Platon ve Filozof Kral Anlayışı
Platon’un düzen anlayışının parçalardan oluşan bir yapının uyumlu bütünlüğü olduğu ve bu bütünlüğün diğer parçaların akıl parçasının egemenliğine girmesiyle sağlanabileceği bilinmektedir. Bu genel anlayışın sitedeki karşılığı, filozof kraldır.
Ruhta akıl parçası, evrende Demiourgos ne ise sitede de filozof kral odur. Platon, sitede filozoflar kral ya da krallar filozof olmadıkça ideal düzenin kurulamayacağını düşünmekteydi (Devlet, 499b).
Bu söz “ya güçlüler akıllı olmalı ya da akıllılar güçlü olmalı” şeklinde de yorumlanabilir. O hâlde ideal düzen, güç ile aklın uyumlu birlikteliğiyle mümkündür. Platon, aklın idaresindeki bir sitede her sınıfın kendine has, gerçek hazları elde edip mutlu olacağını savunmaktaydı. Ona göre aklın idare etmediği sitede, cesaret, ölçülülük gibi erdemler bile insanların felaketine yol açabilirler (Devlet, 491b).
Platon’un ünlü “ya filozoflar kral olmalı ya da krallar filozof…” sözü sitede güç ile aklın uyumlu kılınması esasına dayanır.
Filozof kral, siteyi düzenleyip yönetme gücünü, daima varlığın en yüksek hakikati olan idealardan, özellikle de tüm ideaların ötesinde yer alan en yüksek İyi ideasından alır. O hâlde site düzeninin dayandığı ilkeler, akıldan bağımsız, kozmik ve tanrısaldır. Yöneticinin başlıca vasfı doğruya bağlılıktır, gelip geçici olan görünüşlere değil gerçek varlığa erişmektir yani ideaları kavramaktır. İdealara yaklaşınca onunla birleşir ve öz düşünceyi ve doğruyu meydana getirir (Devlet, 490a-b).
Varlığın seyrine dalan insan, gözlerini şunun bunun davranışına çevirmeye, onlarla dalaşmaya, onlara hınç duymaya, acı sözler söylemeye vakit bulamaz. Seyrettiği düzenli varlıkların nasıl birbirine zarar vermeden aklın kanunlarına uyduklarını görür ve elinden geldiğince onlar gibi olmaya çalışır. Bu yolla sadece kendisini düzenlemekle kalmaz, yukarıda gördüğü değerleri insanların iç ve dış düzenlerine de yansıtmak ister (Devlet, 500c-501a).
Filozofun İyi ideasıyla kurduğu ilişki, aynı zamanda evren düzeninin bütünlüğüyle kurduğu temastır. Onun, ideaları birbirleriyle ilişkileri içinde bütünlüklü biçimde kavrayabilme yetisi, bir yandan site düzenini evren düzeninin bütünüyle uyumlu kılarken diğer yandan sitedeki her unsurun yerli yerine oturtulabilmesi için filozofa gerekli bilgi altyapısını sağlar (Devlet, 534b).
Platon’un düzen anlayışı son kertede “her şey düzensiz bir hâldeyken akıl onları düzene soktu” yargısına dayandırılabilir. Ezeli olmayıp sonradan meydana gelmiş olan her şey, düzenini bir aklın düzenleyici etkinliğine borçludur.
Devletin Dümenine Bir Filozof Geçmelidir!
Platon’a göre ideal devleti kuracak ve yönetecek olan, ya bilge kişinin kendisidir ya da bir filozoftur veya yukarıda dediğimiz gibi bilgelerden oluşan bir azınlıktır. Çünkü bir akıl varlığı olan filozof gerçek varlığı bilen ve gerçek varlıktaki evrensel değerleri görebilen tek kişidir. Filozof, aklını kullanarak idealar âlemindeki adalet ideasına vakıf olur ve bu kusursuz adaleti kendi toplumunda uygulamaya çalışır. Ama, yazık ki, başıbozuk devletlerde filozoflar ve bunların uğraş sahası olan felsefe devlet yönetimine layık görülmez.
Platon’un bu konudaki görüşleri bugün bile Batı felsefesinin siyaset alanında kaleme alınmış en büyük eserlerinden sayılan Devlet (Politeia) adlı diyaloğunun 6. Kitabında şöyle özetlenebilir: Herhangi bir şeyi çabucak öğrenmek, öğrenileni unutmamak, olgunluk ve incelik ve en önemlisi her zaman doğrunun, iyinin, güzelin peşinde koşup adaleti gözetmek felsefe eğitiminin kazançlarıdır. Ama bu tür bir eğitim herkesin harcı değildir. Bu tür eğitim alacak kişilerin her şeyden önce güçlü bir kavrayışı, sağlam bir belleği olması gerekir. Aynı zamanda üstün niteliklere sahip, incelikli, doğru, yiğit ve tok gözlü de olmalıdır. İşte bir devlet de ancak bu niteliklere sahip kişilere, yani ancak felsefe eğitimi almış kişilere emanet edilebilir.
Evet, doğrudur, kendisini felsefeye verenler tuhaf insanlar olarak görülebilir. Hiçbir işe yaramaz oldukları da düşünülebilir ve buradan hareketle onların devlet gibi önemli bir yapının başına geçirilmesi gerektiği düşüncesi tepkilere yol açabilir.2 Ama bu tür tepkiler tümüyle yanlış ve saplantılı düşüncelerin ürünüdür. Çünkü bir toplum filozoflarını kullanamıyorsa, suç filozofların değil, toplumundur. İnsani uğraşların en iyisi olan felsefeye bu uğraşın tam tersi uğraşlarla haşır neşir olanların değer vermemesini de aslında yadırgamamak gerekir. Bir gemi düşünelim; bu geminin de hâli vakti yerinde, ama gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen ve üstelik gemicilikten de bihaber bir sahibi olsun. Sonra bu geminin kaptanı olmaya çalışan bir dolu tayfa düşünelim. Kaptanlık sanatını bilmeyen ya da biliyorsa nereden bildiğini söylemeyen, hatta kaptanlık sanatı da neymiş diyen tayfalar olsun bunlar. Hepsinin tek isteği geminin dümenine geçmek.
Bu yüzden geminin sahibine yalvarıp yakarıyorlar, dümeni bana ver diye. Gemi sahibi birine verecek olsa dümeni, bir diğeri onu gemiden apar topar atmaya ya da öldürmeye kadar vardırıyor işi. Onu ilaçlarla, içkilerle uyuşturuyorlar ve gemide ne var ne yoksa çalıp çırpıyorlar. Tıka basa ne buldularsa yiyorlar, kafaları çekiyorlar. Gemiyi de böyle ayyaşlar nasıl yürütürse öyle yürütüyorlar. Bu arada gemi sahibini kandırıp dümeni ele geçiren kimseye de övgüler yağdırmaya başlıyorlar, alkışlıyorlar, “eşşiz kaptan, en büyük gemici,” diye avaz avaz bağırıyorlar. Ama gerçek bir kaptanın hava durumunu, mevsimleri, yıldızları, rüzgârları ve bunlara benzer şekilde bir geminin yürütülmesi için ne gerekiyorsa hepsini bilen kişi olması gerektiğini düşünmüyorlar bile. İşte bir gemide böyle bir karmaşa yaşanıyorsa, o gemide gerçek kaptanın değeri anlaşılmaz.
Ona ancak kaçık, işe yaramaz sıfatları yakıştırılır. Böyle bir gemiye benzeyen devlette filozofların durumu da gerçek kaptanın durumuna benzer. Gerçek kaptan onurludur, asla yalvarıp yakararak geminin başına geçmek istemez. Bilgisi ve görgüsüyle bu işi yapmak ister. Bu yüzden de gidip de bir gemi sahibinin kapısını çalmaz; aksine gemi sahibinin onun kapısını çalması beklenir, çünkü doktor hastanın değil, hasta doktorun kapısını çalar.
Görüldüğü gibi Platon devleti bir gemiye, filozofu da kaptanına benzetirken, aslında içten içe İÖ 5. yüzyıl sonu ila İÖ 4. yüzyıl başlarındaki Yunan toplumunun siyasi yaşamındaki çalkantıları, kararsızlıkları ve tutarsızlıkları sergilemektedir. Toplumunun iyileştirilmesine yönelik fikirlerini sunarken filozofça tutumunun yanı sıra, konuya daha çok bir edebiyatçı, eğitimci, sosyolog, devlet adamı, hatta belki de daha çok bir Atinalı aristokrat edasıyla yaklaşmaktadır.
Platon’un filozof-kral yönetimindeki bir devleti diğer devlet modellerinden üstün tutmasının nedeni, her şeyden önce felsefeye ve filozofa verdiği payede gizlidir. Ona göre en soylu, en adaletli ruh bir filozofun ruhudur; çünkü erdemden en büyük payı alan bu ruhtur. Erdemse (arete), tanrısal olduğu için, en kusursuz ve en mükemmel ruh durumudur. İnsanın hem düşüncelerini hem de davranışlarını incelikli, ahenkli, sağlam ve adil kılar. İnsanın hem kendisiyle hem de başkalarıyla barışık olmasını sağlar. Erdemli ruhun kavrayışı yüksek, cesareti üstün ve kendine hâkimiyeti olağanüstüdür. Erdemli bir ruhta ruhun üç bölümü de birbiriyle bağdaşır, aralarında hiçbir kopukluk yoktur. Akli yan, olması gerektiği gibi bilgelikle, heyecanlarla ilgili yan cesaret ve yiğitlikle, şehvani yan da kendine hâkimiyetle donanımlıdır.
Bilgelik iyi ve kötü olan ile iyi ve kötü olmayanın bilgisidir. Cesaret ya da yiğitlik yasaların emrettiğinden ayrılmayarak kaçınılması ya da kaçınılmaması gereken şeyler hakkında hüküm verebilme ve bu hükme uygun davranabilme yetkinliğidir. Aslında sağduyuyla birebir bağlantılıdır; çünkü kaçınılmaması gereken, yani iyi olanın bilgisi ve kaçınılması gereken, yani kötü olanın bilgisi sağduyunun kendisidir. Görüldüğü gibi cesaret, kör bir cesaret ya da cüretkârlık, kahramanlık gösterisi, gözüpeklik ya da gözükaralık değildir. Kendi kendini kontrol etme ise, arzular ve dürtüler ile yönetici öge, yani akıl arasındaki ilişkideki düzeni kavrayabilme yetisidir. Kısaca bedenin isteklerinin ruhun akli yanıyla dizginlenmesini başarabilmedir. Bu üç yetinin ya da yetkinliğin birbiriyle uyumlu olmasını sağlayansa adaletin kendisidir. Adalet bu üç öğenin kendi işlevlerini uygun şekilde yerine getirmesinde en belirleyici unsurdur. Çünkü adil bir insan gerektiğinde bilge, gerektiğinde cesur ve gerektiğinde kendine hâkim olabilen insandır.
İşte bir filozof, ruhunda bu erdemleri birbirine örmeyi başaran ve mutluluğun, huzurun, refahın mutlak anlamını bilen tek kişidir. Çünkü o, bilgelik çabası anlamına gelen felsefenin eğitimini görmüş kişidir. Felsefe, ruhu bedenden ayırıp hür kılabilme ve onu zihinle kavranılabilene ya da doğru olana döndürme çabasıdır. Felsefeci ise kendisini düşünülebilir olana, yani öz varlığa götürecek olan bütün öğrenim dallarına doğal olarak yatkın bir ruha sahip kişidir. Öz varlık her türlü yanılgıdan, hatadan ve değişimden arınmış olduğundan, felsefecinin de doğasında yanılgıya ya da değişimlere yer yoktur.
Felsefeci hakikate âşık kişidir, bu yüzden yanlışlığa tahammülü yoktur. Doğası ölçülülük üzerine inşa edilmiştir, bu yüzden ruhundaki tüm dürtülere, tutkulara kendini aklıyla kapatmasını bilir. Her şeyden önce tüm benliğini hakikatin öğrenilmesine adadığı ve dolayısıyla tüm arzularını hakikatin bulunduğu yöne çevirdiği için, bedeninden gelebilecek herhangi bir dürtü onun hakikat aşkıyla dolu ruhunu yolundan edemez; bütün duyularını, kendisini yoldan çıkaracak hazlara, zevklere kapamasını kelimenin tam anlamıyla bilir. Felsefecinin zihni hürdür, hem de tanrısal olanı dünyevi olandan ayırt etmesini bilecek kadar hürdür. Ayrıca onda, kendisini hakikate, özgürlüğe ve ölçülülüğe ulaştırabilecek kadar doğal bir adalet duygusu vardır. Her an öğrenmeye yatkındır, hafızası da çok geniştir; öğrendiğini hafızasının derinlerine yerleştirip gerektiğinde hepsini bir anda ortaya çıkarabilecek yetidedir. Ondaki bu doğal armağanlar uygun bir eğitimle buluştuğunda ve bu eğitimin besleyici damarlarından beslendiğinde erdem bakımından mükemmel olur. Ama tam tersi bu doğal yatkınlıklar ihmal edildiğinde, en büyük kötülüklerin de habercisi hâline gelir.
Platon bu noktada filozofu bir sofistten tamamen ayrı bir bakış açısıyla değerlendirdiğini de ortaya koyar. Ona göre sofist, gençlerin kendini kiralamasına izin veren ve soylu olmadığı hâlde soyluymuş gibi görünen kimsedir. Bir filozofun işi varlıkla, varolan şeylerle olduğu hâlde bir sofistin işi varolmayanla, yani hiçlikle ilgilidir. Varolmayan, varolanın her anlamda tam zıttıdır.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı