Ünlü Sofistler ve Kuşkucu Tavırları
Sofistlerin kuşkusuna ilk konu olan, kendilerinden önceki düşünürlerin ve çağdaşlarının doğa üzerine görüşleri ve öğretileridir. Çünkü sofistler bunları yetersiz ya da eksik bulmuşlar ve onların iddialarına, öne sürdükleri ilkelere öznel bir bakış açısıyla yaklaşıp açıklamaya çalışmışlardır.
Her konuya iki tür bakış açısıyla yaklaşmak gerektiğini de özellikle vurgulamışlardır. Ama her defasında da olmadık şekillerde anlaşılmış ve toplumun geneli tarafından çoğu defa haksızlıklara uğramışlardır. Örneğin, Sofist oluşumun babası sayılan Protagoras, Tanrılara Dair adlı eserinde önceki düşünürlerin tanrı inançlarını masaya yatırıp yekten “Tanrıların ne var olduklarını ne de var olmadıklarını ne de neye benzediklerini bilebiliriz.
Çünkü bunu öğrenmemize engel olabilecek bir sürü neden var, ama en önemli neden, bu meselenin kendiliğinden bulanık oluşu ve insan ömrünün bu konuya tam olarak vakıf olamayacak kadar kısa oluşu,” demiştir. Protagoras bu düşüncesiyle tanrıların doğasını anlamanın bir insan ömrüne sığmayacak kadar hummalı ve uzun bir araştırma konusu olduğunu açıklamak istediği halde, tanrıtanımaz olduğu iddiasıyla hakkında suç duyurusunda bulunulmuş ve çareyi Sicilya’ya kaçmakta bulduysa da yolda canından olmuştur.
Protagoras’ın düşünceleri insanı merkez alan bir yapıdadır. Ona göre “var olan ve var olmayan her şeyin ölçüsü insandır.” Hiçbir konuda herkes için geçerli olan, kesin bir bilgi ya da doğru yoktur. Çünkü bir konu üzerinde en azından daima iki ayrı görüş bulunacaktır ve bu iki ayrı görüşün doğruluk derecesi de eşittir. Protagoras’a göre her şey için birbirine tamamen zıt iki şey söylemek mümkünse, o zaman nesnelerin gerçek yasasını da kavramak olanaksızdır. O zaman Herakleitos’un düşüncesinde olduğu gibi, her şey akış halindedir. Bu yüzden hiçbir şey belli bir şey değildir. Çünkü her şey, onu algılayana göre bir böyle, bir şöyle olabilir. Kısaca rüzgâr üşüyene soğuk gelir. Ya da deniz suyu insana öldürücü, ama bir balığa besleyici gelir.
Protagoras, bu görüşleriyle görecilik öğretisinin (rölativist bilgi kuramı) temelini atmış ve kendisi de bu öğretinin en iyi örneğini oluşturmuştur. Bu öğretinin esası, her tür bilgiyi kuşkuyla karşılamak, bilgi içeren her savın temel nedenlerini, etkilerini ve kesinliklerini irdelemeden onları kabule yanaşmamak gerektiğine ve kesin bilginin asla elde edilemeyeceği fikrine dayanır.
Protagoras’ın bu göreceli ve kuşkucu düşünce tohumlarını daha da derinlere eken ve kendisinden önce doğa düşünürlerinin birbirinden farklı ana madde görüşlerine karşı çıkan Leontinili Gorgias olmuştur (Γοργίας; İÖ yak. 485-yak. 380). Protagoras gibi sofist oluşumun atası ve zamanının en ünlü hatiplerinden sayılan ve “varlık üzerine kesin bir bilgi söylemenin asla mümkün olamayacağını” belirten Gorgias bütün felsefesini şu temel akıl yürütme üzerine kurmuştur: “(Bilinecek) bir şey yoktur; olsa bile bilinemez; bilinse bile başkasına bildirilemez.”
Gorgias bir şey yoktur, der, çünkü böyle bir şey olsa, ya olmuş olurdu ya da öncesiz olurdu; böyle bir şey ne varolandan ne de varolmayandan olmuş olabilir. Öncesiz olması mümkün değildir, çünkü böyle olsa sonsuz olurdu; sonsuz olansa hiçbir yerde yoktur; o zaman ne kendisinde, ne başka bir şeyde, ne de hiçbir yerde olabildiğine göre bir şey yoktur.
İkincisi, bir şey olsaydı bile biz onu bilemezdik. Çünkü varolanın bilgisi olsaydı, varolan düşünülmüş olurdu, varolmayansa düşünülmezdi bile; o zamanda yanılma diye bir şey olmazdı (yani, birisi kalkıp bir insan uçuyor ya da deniz üzerinde atlı arabasıyla gidiyor dediğinde, bu kadar saçma bir şeyi kabullenmek zorunda kalırdık). Üçüncüsü, biz bir şeyin olduğunu bilseydik bile başkasına bildiremezdik, çünkü bizim bir şeyi başkasına bildirmemiz ancak sözle olur, deneyimle olmaz.
Anılmaya değer bir başka ünlü sofist de Keoslu Prodikos’tur. Prodikos aynı zamanda ilk sözlük yazarı olarak bilinir. O da diğerleri gibi kuşkucu yaklaşımla işe koyulur ve özellikle yaygın dinsel inançların ve genel olarak dinin oluşum sebebini insanın kendisine yararlı olacak şeylere tapmasının sonucu olduğunu söyler. “Eskiler güneşe, aya, nehirlere, pınarlara ve yaşamlarında yararlı ne var ne yoksa, her şeye tapardı, çünkü onlar kendilerine yardımcı olurdu; tıpkı Mısırlıların Nil nehrine tapması gibi.”9
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM