Felsefe hakkında her şey…

Çoğunluğun Diktatörlüğü ve Temsilde Adalet Sorunu

13.11.2019
1.403

Demokrasi, insanın toplumdaki özgürlüğünü bir yandan güvence altına alıp bir yandan da herkesin hak ve özgürlüklerini birbirininkiyle kısıtlar. Bu kısıtlamalar, herkesin hak ve özgürlüğünü eşit biçimde ve aynı ölçülerde güvence altına almak gerekçesi üzerinden meşrulaştırılır.

Ne var ki demokrasinin araçları ile iş başına gelmiş hükümetler, bazı durumlarda hak ve özgürlükte eşitlik gözetmeyerek çoğunluğun tercihi ile karara varma yoluna başvururlar. Böylesi bir durum, daha önce de dile getirdiğimiz gibi, toplumda azınlık konumunda olan ve alınacak karardan yakın ya da uzak bir gelecekte olumsuz etkilenme olasılığı bulunan bireyleri hoşnutsuzluğa sürükleyecektir. Söz konusu olumsuzluğu David Miller’ın gündeme getirdiği şu soru, tam tersi bir yönden formüle edilmiş görünse bile, oldukça açık ve net biçimde ifade eder: “Eğer siyasi kararların, bu kararların sonuçlarından dolaysızca etkilenecek bireylerin bir tercihini yansıtmasını istiyorsak, küçük ve toplumu hemen hemen hiç temsil etmeyen bir azınlık yerine, insanların tümüne kulak vermek durumunda değil miyiz?” (Miller 2003, s. 44).

Kuşkusuz, toplumun tümünün geleceğini ilgilendiren bir konuda toplumun tümünün görüşünü almak gereklidir, fakat toplumda aynı konuda birbirinin karşıtı görüşlere sahip grupların oluşmuş olması söz konusuysa demokrasi, yalnızca çoğunluğun savunduğu görüşün hayata geçmesinden mi ibaret olmalıdır? Böyle bir soruya ‘evet’ yanıtı verdiğimizde, demokrasiyi çoğunluğun diktatörlüğü biçiminde formüle etmiş oluruz. Fakat bu elbette istenen bir durum değildir ve siyaset felsefecileri, demokrasinin bu olumsuz yönünün nasıl düzeltilebileceği üzerinde kafa yormuşlardır.

Çoğunluğun isteği, toplumun tümünün geleceğini ilgilendiren her durumda gerçekleşmeli midir? Bu soruya olumlu yanıt vermek, “Demokrasi toplumun çoğunluğuna, azınlık üzerinde belirleyici olma ya da diktatörlük uygulama olanağı tanır” savını ileri sürmekle aynı anlama gelir.

Demokrasinin çoğunluğun mutlak bir egemenliği biçiminde anlaşılmasına karşı çıkan düşünürlerden biri John Stuart Mill’dir. Mill, On Liberty (Özgürlük Üzerine) adlı yapıtında, bir insanın kendini ilgilendiren ve sonuçları yalnızca kendini bağlayacak olan her konuda özgür hareket edebilmesi gerektiğini, buna karşılık, başkaları adına hareket etmekte, sonuçları başkalarını bağlayan edimlerde -hele hele başkalarının amaçlarının kendi amaçlarıyla aynı olduğu veya birebir örtüştüğü varsayımına dayanıyorsa- aynı ölçüde özgürlüğe sahip olmaması gerektiğini vurgulamıştır (Mill 1966, s. 128). Mill’in işaret ettiği bu gereklilik, çoğunluğun belirli bir yönde görüş bildirirken azınlık adına, fakat söz konusu azınlık grubun haklarını çiğnercesine eylemde bulunduğu durumda da geçerlidir. Kısacası, belirli bir görüşü toplumda savunanlar sayıca ne kadar fazla olurlarsa olsunlar, kendileriyle aynı görüşü savunmayan insanları ve tercihlerini göz önüne almak zorundadırlar (a.y.).

17. yüzyıl sonlarında Locke ve 19. yüzyıl ortalarında Mill’in açtığı bu özgürlük anlayışı yolundan yürüyen İngiliz liberalleri, 20. yüzyılın başlarında, çoğulculuk diye adlandırılan bir görüş geliştirmişlerdir: Temel olarak azınlıkların ya da azınlıkta kalmış etnik toplulukların haklarının, yalnızca sayısal çoğunluk olmak bakımından kendilerine göre daha güçlü grup ya da gruplar karşısında korunması gerektiğini savunan çoğulculuk (pluralism), iktidarın da olabildiğince çok toplum katmanına yayılması gerektiğini vurgulamıştır (Güçlü vd. 2008, s. 320). Bu toplum katmanları, dinsel, ekonomik sınıflardan, meslek ve eğitim kurumlarına, sivil toplum örgütlerine kadar pek çok unsuru içerecek biçimde anlaşılır ve iktidarın bu katmanlara yayılmaması durumunda, tek elden yönetimden doğan sorunların ortadan kalkmayacağı öne sürülür (a.y.).

Çoğulculuk, tek elden yönetime bağlı olarak ortaya çıkan sorunların üstesinden gelebilmek için, iktidarın olabildiğince tüm toplum katmanlarına yaygınlaştırılmasını ve azınlık haklarının çoğunluğa karşı korunması gerektiğini savunan bir siyaset felsefesi görüşüdür.

David Miller, çoğunluk ve azınlığın belirli bir konudaki görüş ayrılığında, söz konusu görüş ayrılığına neden olan sorunun kendilerini etkileyip etkilemeyeceği ya da ne ölçüde etkileyeceği konusunda belirli bir bilince ve bakış açısına sahip olmamalarına karşın, yalnızca sayısal bakımdan çoğunluğu oluşturan grubun tercihinin hayata geçmesi konusunda eleştirel bir tutum takınır. Ona göre, belirli bir konuda-söz gelimi tilki avının yasaklanması ya da yasaklanmaması konusunda yalnızca iki görüşü tercih edenlerin sayısının ve birbirine oranının değil, konuyla ilgililerin tercihinin ne kadar güçlü olduğunun da göz önüne alınmasını savunur (Miller 2003, s. 44-45). Aslında Miller’ın verdiği örnek durum, liberal özgürlük anlayışı üzerinden kendini meşrulaştıran kapitalizmin, özellikle ekonomik çıkarlarla bağlantılı konularda, toplumdaki azınlık-çoğunluk dengelerinin ‘lobi’ etkinlikleriyle değişmesi için zemin oluşturmaya yöneliktir ve bu yönüyle de, azınlık-çoğunluk haklarından çok daha karmaşık bir sürece göndermede bulunur: Bu süreçte, bireylere, çıkarları doğrultusunda gruplar oluşturarak öncelikle ilgisiz çoğunluğu konuyla ilgili kılma, sonrasında da kendi gruplarının çıkarları doğrultusunda propaganda yaparak taraftar kazanma olanağı doğar ve böylesi bir durumda, hangi grubun çıkarını ne kadar iyi ve temellendirilebilir ölçütlerle savunduğundan çok, hangi grubun maddi olanaklarının daha geniş olduğu sorusunun yanıtı, çoğunluğun kararı hakkında bir fikir sahibi olmamızı kolaylaştırır (a.y., s. 45). Dolayısıyla, yalnızca sayısal çoğunluk, özellikle de ekonomik çıkar gruplarının kendi çıkarlarının sürdürülebilirliği için çalışmaları söz konusu olduğunda, herhangi bir yaptırım gücüne sahip olmayabilir.

Çoğunluk diktatörlüğü, yalnızca ekonomik çıkar gruplarının rekabeti bağlamında değil, temsilde adalet sorunu bağlamında da karşımıza çıkar. Günümüzde demokrasi ile yönetilen toplumlarda, seçim sistemini daha çok çoğunluğun tercihlerini yansıtan biçimde kuran ve uygulayan toplumlarda, azınlık hakları açısından ciddi sorunlar bulunduğu öne sürülebilir. Özellikle seçilebilme yeterliliğinin belirli bir yüzdelik dilim barajını aşmaya bağlı olduğu ve bu yüzdelik dilimin altında kaldığı için toplumun belirli kesimlerinin siyasi tercihlerinin milletvekili seçimlerinde meclise yansımaması, seçimlerin meşruluğu sorununu da beraberinde getirmektedir. Üstelik, seçim barajı olarak belirlenen oranın altında kalan partiler ya da milletvekilleri yerine, aynı bölgede seçime katılmış fakat tercih edilen parti ve adayının aldığı oranda oy toplayamamış bir milletvekili adayının, yalnızca barajı aşmış bir partiden aday gösterildiği için, halkın tercih ettiği ve en yüksek oyu verdiği aday yerine meclise girebilmesi, temsilde adalet sorununu daha da derinleştirmektedir. Böylesi bir seçim sisteminin uygulanması durumunda, toplam seçmen sayısının yalnızca %30’u-%40’ı arasında oy alan bir partinin, meclisteki toplam milletvekili sayısının yarısından fazlasını elde ederek iktidara gelmesi hangi gerekçelerle meşru gösterilebilir; başka türlü söylersek, böyle bir iktidar, toplumun çoğunluğunu temsil ettiği savını hangi gerekçelerle ileri sürebilir? Böyle bir iktidarın hukuk devletini işletirken gözeteceği adalet, özellikle tercihleri meclise yansıyamamış azınlık grupları açısından, ne kadar güvenilir olabilir?

Demokrasinin, çoğunluğun kararlarının yaşama geçirilmesi biçiminde uygulanmasından doğacak en önemli tehlike, temsilde adaletsizliktir. Meşru bir zeminde adil biçimde temsil edilmediğini düşünen yurttaşlarda oluşan hoşnutsuzluk, demokratik yönetimlerin asla görmezden gelmemeleri gereken bir sorundur.

Aslında çoğunluğun diktatörlüğü ve temsilde adaletle ilgili bu tarz sorunlar, bizi şöyle bir soruyu da tartışmaya yönlendiriyor: Demokrasi ile yönetilen toplumlarda, yasal mekanizmaların uygulanmasından sorumlu olan yönetim erki, demokrasinin varlığını korumak adına, bu yönetim biçimine karşı olan bireylerin örgütlenmelerine, çoğunluğunu temsil etme noktasına gelmelerine ve zaman içinde demokrasiyi ortadan kaldırmalarına karşı sınırlayıcı yasal önlemler mi almalıdır, yoksa bireylerin ve grupların demokrasiyi yok etmek de içinde olmak üzere, her türlü düşünceyi hayata geçirmeye yönelik örgütlenmelerine, bu örgütlenmeleri yaygınlaştırmalarına ve toplumun çoğunluğu hâline gelmelerine, kısacası demokrasinin yasalarla güvenceye aldığı hak ve özgürlüklerin onu yok etmek adına kullanılmasına seyirci kalıp yasal müdahaleleri de bir yana bırakarak uzak veya yakın bir gelecekte yok edilme tehlikesiyle iç içe varlığını sürdürmeli midir? (Şenol 2002, s. 146) Bu soruya verilen yanıt ‘sınırlayıcı önlem almak’ yönünde olduğunda, bir tür paradoksla, demokrasi paradoksuyla karşı karşıyayız demektir. Şimdi bu paradoksu biraz daha yakından tanıyalım.

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...