan tarafından kaydırılmasına da dikkat etmek gereklidir. Nitekim Kant bu durumda iknanın ortaya çıktığını belirtir. Sanmaya dayalı olarak yapılan iknalar genelde kandırmayı ifade etmesi açısından olumsuzdur.
Bilgi
Bilginin yukarıda sanmayla başlasa da öznel açıdan olduğu gibi nesnel açıdan da yeterli olduğunu belirtmiştik. Nesnel açıdan yeterlilik bir şeyin öyle olduğunu açık ve seçik bir biçimde gösterilmesi ya da bir şeyin kendisinin öyle olduğunu açıkça göstermesi durumunda ortaya çıkar. Bu açıdan bakıldığında nesnellik zorunluluğa dönüşür. İşte tam olarak bu zorunluluk bilginin aranılan bir formudur.
Hatırlarsanız Kant bu bilgisel zorunluluğu sentetik a priori yargılar şeklinde ifade etmekteydi. Öyle olduğunu sanmak ile öyle olduğuna inanmaktan ayrı olarak öyle olduğunu bilmek bir gerçekliğe karşılık gelir. Buna karşın Kant’ın düşünmedeki zorunluluğu kimi zaman gerçekten de öyle olduğu düşünmeye dönüştüğünü iddia ettiğini biliyoruz. Yukarıda transendental diyalektik kısmında akıl denilen yetinin bu türden düşünsel zorunluluktan hareketle bilgi iddiasını ortaya koyduğunu belirtmiştik. İşte Kant zorunluluğun bilgiye dönüşmesi için deneyime dayanmak zorunluluğunu ortaya koymuştur.
Saf Aklın Eleştirisi’nin ve genel olarak Kant’ın felsefesinin inanma ile bilgi arasındaki ilişkide bu ikisinin yapısal olarak farklı olduğunu vurgulamak için yapılan bir felsefe olduğunu iddia etmek aşırı bir yorum olmaz. Örnek vermek gerekirse, Kant’ın felsefesinde sentetik a priori yargılar matematikten hareketle açıklanmaya çalışılır. Kant kendisinden önce gelen bütün düşünce tarihinin bu türden yargıların analitik olma iddiasına karşın sentetik olduğunu iddia eder. Bundan dolayı matematikte bilgi vermesine karşın sanarak işe gördüğünü iddia etmek saçmalıktır. İkiyi iki ile toplamanın dört olduğu sonucuna varmak sanmanın değil, bilmenin işidir. Burada söz konusu sonucun bilgi olmasıysa Kant’ın felsefesinde deneyime aktarılacak şekle gelmesiyle ilgili olacaktır. Bunun için çıkan dört sonucunun deneyim dünyasına ait bir bilgi haline gelmeden önce ayrı bir varlık alanında kendisine ait bir düşünsel zorunluluğa sahip olduğunu söyleyebiliriz.