John Locke’un Liberal Devlet Anlayışı
Hobbes’un mutlakçılığı karşısında İngiliz filozof John Locke’un liberal anlayışını buluruz. Locke Yönetim (Hükümet) Üzerine İkinci İnceleme adlı yapıtında devletin kökeni ve meşruluğu sorunlarına değinir. Locke da Hobbes gibi egemenlik hakkını insanların aralarında yapacakları bir sözleşmeye dayandırır. Bu yüzden de devleti yapay bir kurum olarak görür. Dolayısıyla devletin kökenini açıklamak için bir doğa durumu varsayımından hareket eder.
Siyasal yetke olan devletin ne olduğunu açıklamak için doğa durumundan hareket eden Locke’a göre doğa durumu bir özgürlük durumudur. Ama özgürlük Hobbes’un ileri sürdüğü gibi daha baştan bir savaş durumu değildir. John Locke’a göre devletin kökeni bireylerin özgür ve eşit oldukları doğa durumundan çıkmak için yapılmış bir sözleşmedir.
“Siyasal iktidarı doğru anlamak ve onu kökeninden türetmek için, bütün insanların nasıl bir doğa durumunda olduklarını düşünmeliyiz. Bu durum, insanların doğa yasası sınırları dahilinde, izin istemeksizin ve başka herhangi birinin isteğine bağlı olmaksızın, eylemlerini düzenlemeye ve mülkleriyle kişilikleri üzerinde uygun olduğunu düşündükleri biçimde tasarrufta bulunmaya yarayan yetkin bir özgürlük durumudur” (Locke 2004, s. 5).
Locke doğa durumunu bir özgürlük ve eşitlik durumu olarak tasarlar. Doğa durumu doğal hukukun, doğa yasalarının egemen olduğu durumdur. Doğal hukuk açısından herkes eşit ve özgürdür. Doğal hukuka göre hiç kimse başka bir kimsenin canına, malına ve özgürlüğüne zarar veremez. Doğa durumunda doğal hukuka aykırı davranarak doğa yasasına karşı gelen birini diğer insanların cezalandırma hakkı yine doğal hukuktan gelen bir haktır.
Doğa durumunda her insan suç işleyenleri, yani doğal hukuka karşı gelenleri cezalandırma hakkını elinde tutar. Devlet durumunda olduğu gibi doğa durumunda da işlenen suç cezalandırılabilir. Devlet durumunda suçu cezalandırmak için nasıl pozitif hukuk varsa doğa durumunda da doğal hukuk vardır. Ayrıca doğa yasalarına uyma zorunluluğu devlet durumunda da devam eder. Doğa yasaları her zaman tüm yasa koyucular ve bütün insanlar için başlangıcı ve sonu olmayan kurallardır. Başka bir deyişle, yasa koyucular yurttaşlar için yasa koyuyorlarsa bu yasalar aynı zamanda hem doğa yasalarına uygun olmalı hem de bu yasaları yapanların kendilerini de bağlamalıdır. “Doğanın anayasası insan soyunun korunmasını öngördüğünden, o anayasaya aykırı hiçbir insan kararı geçerli olamaz”.
Locke’a göre uygar toplumu oluşturmak üzere insanların bir araya gelmelerinin amacı da mülkiyetin korunmasıdır. Mülkiyet hem yaşam hakkını hem özgürlük hakkını hem de mülk edinme hakkını kapsar. Locke insanın doğa durumunda özgür olduğu, kendi kendisinin efendisi olduğu ve hiç kimseye bağımlı olmadığı hâlde niçin bu egemenlik ve özgürlük hakkından vazgeçtiğini ve başka bir gücün egemenliği altına girdiğini sorar. Bu sorunun yanıtı, doğa durumunda insanın her ne kadar her şeye hakları olsa da bu haklarından yararlanabileceğinin kesin olmamasıdır. Bu hak başkaları tarafından sürekli saldırıya uğrayabilir.
Doğa durumu her an bir savaş durumuna dönüşebilir. İnsanları sürekli korku dolu ve sürekli tehlike içinde oldukları bu durumdan çıkmaya zorlayan işte budur. Locke’a göre insanların bir toplum oluşturma peşinde olmaları, yaşamlarını, özgürlüklerini ve mallarını korumak amacıyla bir bütün oluşturmak üzere bir araya gelmeleri boşuna değildir. Locke burada sözü geçen yaşam, özgürlük ve malların hepsini sahip olunanlar, yani mülkiyetin nesneleri olarak belirler. İnsanlar bu sahip olduklarını, mülkiyet haklarını korumak üzere bir topluluk hâlinde birleşerek uygar toplumu oluştururlar.
John Locke’a göre doğa yasaları konulmuş olan pozitif yasaların da, bu yasaları koyanların da üstündedir ve yasa koyucular içinde olmak üzere bütün insanlar için bağlayıcıdırlar.
İnsanların doğa durumundaki özgürlüklerinden vazgeçerek bir gücün egemenliği altına girme nedeni sahip olduklarını koruma isteğidir.
Uygar topluma geçişin ikinci bir nedeni de doğa durumunda doğa yasalarını uygulayacak tarafsız bir yargıcın bulunmamasıdır. Çünkü doğa durumunda herkes yargıçtır, herkes doğa yasasına uymayanlara ceza verme hakkına sahiptir. İnsan taraşı olduğundan, kendi çıkarları zarar gördüğünde tutkuları ve öç alma isteği ona aşırılıklar yaptırabilir ve bu da adaletsizliğe yol açar.
Uygar topluma geçişin üçüncü nedeni ise doğa durumunda verilmiş bir yargıyı destekleyip uygulayabilecek bir makam yoktur. Bu da uğradığı haksızlıktan dolayı suç işlemiş olana ceza vermeye kalkışan insan için tehlikeli ve öldürücü olabilir. İşte bütün bunlardan dolayı doğa durumunun tüm iyiliklerine karşın insanlar bu durumda kalmayı arzu etmezler ve isteyerek toplum biçiminde yaşamaya yönelirler. “Hem toplumların hem yönetimlerin hem de yasama ve yürütme erkinin hukukunun başlangıcı işte budur”.
Locke’a göre toplum durumuna geçilince insanın kendisini ve başkalarını korumak için uygun gördüğü her şeyi yapma yetkisinden, bu yetki, toplum yasalarıyla kullanılsın diye vazgeçilir. Bu yüzden toplum yasaları insanın doğa durumunda sahip olduğu özgürlüğü birçok bakımdan kısıtlar. Bununla birlikte bir topluma girenler doğa durumunda sahip oldukları özgürlük ve gücü, yasama yetkisinin bunları toplumun iyiliği uğrunda kendisinin uygun bulduğu biçimde kullanabilmesi için toplumun ellerine teslim ederler. Bu amaçla kurulmuş toplum ve ortaya çıkmış egemen güç, yasama yetkisini kamu yararının istediği sınırların ötesinde kullanamaz.
Bu yetki toplumun bütününün yararı uğruna kullanılmalıdır. Bu yüzden de bir topluluğun yasama yetkisini ya da egemen gücü elinde tutan her kim olursa olsun, yönetimi aklına estiği gibi keyfi olarak değil, halk tarafından tanınan yasalara göre yürütmek ve uyuşmazlıkları bu yasalara göre çözecek yargıçlar atamak zorundadır. Topluluğun kolluk güçlerini de yalnızca bu yasaları uygulatmakta kullanmak zorundadır. Bütün bunları yaparken de yurttaşlardan oluşan toplumun güvenliğinden ve iyiliğinden başka bir şey düşünemez.
Locke’un siyaset görüşünde bir başka önemli nokta da kendinden öncekilerin hep övdüğü bir yönetim biçimi olan monarşinin eleştirisidir. Locke’a göre mutlak monarşi uygar toplumla bağdaşmaz ve uygar bir yönetim biçimi olarak görülmemelidir. Locke’a göre kimse onu yargılamayacağı için yasalara bağlı olmayan bir hükümdar doğa durumunda kalmış demektir. Uygar toplumun amacı doğa durumundaki sakıncaları gidermektir. Bu sakıncalar da her insanın kendi davası söz konusu olduğunda yargıç olması özgürlüğünden doğmaktadır. Oysa toplum durumunda insanların kendi davalarında başvuracağı yetkeler vardır.
Toplum durumunda bu yetkelere boyun eğmek durumundadırlar. Oysa uyrukları toplum durumunda olduğu hâlde bütün gücü tek başına elinde tutan hükümdarın üzerinde bir yetke olmayacağı için bu hükümdarın kendisi toplum durumunda değil, doğa durumunda kalmıştır. Ayrıca insanlar tek kişinin yönetimi altındayken onun uyruğu, hatta kölesi durumundadırlar. Böyle bir güç karşısında insanlar haklarını yasalara dayanarak dahi savunamazlar. Locke’a göre böyle bölünmemiş mutlak bir egemen gücün insan soyunu yücelttiğini savunan varsa ne bu kişinin tarihe bakması yeterlidir.
Locke’a göre egemen güç yasama yetkisini bütün toplumun iyiliği uğruna yasalara uygun bir biçimde kullanmak zorundadır. Yasama yetkisini elinde bulunduran güç bu yetkiyi keyfi olarak kullanamaz.
Locke’un toplumun kuruluşunu dayandırdığı mülkiyet hakkı ise en temel insan hakkıdır. Mülkiyet hakkı insanı doğanın sunduğu nimetleri emeğiyle edinmeye yönelten doğa yasasına dayanmaktadır. Her kadar tüm insanların doğanın bütün sundukları üzerinde hakkı varsa da her insan kendi varlığı üzerinde özel bir hakka sahiptir ve bu hak üzerinde kimse bir şey iddia edemez. İnsanın “Bedeninin emeği ve elleriyle ürettiği her şey onun kendi malıdır”. İnsanın çabası ve emeğiyle doğa durumundan sağladığı her şey ona aittir. Bu çaba ve emek yalnız onun olduğu için bu çaba ve emek aracılığıyla edinilenin üzerinde kimse bir hak ileri süremez.
Locke’un burada verdiği örnek şöyledir: Söz gelişi ormandaki ağaçların meyveleriyle beslenen bir adam, böyle yapmakla onların sahibi olmuş olur. Bu durumda karnını doyurduğu o şeylerin yasa gereği ona ait olmadığı söylenemez. Locke burada şunu sorar: “Yediği bu şeyler ne zaman onun sırf kendisine ait olmaya başlar?” Locke’a göre bunun yanıtı ne sindirdiği zaman ne yediği zaman ne de pişirdiği ya da topladığı zamandır. Bu sorunun yanıtı onları toplama çabasından başka bir şey değildir. Onun bu yiyecekleri toplama çabası ve emeği dışında hiçbir şey o yiyecekleri onun malı kılamaz. İnsanın bu yiyecekleri toplarken harcadığı emek, bu yiyecekleri ortak mal olan diğerlerinden ayırır. Bu yüzden Locke insanın emeğini insanın mülkiyet hakkının temeli olarak görür ve bu hak da doğa yasasına dayanır.
Locke’a göre yasaların üzerinde olan mutlak monarşi uygar toplumla bağdaşabilecek bir yönetim biçimi değildir.
“Pınardan akan su ayrı ayrı her bir kişiye ait olmasına rağmen, testideki suyun, sadece suyu testiyle çekip çıkaranın olduğundan kim kuşku duyabilir? Emek, suyu, eskiden müşterek ve eşit biçimde çocuklarına ait olduğu doğanın ellerinden alarak çıkarmış ve böylece emekçi suyu kendisine edinmiştir” (Locke 2004, s. 28).
Derleyen: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 3. Sınıf “Çağdaş Felsefe Tarihi” Dersi Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı