Hegel’in din anlayışı ve Hegel’de din felsefesi
Mutlak tin kendisini sanat, din ve felsefe olarak açımladığına göre, Hegel’in felsefi sisteminde dinin en azından felsefi bir bakışla ele alınması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu konuda birkaç yorumcu aslında Hegel felsefesinin ateistik (tanrıtanımazcı) nitelikli olduğunu öne sürmüştür, ama pek çoğu ya teistik ya da panteistik olduğunu öne sürmektedirler.
Kuşkusuz Hegel’in yazılarında, hatta mantıkta bile dinsel ifadeler çokça yer almaktadır. Nasıl sıkı bir şekilde sanatı dinle benzeştirdiği ve nasıl sık sık devleti dini etiketlerle yaftaladığı açıkça gösterilebilir bir olgudur. Bunun yanı sıra Tinin Fenomenolojisi başlıklı başyapıtı belli bir haklılık derecesinde ateistik terimlerle yorumlanabilmektedir. Ne var ki bazı eleştirmenlere göre Hegel’in olgun dönem felsefesini bu şekilde yorumlamak eldeki veriyi çok fazlasıyla zorlamaktan başka bir şey olmamaktadır. Çünkü sistemde din, sanat ve felsefenin yanı sıra mutlak tinin bir formudur; bu nedenle tinin en üst düzeyden bir anlatımı olmaktadır (Kuşkusuz Hegel’in bu yaklaşımı tartışmaya açıktır).
Hegel aslında mutlak Tin başlığı altında felsefe ile dini de birbirleriyle çok iç içe olarak ele almıştır. Hegel’e göre din mutlak’ı betimler ya da resmeder, buna karşılık felsefe onu kavrar ya da düşünür. Aynı doğruluk, birinde yarı imgesel bir form içinde ötekisinde ise kavramsal form içinde anlatılır.
Mutlak tin kendi bilincine ulaşma sürecinde, sanat alanına en yakın olan bilinçli yaşam alanı dindir ve yine din ya da dinsel bilinç sanata göre felsefi bilince ulaşmada çok daha kolayca bir ara basamak görevi görebilecek yapıdadır. Çünkü din, mutlak tinin, Hegel’in deyimiyle ‘Vorstellung’ biçimindeki öz-belirimi ile ilişkilidir. Vorstellung (tasarım) imgesel ya da resimsel düşünme demektir. Bu düşünme tarzı ise dinsel bilince özgüdür. Dinsel bilinç mutlakı bu tarzda düşünür ve bu düşünme biçimiyle estetik bilinçten ayrılır. Öte yandan bu düşünme biçimi felsefi düşünüşü niteleyen kavramsal düşünceden de ayrılır. Dinsel bilince özgü düşünme bir bakıma imgelerle örtülü olan bir düşünme biçimidir; imgelem ve düşünce arasındaki bir tür etkileşimin ürünüdür, bir Vorstellung (tasarım) felsefecinin salt kavramı değildir, ama imgesel ya da resimsel bir kavramdır.
Örneğin, mutlak tinin doğada nesnelleşmiş olduğu gerçeği, dinsel bilinç açısından dünyanın aşkın bir tanrı tarafından özgürce yaratılışının imgesel ya da resimsel bir tasarımını ortaya koyar. Yine insan tininin, sonsuz tinin yaşamında bir moment olduğu gerçeği, bedenselleşme ve insanın İsa yoluyla tanrı ile birleşmesi biçiminde imgelenir ya da tasarımlanır. Hegel için gerçeklerin içeriği aynıdır, ama anlam ve anlatma biçimleri dinde ve felsefede ayrılır. Her biri gerçekliği farklı yollarda anlar ve betimler.
Hegel bu bağlamda tanrının varoluşunu kanıtlamaya gereksinim duymaz. Çünkü tanrı varlıktır; Varlığın doğası ise mantıkta ya da soyut metafizikte tanıtlanır (ve zaten sistemin akışı gereği tanıtlanmıştır). Şu hâlde gerçek bir din felsefesi tanrının varoluşunu tanıtlamaktan çok, dinsel bilinç ile ve bunun tanrıyı ayrımsama yolu ya da yolları ile ilgilenir.
Buna göre dinsel bilinç üç ana momentten ya da evreden geçmiştir. Birincisi tümellik evresidir. Tanrı ayrımlaşmamış, tümel olarak ve sonsuz olarak biricik gerçekliktir. İkincisi tikellik evresidir. Bu aşamada tanrıyı düşünmekle, kendim ile O, sonlu ile sonsuz arasına ayrım getirmiş olurum. Böylece tanrı karşımda duran bir nesne olur ve bu şekilde ona yabancılaşmış olurum. Bu dini açıdan bir günahkâr olduğum bilincini de kapsar. Üçüncü evre bireysellik evresidir. Tikelin tümele, sonlunun sonsuza geri dönüşünü imler, böylece ayrılma ve yabancılaşma aşılmış olur. Dini açıdan bu tapınma yoluyla gerçekleşir. Şu hâlde, zihin salt soyut tanrı düşüncesinden, kendisinin ve tanrının ayrı varlıklar olduğunu ayrımsamasına ve oradan da kendisini tanrı ile yeniden bir olarak bilmeye doğru devinir. Hegel’e göre bu devinim dinsel bilincin özsel devinim çizgisidir. Bu üç evre ideanın üç temel evresine de karşılık gelir. Ancak din sadece soyut olarak din değildir, çeşitli olgusal dinler biçimini alarak kendi gelişimini izler. Bu gelişimi din felsefesi verecektir hiç kuşkusuz. Buna göre dünya üzerindeki ilk din tipi doğa dini olarak karşımıza çıkar. Bu da üç evreye bölünür: İlki büyü dinidir. İkincisi, Çin ve Hint dinleri grubudur. Üçüncüsü, İran, Suriye ve Mısır dinleri olarak belirginleşirler.
Diyalektiğin ikinci momenti olarak Hegel’e göre karşımıza tinsel bireysellik dinleri çıkmaktadır. Buradaki kaçınılmaz üçlü ise Yahudi, Yunan ve Roma dinleridir. Bunlar sırasıyla, yücelik, güzellik ve yararlılık amaçlarına yöneliktir. Bu evrede tanrısal, insansal olanla karşı karşıya ve ondan ayrı olarak düşünülür. Örneğin Yahudi dininde tanrı aşkın yücelik olarak insanın ve dünyanın üzerinde yükselir, Yunan dininde tanrı mutlak güzel ve iyiyi temsil eder. Roma dininde ise Jüpiter’in görevi devleti, egemenliği korumaktır. Bu dinlerde genelde insan ile tanrı arasında bir uzlaşma düşüncesi vardır.
Dinlerin gelişmesindeki üçüncü evrede ise Hıristiyanlık bulunur. Bu dinde tanrı aşkın değil, içkindir ama yine de sonsuz tindir ve insan tanrı- insandan (İsa’dan) alınan onay ile tanrı ile birleşmiş olarak düşünülür. Bu yüzden Hıristiyan dini tanrıyı ayrımlaşmış bir birlik olarak değil, kutsal kişiler üçlüsü olarak görür. Bu noktada Hegel’in Hıristiyan dininin felsefesine kaydığını söylemek acaba abartılı olur mu? Bu sorunun yanıtını anlayabilmek için biraz da din ve felsefe arasındaki ilişkiye göz atmak gerekli gibi görünmektedir.
Din ve Felsefe Arasındaki İlişki
Hegel’e göre din ve felsefe aynı sonsuz gerçekliğin, yani tanrının kendini açmasının farklı yollarıdır. Buradaki durum Vorstellungtan, yani imgesel düşünmeden kavramsal düşünmeye dönüşüm sorunudur. Kavramsal düşünme olumsallık içeren imgesel düşünmeden, mantıksal ardışıklık içinde düşünme biçimine geçişi anlatır: “Böylece olabilirdi, olmayabilirdi anlamında olumsal bir olay olarak yaratış kavramı, bu tanrıbilimsel kavram felsefede Logosun zorunlu olarak doğada nesnelleşmesi öğretisi olur.” (Copleston, 2000: 94). Buradaki nesnelleşme şöyle ya da böyle olmaya zorlanma değil de ne ise o olması nedeniyledir. Böylece felsefe dinsel düşüncenin imgesel ya da resimsel ögesini kesip atar ve aynı gerçeği salt kavramsal olarak anlatır. Her ikisi de tanrıyı ele alırlar ve bu açıdan Hegel’e göre her ikisi de dindirler. Hegel burada din terimini sadece dinsel deneyimi inancı ve kültü değil tanrıbilimi (teolojiyi) de içine alacak biçimde kullanır. O zaman felsefe sadece tanrıbilim ise dinin öteki yanlarına ters düşer denebilir. Hegel bunu kabul etmez: ona göre Hıristiyanlığın özü bilgidir, o kendi inancını anlamaya çabalar. Spekülatif felsefe ise bu girişimin bir sürdürülmesidir.
Hıristiyanlık mutlak dindir ve mutlak idealizm mutlak felsefedir. Kavrayış ve anlatım biçimleri farklı bile olsa her ikisinin de gerçeklikleri aynıdır. Bundan mutlak idealizmin Hıristiyanlığı ortadan kaldırdığı söylenemez. Çünkü insan sadece salt düşünce değildir, sadece felsefeci de değildir. Ayrıca dinsel bilinç için Hıristiyan tanrıbilim gerçeğin eksiksiz anlatımıdır. Bundan sonra Hegel, kutsal üçleme, düşüş ve bedenselleşme gibi öğretilerin felsefi tanıtlarını verme işine girişir, ama onları salt kavramsal düşünme biçiminde anlatmayı bitirince, bunlar Kilisenin en doğru ve uygun anlatım iddiasıyla öne sürdüğü şeylerden çok farklı bir şey olup çıkarlar. Hegel, burada spekülatif felsefeyi Hıristiyan vahyin içkin anlamı bakımından yargılayıcı bir otorite olarak kullanır. Bu şekilde Hıristiyan tanrıbilim sürekli olarak direttiği tüm gizemliliğinden soyularak felsefi bir açıklamaya boyun eğmiş olur. Eğer Hegel katıksız bir filozof ise bunun böyle olmasından başka türlü bir şey zaten olmamalıydı.
Kaynak: MODERN FELSEFE, s. 106-108, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2409 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1397