Hükûmet Etme Sanatı Olarak Siyaset
Siyasetle ilgili belki de en eski ve en yaygın yaklaşım, Bismarck’ın söylediği rivayet edilen şu sözde dile getirilmektedir: “Siyaset bir bilim değil, bir sanattır.”
Alman Şansölyesi’nin aklında bu sanat “yukarıdakilerin”, “aşağıdakileri” yönetmek için giriştikleri eylemleri içermektedir. Bu yaklaşımı, Hükümdar adlı eserinde siyasi liderlerin kurnazlığı, zalimliği ve manipülasyonu gibi unsurları ön plana çıkararak realist bir siyaset anlayışı geliştirme konusunda köşe başı sayılan Machiavelli’ye kadar götürmek mümkündür.
Bu, siyaseti temel olarak devlet ve otoritenin kullanımı ile bir kabul eden bir yaklaşımdır. Buna göre siyaset, devlet iktidarını ve otoriteyi elinde tutanların toplumdan gelen taleplere çeşitli şekillerde cevap verme, bu talepleri yönetme sanatıdır. David Easton’ın klasik ifadesi bu yaklaşımın en kısa özeti gibidir: “Siyaset, toplumdaki değerlerin otorite aracılığıyla paylaştırılmasıdır.”
Easton bu sözüyle, siyaseti devletin toplumdan gelen baskı ve taleplere yanıt olarak çıkar, ödül ve cezalar dağıtması olarak ortaya koymaktadır. Böylelikle siyasetin temel özelliği, toplum içerisindeki uzlaşma, işbirliği ve çatışma pratikleri bir girdi olarak ele almasıdır. Siyaset, bu girdilere makul ve etkin cevapların, yani çıktıların oluşturulması sürecidir. Dolayısıyla siyaset devletin yönetsel kademelerinde veya bunlarla ilgili kurumlar arasında geçen bir faaliyete indirgenir. Bu anlamda siyaset salt devletin ve otoritenin kullanımı ve bu kullanımı gerçekleştiren aktörlerin (partiler, devlet adamları vs.) karşılıklı ilişkileri ile ilgili bir süreçtir.
Bunun çok dar bir siyaset tanımlaması olduğu söylenebilir. Özellikle modern toplumlarda siyasetin, salt devlet otoritesin kullananlarla sınırlanamayacak çokça yönü olduğunu hatırlamak gerekir. Bu anlayış uyarınca iş çevreleri, kitle örgütleri, eğitim kurumları, aile gibi toplumsal hayatı oluşturan birçok odak siyasetin dışında tutulmaktadır ki –birazdan ele alınacağı üzere- siyasete dair güncel yaklaşımlar tam da bu dinamiklerin siyasal karakterlerine dikkat çekme eğilimindedirler. Üstelik ulus-devletlerin otoritelerinin giderek sorgulandığı, küresel şirketler gibi kurumların ciddi iktidar sahibi kuruluşlar olarak dünya sahnesine çıktığı bir dünyada, siyaseti sadece devlet otoritesini kullanan özne ve kurumlar üzerinden açıklamak son derece yetersiz bir yaklaşım hâline gelmiştir.
Üstelik bu yaklaşımın siyaseti olumsuzlayan ve giderek popülerleşen anti-siyaset yaklaşımı ile de belirli bir ilişkisi olduğunun altını çizmek lazım. Siyasetçileri kendi kişisel çıkar ve ihtiraslarının peşinde koşan ikiyüzlüler olarak ele almaya yatkın bu güncel popüler yaklaşım da siyaseti, devlet adamlarının, çıkar partilerinin arasında geçen bir kayıkçı kavgası olarak anlamaktadır. İngiliz siyasetçisi ve tarihçisi Lord Acton’un “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır” sözüyle anılagelen siyasete dair bu olumsuz yaklaşım, siyasetin gözden düşmesi noktasında önemli bir rol oynamıştır.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım