Felsefe hakkında her şey…

Martin Luther ve Rönesans İlişkisi

08.11.2019
2.557

Geç dönem hümanist, genelde Hıristiyancı hümanizmin temsilcisi olarak görülen Alman rahip ve teolog Luther’dir (1483-1546).

Köylü bir Alman ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Hukuk okumuş ama bazı olaylar nedeniyle rahip olmayı seçmiştir. Hıristiyan dininin kökenden bir reforma gereksinimi olduğu düşüncesi, Luther’in devrimsel nitelikli girişiminde yaşama geçmiş, böylece, Hıristiyan dini içinde yeni bir mezhep ortaya çıkmıştır: Protestanlık. Protestanlığın Fransa’daki uzantısı Calvin’in öncülüğündeki Kalvencilik (Calvinism) olmuştur. Felsefi bakımdan Ockhamlı William’dan çok etkilenmiştir. Ockham bilgi konusunda sıkı biçimde empirik, bir anlamda kuşkucu bir görüş ortaya koymuştur. O, şunu öne sürer: “Bir şeyin varolduğunun bilinmesi olgusundan, bir başka şeyin varolduğu çıkarımlanamaz. Bazı şeylere, başka şeylerin neden olduğunu söylemek, doğal düzenin nedeninin Tanrı olduğunu söylemek için hiçbir kanıt oluşturmaz” (Stumpf, 1994: 209). Ockham bundan Tanrı hakkında hiçbir şey bilmiyoruz sonucunu değil, desteksiz bir akıl Tanrıyı keşfedemez sonucunu çıkardı.

Şu halde Tanrı bilgisi inayetin bir armağanıdır ve bir iman edimi tarafından garantiye alınabilir. Luther St. Augustinus’un yazılarında da bu görüşe etkili bir destek bularak, bu temel üzerinde teolojik yaklaşımını inşa etme yoluna gitti. Augustinus’un yazılarında imanın önemine ilişkin bir başka önemli destek daha buldu: İnsanın özünden günahkârlığı na yol açan kötü hali onun cehaletinden ya da gelişmemiş aklından değil, istencinin ayışığından gelmiştir; bundan dolayı bu kötü halin üstesinden akıl değil, iman gelebilir. Akıl için olanaksız olan bir şey imana uygun olabilir. Ona göre aklı n taşıdığı güçlük, onun her şeyi kendi sınırlı perspektifine indirgeme eğiliminde olan sınırlı insanlığın bir yetisi olmasıdır. Bu özellikle, doğal aklın, doğayı ve Tanrı’nın kapasitelerini anlamak istediğinde doğrudur. Burada insan aklı Tanrının ne olduğunu ve ne yapabileceğini hesaplamaya kalkışınca, Tanrıyı sınırlama yönelimi gösterir. Böylece Luther Tanrıyı anlama yolunda ussal güçlüklere dikkat çekti ve Tanrıya giden yolda imanın zorunluluğuna yer verdi. Dinsel reform girişiminde akla karşı iman tezinden güç alarak savaşımını sürdürdü.

Luther, aklı sınırlı insanın sınırlı bir yetisi olarak görmekte, Tanrı’yı akılla kavramaya çalışmanın onu sınırlandıracağını, bu yüzden imanın akıldan önce geldiğini düşünmekteydi.

Şu halde Hıristiyan yaşamın Lutherci versiyonu hem skolastik teolojinin Ortaçağ sistemine meydan okumak, hem de din adamlarının söylediklerini yaparak bireysel ve toplumsal yetkinliğin kazanılabileceği yolundaki iyimser görüşe prim vermemek anlamına geliyordu. Luther’e göre, doğruluk, özgürlük ve Hıristiyan yaşam için tek şey zorunludur; o da İsa’nın İncilidir. Bunun dışında kilisenin istediği ya da zorladığı öteki kalıplaşmış uygulamaların hiçbirinin değeri yoktur: Bu açıdan, özgürce Tanrıya yönelmek, salt Tanrı’ya iman ederek yaşamak yeterli olacaktır. İnsanın Katolik kilisesinin bir sürü dinsel törenleri yerine, kurtuluş yolunda öncelikle, kişinin kurtulacağına inanması ve bu inancını sürdürerek Tanrıya iman etmesi yeterli olacaktır. Bu görüşleriyle Luther, Tanrı ile kul arasında aracılık yapan din adamları sınıfını, bir başka deyişle kilise örgütünü etkisiz duruma getirmiş oluyordu. Politik düşünceleri de bu teolojik görüşlerine paralellik göstermiştir.

Luther’e göre özgürce Tanrıya yönelmek ve Tanrı’ya iman ederek yaşamak yeterlidir. Bunun için kilise kurumlarına ve kilisenin zorladığı kalıplaşmış uygulamalara gerek yoktur.

Luther’e göre, devlet yönetimi, Tanrı’nın takdiridir; bu nedenle devletin işlevleri barışın korunması amacına yönelik olarak düşünülebilir: İnsanın günahkâr doğasının sebep olduğu isyankârlığı, güçlü bir yöneticiyi zorunlu kılmıştır. Tanrı insanları doğaları gereği otoriteye tabi kılmıştır. Politik yaşamda imana karşılık gelen şey bundan dolayı yetkeye boyun eğme, yani itaat davranışıdır. Birey ne tür bir emir verilirse verilsin yöneticiye itaat eğmelidir: çünkü onun emirleri, barışın ve düzenin korunmasına yöneliktir. Yöneticinin gücü yetersiz ise, halkın merkezileşmesi anarşiye yol açabilir ve böylece dünya kaosa sürüklenebilir. Aslında bu dünyadaki yaşam en önemli olan şey değildir. Önemli olan, ruhun kurtuluşudur. Yani öbür dünyada esenliğe ve mutluluğa kavuşmaktır. Bir yönetici ne yaparsa yapsın ruha zarar veremez, sadece bedene ve mala zarar verebilir. Acı çekmek ruhu yıpratmaz, tersine onu geliştirir. Ama eğer bir yönetici bedene ve mala zarar verirse, elbette ona karşı koymalı ve onunla mücadele edilmelidir. Luther görüldüğü gibi, dünyevi yönetici ve onun yasalarını doğrulayabilmek için, politik görüşlerinde teolojik temele yer vermiştir. Bu açıdan St. Thomas ise şöyle bir saptama yapmış idi. “Bir yönetici eliyle yapılan pozitif bir yasa eğer doğal yasalara aykırı düşüyorsa, o zaman bu yasa yürürlükten kaldırılmalıdır. Çünkü ona itaat edilmesi gerekmez.” Burada doğal yasadan kasıt temellerinin Tanrıda olduğu düşünülen temel hak ve özgürlüklerdir. Görülüyor ki her iki düşünür de teolojik temellerden hareket etmekle birlikte, her birinin toplum düzeni bakımından inananlardan beklentileri çok farklı olmuştur. Bu dönemde ilk kez Machiavelli, hukuk yasalarını laik temellerden hareketle açıklama yolu tutmuştur.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...