Martin Luther’in Din ve Kilise Hakkındaki Yorumları
İnsanın tanrı yasalarını ilahi bir sezgiyle kavrayıp izleyebileceği yolundaki Thomasçı “iyimserlik” yerine, insanın “düşüş”le açıklanan öze ilişkin günahkarlığını ve bir bakıma “düzelmezliği”ni öne çıkaran Augustinusçu “kötümserlik”, Luther’in din hakkındaki görüşlerinin hareket noktası olmuştur. Bu doğrultuda, döneminin reformundan çok rönesansı etkilemiş, hümanist düşünürlerince vurgulanan, insanın yetenekleriyle erdemlerini yücelten görüşler Luther’e ters gelmekteydi (Ağaoğulları, 1997).
Erasmus gibi hümanist Rönesans düşünürlerini Luther’in görüşlerinden uzaklaştıran temel noktalardan biri Luther’in insan iradesine ve bu iradenin ürünü olan eyleme değil, insanın ruhsal yanına ve ruhun düzeltilmesi için vazgeçilmez gördüğü imana ağırlık vermesiydi. Nitekim, Erasmus’tan gelen ve insanların zamanlarını ve yeteneklerini böylesi bir labirentte harcamamalarını tercih edeceğini bildiren görüşlere karşı, 1525 yılında Luther “Köle İrade Üzerine” adlı yapıtını yayınlamıştı. Bu yazısında, anti-hümanist ve aşırı Augustinusçu bir insan anlayışını savunan Luther, Erasmus’un görüşlerine şu noktada kesinlikle karşı çıkıyordu: Erasmus’ta insan, kendi akıl yürütme gücüyle, Tanrı’nın insandan beklediği eylem biçimlerinin ne olduğunu kavrayabilir. Luther’e göre ise, aksine, biz hepimiz, bütün insanlar ilk günah nedeniyle, günahkar yaratıklar olduğumuz için tanrı tarafından terkedilmiş bir durumdayız. Dolayısıyla tüm insanlar, bağımlı, lanetli, tutsak, hasta ve ölüdür. Bu nedenle, Tanrı’yı insan aklı ile ölçülebilir, kavranabilir ve bilinebilir bir varlık diye kabul etmek günahkarca bir anlayıştır. İnsanlar, Tanrı’dan o denli uzaktırlar ki, Tanrı’nın neyi isteyip neyi istemediğini bilme umutları bile yoktur (Batur, 1988).
Bu noktada, eğitiminin başlangıcında öğrendiği Ockhamcı nominalizme başvuran Luther’e göre, Tanrı’nın buyruklarına, bize haklı veya akla uygun göründükleri için değil ama sadece ve sadece Tanrı’nın buyrukları olduğu için itaat etmek gerekmektedir. Ancak şimdi de Tanrı’nın buyruklarının ne olduğunu insanın nasıl bileceği sorunu vardır. Bu bağlamda Luther’in Tanrı’ya iki yönlü bir nitelik atfettiğini görmekteyiz. Luther’e göre Tanrı, bir yönüyle, kendisini “kelam”la açığa vurmayı seçmiş olan bir varlıktır. Tanrı’nın ikinci yönü ise, gizli tanrısal varlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Gizli Tanrı’nın iradesi, her alanda vardır, dünya üzerinde olup biten her şeyi düzenlemekte, yönetmekte ve bu anlamda da tüm-erkli bir nitelik taşımaktadır. Bu gizli Tanrı, insanın anlama yetisinin dışında kalmaktadır. Dolayısıyla, Tanrı’nın bu gizli yönünden ancak korkulur ve bu yönüyle Tanrı’ya korkuyla karışık bir saygı içinde tapınılır.
Luther, Tanrı’nın kulları arasında bir ön ayrım yaptığını ve kimi kurtuluşa erdireceğini, kimi ise düzelmez bir biçimde lanetlediğini bildiğini kabul etmektedir. Bir bakıma Tanrı’nın seçilmiş kulları ile Tanrı’nın lanetlenmiş kulları olarak ifade edilebilecek bu ayrım, Luther’i başlangıçta umutsuzluğa ve ruhsal gerilimlere sürüklemiştir. Hangi insanın Tanrı tarafından sonsuza dek lanetlenmiş olduğu, bu önbilginin sadece insanın kavrama yetisini aşan “gizli Tanrı”da bulunması yüzünden belli değildi. Ancak Luther, sonradan korkulu bir saygı ile tapınıldığını belirttiği Tanrı’nın bu ikinci yönüne “iman” etmekle kurtuluşun mümkün olduğunu, çünkü Tanrı’nın iradesinin günahkarı cezalandırmaktan çok kendisine iman edenleri kurtarmak olduğunu fark etmişti. Dolayısıyla, Luther’e göre insanın kurtuluşu, sadece ve sadece imandan geçiyordu. Buna uygun olarak Luther, günahkar bir varlık olarak insanın amacının imana kavuşmak olduğuna inanmaktaydı. (Sabine, 1969).
Bundan sonra varılması beklenen sonuç, artık kolaylıkla tahmin edilebilir. Kilise, Tanrı ile insan arasında aracılık yaparak insanın kurtuluşu için gerekenleri belirleyen bir kurum olarak gereksizdir. Roma Kilisesi ve papa ile olan mücadeleleri sırasında belirginleşen görüşleriyle Luther, yerleşik bir kurum olarak Kilise’nin gereksizliğine inanmış, geliştirdiği teolojik ilkeleriyle de böyle bir aracı kurumun gereksizliğinin temellerini atmıştır. Hatta daha da ileri giderek, en büyük günah kaynaklarından birinin Katolik kilisesi ve papa olduğunu vurgulamıştır. Papa ve Kilise, Luther için, insanın imanla kurtuluşa erişmesinin önünde engeldir. İman, Luther için, sadece İsa aracılığıyla ulaşılabilecek bir şey olduğuna göre, Kilise’nin ve papanın bu imana erişmeyi engellemeleri, papayı İsa aleyhtarı yapmaktadır.
Bu görüşleri esas alındığında, Luther’in sadece Roma Kilisesi’ne değil, inanan insan ile Tanrı arasında aracılık yapmakla yükümlendirilmiş her türlü kuruma karşı çıktığı söylenebilir. Ancak Luther’in Kilise ile ilgili görüşlerinde başvurduğu bir ayrım, bu karşı çıkışı bulanıklaştırmaktadır. Bu da, gerçek kilise ile kurum olan kilise arasında bir ayrım yapmasından kaynaklanmaktadır. Sadece iman edenlerin dinsel birliği anlamında ve görünür bir kurum niteliği taşımayan bir gerçek kiliseden söz etmesi, Luther’in izleyicilerinin Roma Kilisesi’nden ayrı yeni bir örgütlenme kurmalarını engellemiş, belki aksine buna dayanarak yeni bir (Lutherci) kilise örgütlenmesinin temel gerekçesi olmuştur: Gerçek kilise, Katolik Roma Kilisesi değil, Protestan Lutherci Kilise’dir.
Ancak Luther ve izleyicilerinin geliştirmiş oldukları “Lutherci Kilise” bir yana, Roma Kilisesi’ne karşı çıkmış, Luther’in siyasal iktidar sorununa bakışının nasıl olduğu sorusunu da akla getirmektedir. Luther’in Kilise’nin hiçbir biçimde güç sahibi olamayacağını kabul etmesi, mantıksal sonuçları bakımından, Kilise’nin ruhani alanda olduğu kadar, dünyevi alanda da sahip olduğu ya da sahip olduğunu ileri sürdüğü her türlü gücünü yadsımak anlamını taşımaktadır.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı