Felsefe hakkında her şey…

İbni Haldun’un Siyaset Felsefesi ve Devlet Anlayışı

10.05.2020
4.645

Orta Çağ İslam düşünürlerinin en önemlilerinden biri İbn Haldun’dur. 1332-1406 yılları arasında yaşayan İbn Haldun Tunus’ta doğmuştur.

Gözleme dayanan ampirik (görgül) bir zemine oturttuğu çalışmalarıyla, 19. yüzyılda doğacak sosyolojinin habercileri arasında sayılır. Tanınmış sosyal antropolog Ernest Gellner, İbn Haldun’un fikirlerini açıklarken onu “sosyologların en tarafsızı” olarak tanımlar ve ekler: İbn Haldun “durumu olduğu gibi anlatır, düzeltmek için bir reçete önermez. Yalnızca durumu inceler.”

En meşhur eseri Mukaddime’dir. Kuzey Afrika’daki kısa ömürlü küçük devletlerin gelişme ve çöküş dönemlerine şahit olan İbn Haldun, gözlemlerini Mukaddime’sine aktarmıştır. Mukaddime, 7 ciltlik dünya tarihi Kitab ül-İber (İbretler Kitabı)’in giriş kitabı olarak yazılmıştır. İbn Haldun bu eseriyle Kâtip Çelebi ve Naîmâ gibi birçok Osmanlı tarihçisini etkilemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş ve çöküş dönemleri pek çok defa onun teorileriyle analiz edilmiştir. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedilmiş ve eserleri büyük ilgi çekmiştir.

İbn Haldun’a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddime’nin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peş peşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Bu görüşleriyle İbn Haldun, modern historiografiye (bilimsel tarih yazımı) çok yaklaşan kuramsal-yöntemsel bir tutum sergilemiştir.

Peki, toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir? Kuzey Afrikalı düşünüre göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn Haldun, kendinden önceki düşünürlerin eserlerini taramış ve böyle bir bilimin oluşturulmamış olduğunu, oluşturulmuşsa da kendisinin buna ulaşamadığını belirtmiştir.

İbn Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu belirttiği bu ilme “Ümran İlmi” adını vermiştir. Böylece bir taraftan bilimsel tarihçiliğin, diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır. İbn Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bu kavimlerin idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat, göçler ve nüfus hareketleri; devletlerin kuruluşu, kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim; bilim, sanat, ticaret; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi”.

İbn Haldun’un tarih yazıcılığı açısından önemi, ilk kez somut tarihsel olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmesidir. Orta Çağ İslam düşünürü, nedenselliği tarihe uygulayarak, diğer bir deyişle olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmıştır. Ona göre, tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek ancak böylelikle mümkün olabilmektedir.

İbn Haldun, dinamik bir toplum anlayışına sahiptir. Toplumların sürekli bir değişim ve çatışma içinde olduklarını ileri sürer. Devleti de toplumsal bir olay gibi değerlendirir ve inceler. Toplumun kökeni, insanın toplumsal bir varlık olmasına dayanır. Bir arada yaşama zorunluluğu, diğer bir ifadeyle toplum olma durumu, dayanışma ihtiyacından doğmuştur. İnsanlar, doğal zorluklarla baş edebilmek için bir arada (toplum olarak) yaşamak zorundadırlar. Toplumlar arasındaki farklar ise coğrafi şartlar ve iklim koşullarından kaynaklanmaktadır.

İbn Haldun toplumları iki ayrı tipe ayırmıştır: göçebe toplumlar ve yerleşik toplumlar. Sosyal dinamik, diğer bir deyişle toplumsal değişme, bu iki toplum tipi arasındaki diyalektik çatışmadan kaynaklanmaktadır. Yerleşik toplumlar zamanla gevşer ve yozlaşır. Bu toplumlarda yaşayan insanlar zevk ve rahata düşkün hâle gelirler. Göçebeler ise daha savaşçıdırlar ve aralarındaki bağ (asabiye) daha kuvvetlidir. Zamanla zenginleşen ve güç kazanan göçebe toplumlar, yerleşik uygarlıklar kurarlar ya da yerleşik uygarlıkları yıkarak yerlerine geçerler.

Göçebe toplumlarda düzeni yaratan sosyal ilişki/bağ veya İbn Haldun’un ifadesiyle “asabiye”, aynı zümreye mensup olmanın yarattığı dayanışmadan doğar. Bu bağ önce kabiledeki akrabalık ilişkilerinden doğar. Kabile geliştikçe, içine farklı soylar dâhil olunca, asabiye dar anlamda bir akrabalık bağı olmaktan çıkar, geniş anlamda bir kavim ve kabile bağı hâlini alır. Göçebe toplumlarda düzenin kurulmasında, asabiye bağının yanı sıra şeflerin otoritesinin payı da vardır. Şefle kabile üyeleri arasındaki bağ, kendiliğinden doğan ve örfi kurallarla desteklenen bir bağdır. Devlet örgütüne sahip yerleşik toplumların tersine, göçebe toplumlarda şefin emrinde askeri bir güç bulunmaz.

Toplumun yerleşik bir düzene geçişiyle birlikte devlet doğar. Yerleşik uygarlık sürecine geçişle kabileler (soylar) birbiriyle kaynaşır/karışır ve nüfus artar. Ayrıca toplumda servet birikimi ortaya çıkar. Bu yeni durumda, düzeni sağlamak için asabiye artık yeterli değildir. Merkezi bir baskı ve kontrol aracına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere siyasi iktidar (devlet) doğar.

İbn Haldun’a göre devlet, birbirleriyle rekabet ve mücadele hâlindeki kabilelerden birinin diğerlerine üstün gelmesi ve onlar üzerine üstünlük kurmasıyla başlar. Devlet toplumdan farklı bir kategoridir. Toplum, insanların birbirlerine yardım etmeleri zorunluluğundan doğmuştur. Devlet fikri ise, insanı hemcinslerinin saldırı ve zulmüne karşı koruma gereğinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar diğer hemcinslerinin tecavüzünden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devletin ortaya çıkışı sosyal bir olaydır ve tıpkı toplum gibi, bir zorunluluktan ileri gelmektedir.

İbn Haldun’a göre kabile dayanışmasına dayanılarak kurulan hanedan devletinde hükümdar bir müddet sonra kendi kabilesinin (aile ve soyunun) mensuplarına güvenemez olur. Bunların yerine dışarıdan derlenmiş, kendine bağlı bir askeri güç sağlar. Bu usule devşirme denir. Bu sistem, uzun süre Osmanlı Devleti tarafından da uygulanmıştır. Askeri ve sivil bürokrasinin önemli bir bölümü, gayrimüslim tebaadan çocuk yaşta devşirilen kişilerden oluşturulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda devşirmeler, devletin çok yüksek makamlarına (sadrazamlığa kadar) yükselebilmişlerdir.

İbn Haldun, yerleşik yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp belli kurallara uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtulabilmek için devletin belli bir siyaset izlemesi gerektiğini ileri sürer. Yerleşik toplumların yönetiminde üç çeşit siyasetin uygulandığını gözlemlemiştir:

  1. Aklî Siyaset: Devletin, insanların akıl yoluyla bulup uyguladıkları siyasetle yönetilmesidir. Bu siyasetin iki farklı tezahürü söz konusu olabilir: Kamu çıkarını ön plana alan bir siyaset olabileceği gibi, hükümdarın çıkarlarına hizmet eden bir siyaset de olabilir.
  2. Medeni Siyaset: Filozofların sözünü ettiği ideal siyasettir. Otoriteye gerek olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklinde tanımlanabilir. Eflatun’un bahsettiği “ideal site” veya İslam düşünür Farabi (872-950)’nin sözünü ettiği “erdemli şehir” buna bir örnektir. Bu tür bir siyasetin gerçekleşebilmesi için insanların erdemli ve olgun olmaları gerekmektedir. Kendi kendilerini denetleyebilen faziletli insanların yönetimde olduğu bu tür bir siyasetin pratikte gerçekleşebilmesi uzak bir ihtimaldir. İbn Haldun, Farabi’nin Medinetü’l- Fazıla (Erdemli Şehir) adlı eserinden bahsederken, toplumsal gerçekliğin böyle bir devleti mümkün kılamayacağını belirterek “medeni siyaset” düşüncesini açıkça eleştirir.
  3. Dini Siyaset: Devletin, Allah’ın elçileri vasıtasıyla bildirdiği yasalar çerçevesinde yönetilmesidir. Dini kurallar, sadece bireylerin değil, devletin izlemesi gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra halifeler tarafından yürütülmüş olan bu siyaset, İbn Haldun’a göre hem bu dünya hem de ahiret için en doğru siyaset biçimidir.

Medeni siyaseti tamamen hayali bir düşünce olarak değerlendirip devre dışı bırakan İbn Haldun, akli ve dini siyaset türlerini karşılaştırır ve dini siyasetin akli siyasetten üstün olduğunu ifade eder.

İbn Haldun’un bu tespitleri, onun gözlemci yönünü ortaya koymaktadır. Devleti meydana getiren neden veya zorunlulukları, sosyal olaylarla açıklama eğiliminde olan bu İslam düşünürü, Mukaddime adlı eserinde devletlerin ve medeniyetlerin Arap-Müslüman dünyasında geçtikleri aşamaları döngüsel bir şekilde tasvir eder. İbn Haldun’a göre bir hükümdarlığın geçtiği beş aşama vardır: Birinci aşama hükümdarın halkı ile birlikte hareket ettiği, zafer kazanılan ve devlet kurulan evredir; ikinci aşamada olası rakipler ortadan kaldırılır ve iktidar sağlamlaştırılır; üçüncü aşama feragat ve rahatlık çağıdır, hem yöneten hem de yönetilenler bolluk içindedir, hükümdarlar tek başlarına kendi düşünceleriyle iş görür; dördüncü evrede hükümdar seleflerinin yolundan giderek onların kazanımlarını korumaya çalışır ve barışı korur; beşinci ve son aşama ise israf ve saçıp dağıtma çağıdır, hükümdar kendinden önceki kazanımları kendi zevkleri uğruna dağıtır, hükümdarlığa katkısı olanları görevden uzaklaştırır, ordu teşkilatı bozulur ve nihayet devlet tedavisi mümkün olmayan hastalığa tutulur ve yıkılır.

İbn Haldun’un kuruluş, ilerleme, doruk noktası, çöküş ve yok olma şeklinde birbirini takip eden aşamalarla tanımladığı bir devletin hayatı, insan hayatı ile çok büyük benzerlikler taşımaktadır. Zaten kendisi de bir devletin doğal ömrü ile herhangi bir insanınki arasında benzerlik kurar ve devlet ömrünün çoğunlukla üç insan neslinin yaşadığı süreyi, yani yaklaşık 120 yılı geçmeyeceğini belirtir. Devleti kuran ilk nesildir; ikinci nesil bolluk ve refah içinde yaşar ve yerleşik hayata alışır, ancak daha sonraki süreçte zaferler kesintiye uğrar; refah içinde yaşamaya alışan üçüncü kuşak ise devletlerini koruyamazlar ve devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, nihayet herhangi bir kuvvet saldırdığı takdirde devleti koruyacak ve karşı koyacak kuvvet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır. Ancak, İbn Haldun her ne kadar bir medeniyetin gelişim süreci ile bir canlının biyolojik döngüsü arasında karşılaştırmaya gitse de hükümdarlık için çöküş, doğal ölüm anlamına gelmemektedir. Söz konusu hükümdarlık, kendisini fetheden başka bir toplumun egemenliğine geçmektedir. Fethi gerçekleştiren yeni toplum ise yeni bir devletin temellerini atar ve yeni bir döngü başlar.

İbn Haldun’un yaşadığı döneme kadarki tarihsel süreci analiz ederek oluşturduğu yaklaşımın, Osmanlı düşünürleri arasında da yankı bulduğunu yukarıda belirtmiştik. Naîmâ örneğinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu durumu anlamlandırmada bu yaklaşıma başvurulmuştur. Naîmâ (1655-1716) bir devletin hayatında beş aşama öngörür: Kuruluş dönemini iktidarın sağlamlaştırıldığı dönem takip eder, üçüncü aşamada huzur ve rahatlık hâkimdir, daha sonra bolluk ve aşırılıklar dönemi gelir ve nihayet çözülme dönemi ile hükümranlık yıkılır. Bu dönemlendirmeye göre 1683 yılındaki ikinci Viyana kuşatması ile Osmanlı İmparatorluğu dördüncü aşamaya, yani aşırılıklar dönemine girmiştir.

Naîmâ’nın bu yaklaşımında İbn Haldun’un izleri açık bir şekilde görülür, ancak, bu benzerliğe rağmen temel bir farklılık vardır. İmparatorluğun askerî başarısızlıklar ve toprak kayıpları yaşadığı dönemden itibaren yapılan analizler her ne kadar İbn Haldun’unkiler ile paralellikler sunsa da, Osmanlı devlet adamlarının yaklaşımlarını belirleyen siyasal sistemdeki dengeyi ve bu dengeden hareketle toplumsal uyumu koruma amaçlarıdır. Diğer bir ifadeyle amaç, sadece sorunları tespit etmek değil, aynı zamanda iktisadî, siyasî ve toplumsal sorunlara çözüm önerileri getirmektir. İbn Haldun’un döngüsel şemasından hareket eden, fakat bu şemayı Osmanlı İmparatorluğu’na uygulamaya çalışan devlet adamları, devletin “sağlığını” kaybetmemesi ya da yeniden kazanması için birtakım öneriler sunmuşlardır. Oysa İbn Haldun için imparatorlukların yıkılması sürecin doğasında vardır, yani yıkılma bir kaza değil kaçınılmaz bir sondur. Nitekim Fransız jeopolitika uzmanı Yves Lacoste, İbn Haldun’dan hareketle şu açıklamaları yapmaktadır: “Canlı organizma, yaratılışından itibaren ölümün mikroplarını içinde barındırır. Hayatın kaçınılmaz gelişimi, ölümün kaçınılmaz gelişimine yol açar. İmparatorluklar için de aynı durum geçerlidir.”

İşte, Osmanlı devlet adamlarının değiştirmek istedikleri bu “kaçınılmaz son” fikridir. Bir anlamda hastalığı teşhis edip buna bir çare bulmak isterler, yani amaç İbn Haldun’un öngördüğü son aşamayı yaşamamaktır ve bu açıdan da İbn Haldun’un analizinden farklılaşırlar.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...