Tabula rasa ve bilginin oluşumu
Deneyimci felsefeciler genelde bilginin temel kaynağı olarak beş duyuyu gördüklerinden, onların “Tanrı” gibi duyuların erişiminin ötesinde kalan şeylerin var olmadığına inandıkları düşünülür. Bu oldukça üstünkörü ve tarihsel açıdan da yanlış bir çıkarımdır ve bu anlamda, John Locke yakından incelenmesi gereken bir düşünürdür.
Locke’ın genel felsefi amaçlardan biri, Tanrı’nın yarattığı sonlu ve sınırlı bir varlık olan insanın bilebileceği ve anlayabileceği şeyleri bulup ortaya çıkarmaktır. Daha özel olarak da Locke, insan aklının nasıl bir öğrenme mekanizmasına sahip olduğunu ve zihnin sahip olduğu düşünce içeriklerinin hangi kaynaklara dayanabileceğini araştırmayı hedeflemektedir.
Şimdi Locke’ın epistemolojik görüşünün felsefe tarihinde neden çok kritik bir öneme sahip olduğunu anlamaya çalışalım. Locke da Kartezyen felsefenin “idea” kavramını kullanmaya devam ettiği için, tartışmayı o terminoloji üzerinden yürüteceğiz. Şöyle bir düşünce deneyi yapalım. Bir bebeğin görme ve işitme yeteneklerinden tamamen yoksun olarak doğduğunu varsayalım. Renklerin ve seslerin olmadığı bir dünyada büyüyen bu çocuğun bilişsel dünyası nasıl oluşurdu? Doğal olarak, bu tür engellerle doğan bir çocuğun zihninde “sarı” veya “hışırtı” gibi idealar olmayacaktı. Örneğimizi daha çarpıcı hâle getirmek için, o çocuğun kapalı bir ortamda, dokunma, koku ve tat duyularının da en az düzeyde uyarıldığı bir ortamda büyütüldüğünü varsayalım ve şu soruyu soralım: Basit (yani, “duyusal”) verilere sahip olmayan bir insan karmaşık bir ideaya sahip olabilir mi?
Karmaşık ideaların bazı örnekleri şunlardır: “Karanfil”, “bitki”, “bahçe”, “enflasyon”, “düğün”, “erdem”, “Tanrı”, “sonsuz”, “Noel Baba”. Locke’ın epistemolojik perspektifine göre, Bu karmaşık ideaların her birinin zihinde oluşabilmesi, görece olarak daha basit ve temel olanların varlığına bağlıdır. Örneğin, zihnimizde bulunan “düğün” gibi karmaşık bir idea, “gül”, “gelin”, “pasta”, “dans” gibi daha basit idealardan oluşmak durumundadır. Şimdi bu örnekte daha temel olarak belirttiğimiz idealardan birini ele alalım. “Gül” ideası, belli bir renk (örneğin, kırmızı), belli bir koku (o çiçek türünün kendine has keskin kokusu), belli bir tensel uyarım (gül yaprağına dokunulunca duyulan yumuşak his) gibi en temel duyusal algıların bir araya gelmesi yoluyla oluşmaktadır. Ve bu “bileşik oluşum yapısı” tüm karmaşık idealar için geçerlidir. Karmaşık ideaların kavramsal yapıtaşları, “kırmızı”, “sıcak”, “tuzlu” gibi duyular yoluyla zihnimizde oluşan basit bilişsel unsurlardır. O yüzden, yukarıda incelediğimiz senaryodaki bebek, basit duyu verilerinden yoksun olmanın bir sonucu olarak, dünyaya ilişkin karmaşık şeyleri de bilemeyecekti. Bu fikri genelleştirerek söylersek, duyu verilerinden yoksun olan bir insan, basit veya karmaşık hiçbir idea oluşturamayacaktır.
Duyu verilerinin dünya bilgimizin tümünün temelinde yattığı ve bizim “bilgi” adını verdiğimiz her bilişsel durumun o temele yaslanması gerektiği fikri, Locke’ın felsefesinin ana düşüncelerinden biridir. Öte yandan, bizim beş duyumuzun doğumla birlikte işlevsel duruma geldiği de açıktır. Bu iki düşünce bir araya geldiğinde, Locke’ın insan zihnine ilişkin nasıl bir resim sunduğu ortaya çıkar. Locke’a göre insan zihni doğum anında “boş bir levha” (Latincesiyle, “tabula rasa”) gibidir. Yaşadığımız deneyimler bu boş levhanın üzerine zaman içinde “yazarlar” ve böylece dünya bilgimiz birikimsel bir şekilde oluşur. Dünya bilgimizin en temelinde duyu algılarından gelen idealar olsa da, insanlar basit ideaları birleştirerek soyutluk derecesi çok yüksek olan idealar edinme kapasitesine de sahiptir. Fakat zihnimizde var olan her idea, ne kadar soyut olursa olsun, nihayetinde temel duyu algılarından türemiş olma durumundadır.
Locke hem ahlaki boyutta hem de kuramsal düzeyde doğuştan ideaların olamayacağını savlar. O hâlde, bilgi tümüyle deneyim alanına aittir. Bu aşamada, Locke’a göre ideaların bilgisel statüsünü daha ayrıntılı olarak irdelemekte yarar görüyoruz. Öncelikle, her ne kadar Locke için insan bilgisi duyu algılarına dayanmakta ise de, ona göre beş duyudan doğrudan gelen veriler kelimenin tam anlamıyla “bilgi” değildir. Bunun nedeni Locke’a göre, bilginin –duyu verileriyle karşılaştırıldığında– üst düzey bir bilişsellik gerektirmesi ve ancak aklın karmaşık işlevleri sayesinde olanaklı olabilmesidir. Locke’ın bu fikrinin sağduyuya uygun olduğu düşünülebilir. Biz “gül kokusu” veya “mavi renk” gibi nitelikleri duyumsarken bütünüyle edilgen (pasif) bir durumda bulunuruz. Örneğin, mavi renge bakıp sarı görmek veya gülü koklayıp benzin kokusu almak –sağlıklı ve normal bireyler için– olanaksızdır. Ancak; niyet etme, arzulama, anımsama, düşünme, çıkarım yapma, inanma gibi zihinsel işlevler oldukça farklı bir zihinsel işleyiş gerektirirler. Bu işlevler sırasında akıl etken (aktif) olarak çalışmak durumundadır. Dahası Locke, oldukça şaşırtıcı bir şekilde, algının da bu üst düzey işlevler arasında yer aldığına, yani düşünsel kapasitelerin kapsamında incelenmesi gerektiğine inanır. (Bunu daha iyi anlamak için şu iki örneği bilişsel karmaşıklık açısından karşılaştıralım: “Bir patlama duymak” ve “eski bir arkadaşımızı parkta yürürken görmek”. İkinci örneğin kapsamlı bir anlamlandırma ve tanımlama gerektirdiği açıktır.) O hâlde, bu görüşe göre, insanın bilgisel yapısı temel olarak iki ana unsurdan oluşur diyebiliriz. Birincisi, duyulardan gelen veriler bize dünya bilgimizin “malzemesini” sağlar; ancak bunlar gerçek anlamda bilgi değillerdir. Duyulardan gelen veriler bizde yalnızca basit ideaların oluşmasına neden olur. İkinci olarak, duyulardan gelen malzeme, zihin içinde düşünsellik boyutunda işlenerek karmaşık dünya bilgisinin ortaya çıkmasına yol açar. Bunun sonucu da, zihnimizde karmaşık ideaların oluşmasıdır.
Kaynak: EPİSTEMOLOJİ, s. 91-92, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2229 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1228