İslâm Felsefesinin Kapsamı ve İslâm Medeniyetindeki Diğer Entelektüel Geleneklerle İlişkisi
İslâm felsefesinin kapsamı ve İslâm medeniyetindeki diğer disiplinlerle ilişkisi sorununu tarihî olguya atıfla incelemenin en iyi yolu, “İslâm felsefesi”nin fâilleri konumundaki “İslâm filozofları”nın kendi faaliyetlerini nasıl anlamlandırdıklarına, bir başka ifadeyle, hakkında konuştuğumuz dönem açısından felsefe ve filozofun ne tür içerimlerinin bulunduğuna değinmek olacaktır.
Bu konuda, temsil gücü yüksek bir isim olarak İbn Sînâ’nın (ö. 428/1037) felsefe tasavvuru üzerinde durmak yerinde olacaktır. İbn Sînâ gibi velud bir filozofun nasıl bir felsefe anlayışına sahip olduğunu tespit etmek için ise eserleri arasında bir seçme yapmak gereklidir ve bu bağlamda onun Risâle fî aksâmi’l-ulûmi’l-akliyye, Uyûnu’l-hikme ve eş-Şifâ isimli eserlerinde ortaya koyduğu felsefe tanımları, genel bir fikir edinebilmek için şimdilik yeterli görünmektedir:
“Felsefe (hikmet), bir akıl yürütme (nazar) disiplinidir ve insan bu disiplinden [şu iki alana dair] [derinlikli] bir bilgi elde etme (tahsîl) noktasında istifade eder: [i] Tüm varlığın (vücûd), özü itibariyle (bi-nefsihî) nasıl bir hal üzere bulunduğu ve [ii] ne tür fiillerde bulunması gerektiği. Bu sayede insan nefsi değer kazanır, yetkinleşir ve var olan âleme benzeyen akledilir (ma‘kūl) bir âlem haline gelir. Ayrıca [bu sayede] âhiretteki en büyük mutluluğa da hazırlanmış olur. [İnsanın söz konusu amaçlar için gerçekleştirdiği bu çaba] ise insanın gücü ölçüsündedir.”
“Felsefe (hikmet), insan nefsinin, gücü ölçüsünde, var olanlara (umûr) dair kavramsal bilgiye ulaşmak (tasavvur) ve teorik (nazarî) ve pratik (amelî) hakikatlere dair yargılarda bulunmak (tasdîk) suretiyle yetkinleşmeye çalışmasıdır.”
“Felsefenin (el-felsefe) amacı, insanın vâkıf olabileceği oranda tüm var olanların (eşyâ) hakikatlerine vâkıf olmasıdır.”
İbn Sînâ’nın bu tanımlarda “İslâm felsefesi” veya benzeri bir tabir yerine “felsefe veya hikmet” olarak nitemesini bir kenara bırakırsak, üç tanımda da dikkat çekici diğer bir husus, felsefenin konusunun, varlık veya var olanlar şeklinde belirlenmiş olmasıdır. İkinci tanımda varlık veya var olanların hakikatlerini elde etmenin yöntemi olarak tasavvur ve tasdik kavramlarıyla Aristotelesçi mantığaişaret edilmektedir ki, İbn Sînâ’nın pek çok eserinde belirttiği üzere tasavvurun merkezini “tanım (hadd)” oluştururken, tasdîkin odağında ise kesin, genel-geçer ve felsefî/aklî/bilimsel bilgiye tekâbül eden “burhanî kıyas” yer almaktadır.
Her üç tanımın da devamında İbn Sînâ, felsefeye dair geleneksel “teorik” ve “pratik” ayırımını yapmak suretiyle, filozofun ilgi sahasına giren var olanları tasnif etmektedir. Buna göre teorik felsefe, bizden bağımsız olarak var olan ve bizim bilgimize konu olan varlık sahasına tekâbül ederken, pratik felsefe eylemlerimiz sonucunda varlık kazanan ve bizim bilgimizden ziyade eylemlerimize konu olan varlıkları incelemektedir. Bu tasniflerin ayrıntılarını görmek için, İbn Sînâ’nın özel olarak bu konuyu ele aldığı Risâle fî aksâmi’l-ulûmi’l-akliyye’sine müracaat etmek yerinde olacaktır:
Felsefî veya Aklî İlimler
- Âlet ilmi = Mantık
a. Îsâgûcî = Mantığa Giriş (el-medhal)
b. Kategoriler (makūlât)
c. Yorum Üzerine (ibâre)
d. Birinci Analitikler (kıyâs)
e. İkinci Analitikler (burhân)
f. Topikler (cedel)
g. Sofistik deliller (safsata)
h. Retorik (hatâbe)
i. Poetika (şiir) - Teorik (nazarî) ilimler
A. Fizik veya Tabiat İlimleri (el-ilmü’t-tabî‘î)
1. Temel (aslî) ilimler
a. Fizik (el-kiyân, [es-semâ‘u’t-tabî‘î])
b. Gökyüzü ve âlem (es-semâ ve’l-âlem)
c. Oluş ve Bozuluş (el-kevn ve’l-fesâd)
d. Etkiler ve Edilgiler (el-ef‘âl ve’l-infi‘âlât)
e. Mineroloji (el-ma‘âdin)
f. Meteoroloji (el-âsârü’l-ulviyye)
g. Botanik (en-nebât)
h. Zooloi (el-hayevân)
i. Psikoloji (en-nefs, el-hiss ve’l-mahsûs)2. Yan (fer‘î) ilimler
a. Tıp
b. Astroloji (ahkâmü’n-nücûm)
c. Feraset (firâset)
d. Rüya tabiri (et-ta‘bîr)
e. Tılsım (et-tılsımât)
f. Nîrenciyât
g. Kimya = SimyB. Matematik İlimler (el-ilmü’r-riyâzî)
1. Temel ve yan ilimler
a. Aritmetik (el-aded)
i. Hint aritmetiği (el-hindî)
ii. Cebir (el-cebr)
b. Geometri (el-hendese)
i. Yer ölçümü (el-mesâha)
ii. Mekanik (el-hiyelü’l-müteharrike ve cerru’l-eskâl)
iii. Ölçü bilimleri ve âletleri (el-evzân ve’l-mevâzîn ve âlâtü’l-cüz’iyye)
iv. Optik (el-menâzır)
v. Su mühendisliği (naklü’l-miyâh)
c. Astronomi (el-hey’e)
i. Astronomi cetvelleri ve takvimler (ez-zîcât ve et-tekâvîm)
d. Mûsikî (el-mûsîkâ)
i. Garip mûsikî âletlerinin yapım ve kullanımı (ittihâzü’l-âlâti’l garîbeti’l-acîbe)C. Metafizik (el-ilmü’l-ilâhî)
1. Temel İlimler
a. Ontolojinin temel kavramları (el-me‘ânî’l-âmme)
b. Tikel ilimlerin ilkeleri (el-usûl ve’l-mebâdî)
c. Teoloji (isbâtü’l-Hakki’l-evvel ve tevhîdühû)
d. Ruhanî cevherler = Melekbilim (isbâtü’l-cevâhiri’l-üveli’r-rûhaniyye)
e. Gaye, nizam ve hikmet öğretisi = Teleoloji2. Yan ilimler
1. Peygamberlik öğretisi (keyfiyyetü nüzûli’l-vahy)
2. Öte dünya öğretisi = Eskatoloji (el-me‘âd)3.Pratik (amelî) ilimler
A. Ahlâk (el-ahlâk)
B. Ev yönetimi (tedbîrü’l-menzil)
C. Siyaset ([tedbîrü’l-medîne])
1. Yönetim/yönetici (el-mülk veya el-melik)
2. Peygamberlik ve şeriat (en-nübüvve ve’ş-şerî‘a)
Felsefenin günümüzdeki sınırsız hali ve çoğu zaman herhangi bir nitelik olmaksızın düşünce ile özdeşleştirilmesiyle kıyaslandığında, İbn Sînâ’nın felsefe tanımlarının ve tasnifinin gerek yöntem gerekse muhteva itibariyle oldukça belirgin sınırlar çizdiğini söylemek gerekmektedir.
Söz konusu sınırlar, İslâm felsefesinin klasik dönemi olarak atıfta bulunulan VIII-XIII. yüzyıllarda felsefeyi diğer disiplinlerden ayırt etme noktasında da oldukça işlevsel bir mahiyet arz etmektedir. Bu haliyle, bugün “pozitif bilim” olarak atıfta bulunduğumuz alanları da bünyesinde barındıran felsefenin konularının, İslâm medeniyetinde gelişen kelâm, tasavvuf, fıkıh usulü ve belağat disiplinleriyle kimi zaman kesiştiği ve felsefe ile bu disiplinler arasında ayrıntıları hâlâ araştırılmayı bekleyen ciddi bir etkileşimin söz konusu olduğu gerçekse de felsefenin kendine has yöntemi ve literatürü dolayısıyla filozofların klasik dönem açısından her zaman ayrı bir zümre oluşturduğu ve kelâm, tasavvuf, fıkıh usulü ve belağat gibi disiplinlerin felsefe kapsamında değerlendirilmediğini belirtmek gerekmektedir.
Bu noktada özellikle başındaki “İslâm” kaydı dolayısıyla, İslâm medeniyetindeki felsefî faaliyetin sıklıkla kelâm ile özdeşleştirilmesi sebebiyle bu iki disiplin arasındaki farklılığa ve bu bağlamda din-felsefe ilişkisine biraz daha yakından bakmak yerinde olacaktır.
İslâm medeniyetinin kozmopolityapısı içinde müslüman filozofların öncülük ve belirleyiciliğinde gelişen “İslâm felsefesi”nin din ile felsefe ilişkisine dair ima ettiği anlamlar da onun, tarihî vâkıya mutabık olarak anlaşılması noktasında özel bir önemi hâizdir. Öncelikle, modern zamanlarda olduğu gibi, din ile felsefe arasında, hangisinin hakikati ifade ettiği yönünde bir problemin İslâm felsefesi geleneği açısından esaslı bir yere sahip bulunmadığı ifade edilmelidir.
Dinin bütün hayatı ve düşünce etkinliklerini belirlediği bir zaman diliminde gelişen İslâm felsefesi geleneği, bünyesinde barındırdığı farklı dinlere mensup filozoflarla birlikte, böyle bir atmosferde nasıl felsefe yapılabileceğinin tarihteki en eşsiz örneklerini ortaya koymuştur. Her ne kadar İslâm filozofları, mütekellimûn (kelâmcılar) gibi “İslâm’ın felsefesi”ni (veya diğer din mensupları açısından kendi dinlerinin “felsefesi”ni) yapmak gibi bir gayeyle hareket etmemişlerse de onlar, yoğunluk derecesi filozoftan filozofa değişse de genel olarak kendi felsefî sistemleriyle dinî hakikatler arasında ilişki kurma noktasında özel bir hassasiyet göstermişlerdir.
Ancak onların bu hassasiyeti, yine mütekellimûnun (kelâmcıların) yaptığı gibi savunmacı bir tarzda ve doğrudan doğruya dinî nasları anlamaya, açıklamaya ve görünüşteki çelişkileri giderme şeklinde de kendini açığa vurmamıştır. Bu bağlamda monoteist bir çerçevede gelişen İslâm felsefesi geleneği içinde, tevhid, peygamberlik (nübüvvet) ve âhiret (me‘âd) gibi özellikle İslâm dini açısından ayrı bir önemi hâiz konular, felsefenin evrensel ve teorik dili aracılığıyla ele alınmıştır. Tevhid meselesini, Tanrı-âlem ilişkisi bağlamında metafizik bir problem olarak inceleyen filozoflar, din olgusunu ise bilgi felsefesi ve önermeler mantığı çerçevesinde peygamberlik açısından tartışmışlardır.
Bilgi felsefesi açısından filozoflar, peygamberin herhangi bir felsefî eğitim almamasına rağmen akledilirleri nasıl elde edebildiği sorusunu Aristoteles’in De Anima’da ortaya koyduğu problem bağlamında ele almış, önermeler mantığı açısından ise peygamberlerin akledilirlerin bilgisini kime ve nasıl aktardığı ve bunu yaparken ne tür önermeler kullandığı (burhanî, cedelî, sofistik, retorik veya şiirsel) sorusunu yine Aristoteles’in Organon’da çizdiği çerçeveden hareketle cevaplamaya çalışmışlardır.
Günümüzde tüm “İslâm felsefesi” geleneğini, din-felsefe ilişkisi problemine indirgeyen veya “İslâm felsefesi”ni sadece bir teolojiolarak gören yaklaşımların arka planında da bu konudaki yanlış değerlendirmelerin etkili olduğu görülmektedir. Bu tür yaklaşımlar bir yandan XIX. yüzyılın ikinci yarısında belirgin ve hâkim hale gelmeye başlayan ve İslâm felsefesini sadece din-felsefe ilişkisine hasretmeye çalışan oryantalist söylemden beslenirken, diğer yandan da İslâm felsefesini, özü itibariyle kilise babaları tarafından hıristiyan dogmalarını aklî olarak izah etmek üzere gerçekleştirilen Ortaçağ Latin dünyasındaki felsefî faaliyetle eşdeğer görme eğilimindedirler. İslâm felsefesine dair bu tür değerlendirmelerin en azından iki temel noktada yanılgıya düştüğü söylenebilir.
Birincisi, İslâm medeniyetinde felsefenin din adamları tarafından dinin hizmetinde kullanıldığına yönelik telakkidir. Halbuki İslâm dini bir “din adamı” sınıfı ön görmediği gibi İslâm medeniyetinde de her zaman için felâsife ile mütekellimûn iki ayrı sınıfı oluşturmuşlardır. Diğer yandan, aynı zamanda meşhur bir Mâlikî fakihi olan İbn Rüşd (ö. 595/1198) dışında İslâm filozoflarının neredeyse hiçbirinin dinî/İslâmî ilimlerle “profesyonel” olarak ilgilenen ulemâzümresine dâhil olmadığı da unutulmamalıdır.
Kelâm adına ortaya konan çalışmalar ciddi felsefî içerimlere sahip olsa da hareket noktaları açısından felâsife ile mütekellimûn arasında kökten farklılıklar bulunmaktadır. Mütekellimûninanç esaslarını aklî yollarla ispat edip desteklemeyi kendisine amaç edinirken, felâsife, yukarıda da ifade edildiği üzere, var olanların hakikatine aklî/mantıkî yollarla vâkıf olmayı hedeflemektedir. Felâsifenin bu amacı gerçekleştirmek üzere gerçekleştirdiği felsefî faaliyeti, çoğu zaman bir olgu olarak dini de kapsasa da onların öncelikli amacı, doğrudan doğruya dinî inançları ispatlamak olmamıştır.
Kelâmın belli bir dönemden sonra savunmacı karakterinden nispeten sıyrılarak ve felsefenin de etkisiyle bir tür “metafiziğe” dönüşmesi, kelâm ile felsefe arasındaki sınırların kimi zaman -en azından metafizik disiplini açısından- belirsizleşmesine yol açmış görünse de, kelâm ile felsefenin farklı hareket noktalarına sahip olmaları ve felsefenin sadece “metafizik”ten ibaret bir araştırma sahası olmaması sebebiyle bu iki disiplini birbirlerine indirgemek mümkün değildir.
İslâm felsefesinin değerlendirilmesinde düşülen ikinci yanılgı ise İslâm medeniyetinde felsefenin temel ilgisini din ile felsefeyi uzlaştırma çabasının oluşturduğu yönündeki telakkidir. Ortaçağ Latin felsefesi açısından son derece merkezî bir konuma sahip olan bu konunun İslâm felsefesi geleneği açısından o derecede önemli bir yerinin olduğunu söylemek hayli zordur. İslâm felsefesi geleneği her şeyden önce teoloji değil, felsefedir ve modern öncesi zamanlarda felsefenin kapsamına giren tüm varlık alanları (bugün “pozitif bilim” olarak adlandırdığımız alan da dâhil olmak üzere) bu gelenek içinde bütün boyutlarıyla ele alınmıştır. Bu çerçevede, “İslâm felsefesi” tabirindeki “İslâm”ın, “İslâm’ın inanç ilkelerini aklî yoldan izah etmek” anlamında “İslâm’ın felsefesi veya İslâmî felsefe” ile özdeşleştirilemeyeceği rahatlıkla söylenebilir.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM