Felsefe hakkında her şey…

Mill’in Faydacı Etiği ve Faydacı Etik Anlayışı, Faydacılık

06.11.2019

John Stuart Mill‘in faydacı gelenek ile tanışması Bentham’ın meslektaşı olan babası James Mill sayesiyledir. Bentham’ın görüşlerine büyük değer veren James Mill bu görüşlerin İngiltere’ye yayılması ve büyük etki uyandırmasında etkin bir rol üstlenmiştir.

Babasının telkinleri ile faydacı gelenek ile hemhal olan Mill kendisine miras kalan görüşlerdeki eksiklikleri fark edince, hem faydacı düşüncenin esaslarını inceleyip Bentham’ın düşüncesindeki eksiklikleri gidermek hem de savunduğu doktrinin esaslarına temel teşkil edecek yeni bir motif bulmak amacı ile faydacı düşünceyi yeniden yorumlamaya çabalamıştır.

Genel olarak metafiziğe karşı bir duruş sergileyen ve her fırsatta olgular dünyası ile bilimsel yöntemin üstün değerini vurgulayan Mill psikoloji ve mantığı dayanak noktaları olarak almış ve görüşlerini bu dayanak noktaları üzerinden oluşturmaya çalışmıştır. Modernitenin esaslarından olan aydınlanma ve ilerleme düşünceleri Mill’in kendi düşünce dünyasını önemli ölçüde etkilemiş ve Mill’in özellikle insani yaşamların iyileştirilmesinde bilgi ve doğal bilimsel yöntemlerin etkin olması gerektiğine dair görüşlerinin şekillenmesine olanak sağlamıştır (Thilly, 2007: 364).

Mill “faydayı ahlaki meselelerde nihai karar verici olarak kabul ediyorum” (Mill, 1978: 10) ifadeleri ile kendisine kalan miras ile ilgili temel düşüncesini özetlese de bu miras ile ilgili olarak ilk yaptığı, faydacı geleneğe hizmet etmiş olanların özellikle Epiküros ve Bentham’ın haz kavramına yüklediği anlamdan ve dolayısıyla bu bağlamda gelen eleştirilerden kurtulmak olmuştur.

Bütün faydacı gelenek boyunca ‘insanların mümkün olduğunca acıdan uzaklaşıp hazza yöneldiği’ düşüncesi hâkim olmuştur. Eylemin ahlaki boyutu ile ilgili olarak tek ölçüt kabul edilen haz ‘biricik iyi’ olarak tanımlanmış, haz ve acının eylemlerimiz açısından ne yapmamız gerektiğini bize söyleyebileceği savunulmuştur. Mutluluktan haz ya da acının yokluğu anlaşılmış hazza ulaşmaya yönelik her şey arzulanmaya değer görülmüştür. Bu anlayışta ‘bize haz veren her şey iyidir’ düsturu ile hareket edilmiş, fakat hazların yalnızca niceliksel olarak değerlendirilmesi sonucunca insan deneyimi ya da yaşam hayvani varoluş seviyesine indirgenmiştir (Cevizci, 2002:196).

Böyle değerlendirildiğinde faydacılığın sadece domuzlara yarayan bir doktrin olabileceğini savunan Mill, hayatın hayvanların hayatı ile kıyaslanması insan haysiyetini yerle bir eder. Bir hayvanın zevkleri insan denilen varlığın mutluluğu için yeterli değildir. Üstelik insan hayvan iştihalarından daha yüksek yetkileri olduğunu bir kez fark edince, bu yetilerin tatminini gözetmeyen hiçbir şeyi mutluluk olarak kabul etmez (Mill, 1986: 12) ifadeleri ile hiçbir insanın sahip olduğundan daha üstün nitelikler vadedilse bile, insanların sahip oldukları gurur ve haysiyet duygusu dolayısıyla bir hayvanın yerine geçmek istemeyeceğine vurgu yapar.

Mill’e göre niteliksel bir ayrıma tabi tutulması gereken hazların seçimiyle ilgili değerlendirmelerdeki mihenk taşı büyük ölçüde hazları deneyimleyen kişinin seçimidir. Ancak manevi ve zihni faaliyet ve şeylerin maddi şeylere üstünlüğü göz ardı edilemez. İnsanlar akıl sahibi bir varlık olarak deneyimlediği hazlar arasında seçim yapma hakkına sahiptir. Bu hak, bazı insanların kendi manevi güçsüzlükleri ya da bu hazlar daha kolay elde edilmesi nedeniyle aşağı hazlara yönelip onları seçebileceği anlamına gelebilir. Mill bu görüşünü şu sözleri ile özetler;

“Halinden memnun bir domuz olmaktansa halinden memnun olmayan bir insan olmak; mutlu bir budala olmaktansa mutsuz bir Sokrates olmak daha iyidir. Eğer domuz ve budala başka görüşte iseler bu onların meselenin ancak bir yüzünü bilmelerinden kaynaklanır (Mill, 1986: 15).”

Haz kavramına yönelik bu değerlendirmelerinden sonra Mill eksikliklerini gidermeye çalıştığı faydacı anlayışı şu ifadeler ile yeniden tanımlar:

Ahlak, bir takım hareket ve düsturlardır ki kendilerine uyulduğu zaman mümkün olduğu kadar bütün insanlığa, yalnız insanlığa değil tabiatlarının elverişli olduğu müddetçe bütün duygulu mahlûklara hem nitelik hem de nicelik olarak oldukça zengin bir yaşam sunar (Mill, 1986: 19).”

Bütün faydacı anlayışlarda olduğu gibi Mill’in doktrininde de ahlaki eylem ve yaşamın tek amacı mutluluktur. İnsanın arzu ettiği bir şey olarak düşünülen mutluluk hazların sürekli olarak sürüp gitmesi anlamına gelmez. Çünkü böyle bir durum imkânsızdır. Hareket ve sükûnet arasındaki ilişki mutluluğun açığa çıkması notasında haz ve acı arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Nitekim herhangi birinin uzamasının diğerini hazırlaması anlamına geldiği düşünülebilir

Yaşam içinde her insan hayatın kendisine sunduğu her şeyden faydalanabilmeli, hatta daha fazlasını isteyerek ve bekleyerek çaba harcamalıdır. Elindeki ile yetinen Mill açısından daha iyi bir yaşamdan kendisini mahrum bırakmış olacaktır. Yaşam içinde her insan kendisini kuşatan bir ilgi kaynağı bulabilir ve farklı şekillerde çabalayarak hayatını daha kıymetli bir hale getirmeye uğraşır. Bu uğraş içinde bulunduğu yaşam alanının her bir üyesi için söz konusudur. İnsan bazen kendine dönük ve ben merkezli ilgi ve kaygılara odaklansa da toplumsal olarak başkaları ile birlikte yaşamak zorundadır.

Bu durum onu zaman zaman toplumsal ilgi ve kaygılara yönelik olarak, kendini ve mutluluğunu düşünmekle beraber sahip olduğu sağduyu ve tedbir duygusu ile başkalarını da düşünmek ve onlar içinde hareket etmek zorunda bırakır. Dolayısıyla insan zaman zaman başkalarının mutluluğunu düşünmek sureti ile insanlığın en yüksek derecede faydası için kendi mutluluğunu terk edebilmelidir. Öyle ki Mill’in düşüncesinde bireyselliğin ancak başkalarını ilgilendirmeyen konular söz konusu olduğunda ön plana çıkabileceğine işaret edilir (Mill, 1978: 54). Bu noktada Mill şu görüşlerini paylaşır;

“Hareket tarzında iyi’nin faydacı bakımdan mihenk taşı olan mutluluk yalnızca etkenin değil tüm ilgililerin mutluluğudur (Mill, 1986: 27).”

Birey ve toplum arasında kurulması gereken uyum ve ahenk ilişkisine dikkat çeken Mill kendisini Nasıralı İsa’nın ‘başkasının size yapmasını istediğiniz şeyi siz de başkasına yapın ve komşunuzu kendiniz gibi sevin’ altın düsturu ile haklı çıkarmaya çalışır. Toplum içinde yaşayan her bir birey bu düsturlar sayesinde kendi faydasına olan şey ile toplumun faydasına olan şey arasında çözülmez bir bağ kurar. Mutluluk temel anlamıyla arzu edilendir. Ancak insan aynı zamanda toplumsal sağduyu, irade ve fedakârlık duygularına da sahiptir. Dolayısıyla başkalarının mutluluğu söz konusu olduğunda insan kendi mutluluğunu bir kenara bırakabilmelidir. Şuna da dikkat edilmelidir ki, insanın kendisi ve başkaları için mutluluğu arzu etmesi düşüncesi bireysel irade ile genel irade arasında bir çelişki doğurmaz. Çünkü irade mutluluğa ulaşma yolunda acıdan uzaklaşıp hazzı elde etmek için genel irade ile uyumlu bir hale sokulur. İradenin toplumsal mutluluk için nasıl bir araç konumuna sokulduğunu göstererek ‘Humecu bir duygudaşlık etiğinin çizgisinde ilerleyen’ (Cevizci, 2002: 205)

Mill alışkanlıkların duygulara ve yaşama değer katan biricik şey olduğuna da değinir (Mill, 1986: 63). Bu noktadan hareketle Mill’in faydacı görüşünde, haz ve mutluluk kavramının bireyden sosyale, özelden genele doğru bir genişleme içinde olduğu ve gerçek bireysel haz ve mutluluğun bu genişleme sayesinde mümkün olabileceği söylenebilir (Ülken, 1946: 78).

Mill faydacı doktrininin iki temel dayanağa ya da yaptırıma sahip olduğuna dikkat çeker. Bunların birincisi; insanların mutluluğu arzuladığı ve Tanrının iyiliği düşüncesinden yola çıkarak, hem toplumsal hayatta hem de Tanrı katında önem arz eden ceza ve mükâfatın insandaki sadakat duygusu ile birleşerek eylemler üzerinde etkili olması sonucunda ortaya çıkacağını düşündüğü dıştan yani, toplumsal ya da Tanrısal kaynaklı yaptırımdır. İkincisini ise insanın içinden gelen ve vicdan olarak beliren iç kaynaklı yaptırımlardır. Nitekim eylemin sonucuna göre içimizdeki ses de bizi ya ödüllendirir ya da cezalandırır.

Ortalama olarak aynı ilgi ve kaygılara sahip insanların oluşturduğu toplulukta hayatın gayesi olan mutluluğa ulaşma yolunda, insan eylemlerine yön verecek haz yanında bu tür yaptırımlar ile faydacı düşünce hem bireyin hem de bireylerden oluşan topluluğun en yüksek derecede mutluluğunu hedefler. Faydacı düşünce bu hedefe yönelirken kendi nazariyesini kabul eden bireylerin kendi iyilik ve mutluluklarını toplumsal iyi ve mutluluk ile örtüştürme imkânı, dolayısıyla toplumsal anlamda güven ve uzun süreli bir iyilik vadeder.

Mill, faydacı ahlak anlayışının temel ilkelerini, faydacılığa karşı yapılan eleştirilere cevap vermek ve toplumda yaygın olan yanlış faydacı anlayışları düzeltmek amacıyla 1854’te yazmaya başladığı ve 1861’de Fraser Magazine’de üç makale halinde yayımladığı Utilitarianism adlı eserinde ortaya koymuştur. Bu eserde onun iki temel amacı vardır; birincisi, “en yüksek iyinin (summum bonum)” ahlak felsefesindeki yerini belirlemek; ikincisi ise, bu en yüksek iyinin doğasını açıklamak.

Mill, eserin daha ilk cümlesinde ahlakın nasıl bir mihenge vurulabileceğiyle alakalı tartışmaların hala günümüzde devam ettiğini, iki bin yıldır bu meseleyle meşgul olan en yüksek zekâların bile bu soruna sadra şifa verecek bir cevap bulamadıklarını, hatta bu soruna cevap arayışımız noktasında, bu sorunu felsefenin gündemine taşıyan ilk kişi olarak gördüğü Sokrates’ten daha ileride olup olmadığımızın tartışmalı olduğunu belirtmektedir. Utilitarianism adlı eserinin hemen başında bu tartışmaya yer veren Mill’in faydacı ahlak anlayışı, tamamen bu tartışmada yer verdiği “en yüksek iyi” kavramı etrafında şekillenmektedir.

Ona göre ahlak alanında yapılması gereken ilk iş, bu en yüksek iyinin belirlenmesi ve mezkur alanda bu ilkenin nesnel ve tek ölçüt olarak kabul edilmesini sağlamaktır. Zira ona göre eğer ahlak alanında tek ve nesnel bir ölçüt ortaya konulmazsa, bir başka ifadeyle bu alandaki seçimler ahlaki faile bırakılırsa, nesnellikten söz edilemeyecektir ve bu alana anarşi hâkim olacaktır. Bunun da doğal sonucu olarak bireylerin ahlaka dair herhangi bir inançları kalmayacaktır. Ahlak alanındaki bu eksikliğe dikkat çeken Mill’in bu alandaki tek gayesi, bu nesnel ölçütü belirlemek olmuştur. Onun bu tek ölçüt belirleme çabası da onu “fayda ilkesine”, bir başka ifadeyle “en yüksek mutluluk ilkesi”ne götürmüştür. Peki, Mill’e göre fayda ilkesi neyi ifade etmektedir?

Mill, fayda ilkesini ya da en yüksek mutluluk ilkesini “eylemleri haz sağladıkları oranda doğru-iyi, acıya neden oldukları oranda yanlış-kötü olarak kabul eden ilke” şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımdan hareketle Mill, ahlak için en yüksek iyi olarak “hazzın varlığı, acının yokluğu” olarak tanımladığı “mutluluk” kavramını göstermektedir. En yüksek iyi olarak mutluluk kavramını işaret eden Mill’in bu noktadan sonra ahlak alanındaki tüm çabası mutluluk kavramının en yüksek iyi olduğunu ispatlamaktır.

Bunun ilk adımı olarak düşünürümüz, “ahlak” kavramını, tüm etik teorilerin temelindeki tek ilke olarak gösterdiği fayda ilkesinden hareketle “kendilerine uyulduğu zaman, mümkün olan en yüksek sayıda insana, yalnız insana değil, diğer tüm duygulu varlıklara nitelik ve nicelik bakımından hazca en zengin hayatı sağlayan bir takım kural ve ilkeler” olarak tanımlamaktadır. Mill’in bu noktadaki ikinci adımını ise ahlakın nihâî hedefi olarak belirlemiş olduğu mutluluk kavramının temelini oluşturan fayda ilkesinin kanıtlanması oluşturmaktadır. Mill, fayda ilkesinin kanıtlanmasında nasıl bir yol izlemektedir, şimdi onu görelim.

Fayda ilkesinin ahlâki faile karar verme aşamasında daima olmasa da elle tutulur, açık ve kolay bir yöntem önerdiğini savunan Mill, bu ilkenin kanıtlanmasına oldukça büyük önem vermektedir. Filozofumuzun bu konuyu, Utilitarianism adlı eserinde müstakil bir bölüm olarak 12 paragrafta ele alması, onun bu konuya verdiği önemin bir göstergesi olarak yorumlanabilir ki, zaten bazı eleştirmenler, bu bölümü ahlâk felsefesi tarihinin en önemli tartışması olarak kabul etmektedirler.

Mill, fayda ilkesinin kanıtlanmasını üç adımda gerçekleştirmektedir. İlk adımda kanıt için hangi yöntemin kullanılması gerektiğini, ikinci adımda fayda ilkesiyle ilgili nasıl bir kanıtlamanın mümkün olduğunu, son adımda ise; ikinci adımda belirlenen kanıtlamanın fayda ilkesine nasıl uygulanacağını ortaya koymaktadır.

İlk adımda Mill, fayda ilkesinin kanıtlanmasıyla ilgili tartışmada dikkati yöntem sorununa çekmektedir. Yöntem sorununda klasik İngiliz deneyciliğinden hareket eden düşünürümüz, fayda ilkesinin kanıtlanmasının deney ve gözlem sınırları içerisinde yer aldığını savunarak, fayda ilkesinin deney ve gözlem dışında herhangi bir şekilde ispatlanamayacağını iddia etmektedir. Mill, burada açıkça ahlakın sezgiyle ispatlanabileceğini savunan sezgicilere saldırmaktadır. Aslına bakılırsa onun, sezgicileri “ilk prensipleri ortaya koyma noktasında isteksiz fakat bütün ahlak yasasını ortaya koyma noktasında istekli olan, hantal, sıkıcı bir tez” olarak nitelediğini düşünürsek, onun fayda ilkesinin ispatlanmasıyla alakalı olarak yöntem üzerinde ısrarla durmasının nedeni daha iyi anlaşılacaktır.

Fayda ilkesinin kanıtlanmasında gözlem ve deneyi tek yöntem olarak belirleyen Mill’in bu ilkenin kanıtlanmasındaki ikinci adımı ise, fayda ilkesinin ilk ilke olması nedeniyle doğrudan kanıtlanamayacağını savunması oluş- tutmaktadır. Ona göre son amaçlara ait olan ilkeler, doğrudan kanıtlamaya uygun değildirler. Buradan hareketle fayda ilkesi de nihai amaç olduğuna göre, fayda ilkesinin de doğrudan kanıtlanması Mill’e göre mümkün olmamaktadır. Bu nedenle o, fayda ilkesini dolaylı olarak kanıtlamaya çalışmaktadır. Şöyle ki, iyi olduğu kanıtlanabilen herhangi bir şey, iyi olduğu kanıtsız olarak kabul edilen bir şeye sebep gösterilerek iyi olmaktadır.

Mesela, hekimlik sanatı iyidir, çünkü sağlığı temin etmektedir; yine aynı şekilde musiki de iyidir, çünkü bize haz sağlamaktadır. Buradan hareketle Mill, kendiliğinden iyi olan her şeyi kapsayan bir ilkenin varlığının iddia edilmesi ve bütün diğer iyi şeylerin bu ilkenin sebepleri değil, sonuçları olduğunun savunulması durumunda, bu ilkenin ya kabul edileceğini ya da reddedileceğini ancak kanıtlanmamış olmayacağını iddia etmektedir. Böylece Mill, fayda ilkesinin kanıtlanmasında gözlemden hareket ederek, olandan olması gerekeni çıkarmaktadır.

Fayda ilkesinin kanıtlanmasında kanıtın nasıl olması gerektiğini tartıştıktan sonra Mill, üçüncü adımda, fayda ilkesi için olabilecek tek kanıtlama olarak ifade ettiği kanıtı ortaya koymaktadır. Ona göre bir şeyin “görülebilir” olmasının tek kanıtı herkesin o şeyi “görmesi”dir. Yine aynı şekilde bir şeyin “işitilebilir” olmasının tek kanıtı, herkesin o şeyi “işitmesi”dir. Buradan hareketle Mill, aynı kanıtlamanın fayda ilkesi için de kullanılabileceğini savunmaktadır. Buna göre, o, bir şeyin “arzu edilir” olmasının tek kanıtı olarak herkesin o şeyi “arzu etmesi”ni göstermektedir. Dolayısıyla kanıtı tersten aldığımızda Mill, herkesin fayda ilkesinin nihâî amacı olan mutluluğu arzu etmesinden hareket ederek mutluluğun arzu edilir olduğunu, bunun sonucu olarak mutluluğun sebebini teşkil eden fayda ilkesinin de arzu edilir olduğunun ispatlanacağını savunmaktadır.

Bu kanıtlamanın sonucu olarak Mill, mutluluğu, bir tek arzu edilen, arzu edilmeye tek layık olan, insan yaşamının amacı olması bakımından ahlâkın mihengi ve tek ölçütü olduğunu iddia etmektedir. Filozofumuzun, mutluluğu ahlakın nihai hedefi olarak belirlemesi ve ahlaki failin mutluluktan başka bir şey arzu etmeyeceğini savunması karşımıza bir problem çıkarmak tadır. Buna göre eğer gerçekten Mill’in dediği gibi ahlaki fail sadece mutluluğu arzuluyorsa, o zaman insanların arzuladıkları sevgi, saygı, dürüstlük, vb. gibi erdemlerin durumu ne olmaktadır? Bu sorunun cevabı bizi Mill’in değer anlayışına götürmektedir.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı; Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XV, Sayı: 28 (2013/2)

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...