Kısacık hayatınızı daha anlamlı hâle getirebilecek felsefi tüyolar…
Büyük İspanyol yazar Miguel de Cervantes, 1605 senesinde La Manchalı Don Kişot’un ağzından şöyle konuşmuştur:
“Bilge bir adam, kendini yarın için saklar ve bütün yumurtalarını aynı sepete koymaktan sakınır.”
Peki ama bu ne kadar doğrudur? Kişi anlamlı bir varoluşa ermek istiyor, sadece henüz gerçekleşmemiş olasılıklarla, mümkünlerle dolu henüz yaşanmamış bir hayata yöneliyor ve kendini yarın için saklıyorsa bu, budalalığın dik âlâsıdır!
Günümüzün dünyevi toplumunun Kişotvari bilgeliği çok ciddiye aldığını görmek mümkündür. Öyle ki kişinin “portföyünü çeşitlendirmesi” ve belirli bir yatırım kolunda çok fazla risk almaması gerektiği, bir hüküm olarak ortaya çıktığı andan bu yana finansal portföy yönetiminin temelini oluşturmaktadır. Görünüşte bu, yaşamak için makul ve akılcı bir tercihmiş gibi görünebilir: Hayata ekonomik bir meseleymişçesine yaklaşın ve her şeyden önce kayıpları en aza indirmenin yollarını arayın. Bu da bizi şu sonuca ulaştırır: Ne kadar az seçersek o kadar az risk almış oluruz. Nihayetinde kararlılık, genellikle diğer seçenekleri göz ardı etmeyi gerektirmektedir. Çünkü risk almanın ciddi ve trajik sonuçları olabilir.
Psiko-terapötik açıdan hayatı zaman sınırsızmışçasına yaşayan ve tüm seçeneklere açık olan insanlara, “Puer Aeternus: Ebedî çocukluk” bağlamında “Puer Aeterni: Ebedî çocuk” adı verilir. Bunun anlamı bireyin tamamen gerçekte kendini temel alarak, kendine bağlı kalarak bir hareket tarzını benimsemesi ve bu kararlılıkla yetişkin bir birey olmasıdır.
Puers, esasen bir gerçeklikten kaçınma çabası olduğu için, yalnızca belli şartlara bağlı bir yaşam sürer. Bu varoluşsal durum şarap tadımı veya müzik dinleme üzerine yazılmış bir metni okumaktan, ekranda başka birinin orgazm olmasını seyretmekten ve bunları yapmanın, bahsini ettiğimiz şeyleri gerçekten deneyimlemenin yerine geçmesini beklemekten daha iyi bir hâl değildir.
Carl Gustav Jung’un yaklaşık bir asır önce söylediği gibi, bugün sanki özel bir güç bizi gerçeklikten uzaklaştırmaktadır. COVID-19 ile birlikte insanlar bir anda kendilerini kendi evlerinde hapis hayatı yaşarken buldular ve bu hayatın içinde başlayıp sonrasında da devam eden çevrim içi derslere ve görüşmelere daha sıkı sıkıya bağlanıp kaldılar. Bugünlerdeyse “Metaevren”in gündeme gelişiyle birlikte insanlık, gerçek dünyadan ve gerçek hayattan daha da fazla kopma olasılığıyla karşı karşıya kalmış durumdadır.
Tabii ki teknoloji doğru kullanıldığında olağanüstü faydalı bir araç hâline gelebilir ve çevrim içi ders ile toplantıların ve sanal gerçeklik uygulamalarının faydasını bu nedenle göz ardı etmemek gereklidir. Ama teknoloji aracılığıyla insanların önemli kararlar verebilme yeteneğinin ve varoluşsal ihtiyaçlarının baltalanması da bir o kadar mümkündür ve buna yenik düşmemeye karşı sürekli tetikte olmak gerekmektedir.
İçinde yaşadıkları ve bu bağlamda sorumlusu oldukları dünyayı etkileyecek herhangi bir eylemde bulunmaya isteksiz olan insanlardan oluşan bir toplum, matematiksel yaşları ne olursa olsun, çocuklardan oluşan bir toplumdur. Psikanalist Dan Kiley, puer kompleksini J. M. Barrie’nin dünyaca ünlü karakteri Peter Pan üzerinden şöyle yorumlamıştır:
“Yıldızlar muhteşemdir; ama yaşama katılarak hiçbir şeyin bir parçası olamazlar ve parçası olamayacakları şeyleri yalnızca uzaktan seyretmekle kalırlar.”
Puer “sınırsız bir coşkunluğa” sahip olabilir. Ancak Barrie’den tekrar alıntılarsak puer’ler kendilerini “pencereden kendilerine sonsuza dek yasaklanan yegâne mutluluğa bakarken” bulabilirler. Bu durum belirli bir gelecek planına, herhangi bir kişiye veya işe bağlı olmadan veya olamadan yaşanalar için de böyledir. Bu tip insanların dünyanın sakinleriyle sorunsuz biçimde yaşadıkları veya düzgün bir ilişki içinde bulundukları söylenemez. Zira onlar zaten bir tür simülasyonun içinde yaşıyorlardır.
Jung bu durumu “geçici hayat” olarak adlandırmıştır. Jung’dan çok daha önce stoacı filozof Lucius Annaeus Seneca, “Hayatın Kısalığı Üzerine” adlı kitabında bu durum üzerine hedef, tasarı ve cesaret uzamında yol açan bir “yolculuktan” çok “savrulmak”tan söz eder. Ona göre hayat sadece var olmaktan ibaret veya sadece zamanın geçtiği süreçte orada bulunmak değildir.
TERCİHTE BULUNMANIN ÖNEMİ
Bir tercihte bulunmaktan kaçınmayı Kiley, Jung ve Seneca kadar küçümsememeliyiz. Dünya gerçekten de olasılıklarla doludur. Tabii olasılıklarla dolu bir dünya aynı zamanda belirsizliklerle de doludur. İşte bu belirsizliklerden de alınan kararların riskleriyle yüzleşme kaygısı doğar.
Bu kaygının temel kaynağı nedir? Adım atılan her kesin eylem bir tür ölümdür. Bu eylem karar verici için ne kadar fayda ve verim içerirse içersin, o kadar da yıkıcı bir eylemdir; çünkü tek bir eylemin varlığını sürdürebilmesi için kalan bütün alternatiflerin ölmesi gerekir.
Bu nedenle her tercih, diğer olasılıkların kurban edilme ayinidir. Bu ayin aynı zamanda, hâlihazırda gerçekleşmiş bulunan olasılık uğruna yapılan bir ayin olduğundan yüksek öneme sahiptir. Kaygı, yapılan tercihin ve verilen kararın hem karar verici hem de onun etrafını çevreleyen dünya için oldukça önemli olabileceğini kabul etmekten kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla akılcı olduğu varsayılan çözüm, karar vermekten kaçınmak ve tüm seçenekleri düzenli olarak masada tutmaktır. Yaş aldığımız müddetçe olasılıklar alanımız sürekli daralacak olduğundan, mümkün olduğu kadar çok seçeneği elimizde tutmak ve onları bir yaşam pınarı olarak görmek en doğal eğilimimiz olacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki sınırları çizilmiş bir yaşam, yalnızca durgun ve balçıklı bir gölet yaratabilir.
Yaşama çizilen sınırlar en net biçimde kriz anlarında gözlemlenebilir. Bir yol ayrımında olduğumuzun bilincine tamamen erdiğimiz zamanlar vardır. Burada ortaya çıkan duygu, korkudur. Çünkü böyle anlarda bazı olasılıkları geri dönüşü olmayan bir şekilde kökünden kesip attığımızın farkına varırız. Zaten “kriz” sözcüğü Yunanca “krinein” kökünden türetilmiştir ve Yunan dilinde “krinein”; karar vermek, yargılamak, ayırmak, hükümde bulunmak anlamlarına gelmektedir.
Korku rasyoneldir; çünkü çok ciddi bir şeydir. Korku çoğu zaman orta yaşta insanın yakasına yapışır; çünkü insan bu yaşlarında bir dönüm noktasında bulunduğunun bilincine varmıştır. Bilir ki en iyi ihtimalle, yolun yarısını tamamlamıştır. Bu noktadan sonra seçeneklerimiz daha da sınırlı hâle geleceği için vereceğimiz kararlar ve yapacağımız tercihler daha büyük bir önem kazanır. Çünkü ölüm, bir ışık huzmesi gibi, tek bir noktada toplandıkça netleşir ve keskinleşir.
Normal şartlarda her türlü sınırlamayı (özellikle ölümü, yani nihai sınırı), olasılıkları ortadan kaldırarak özgürlüğümüzü elimizden alan şey olarak görürüz. Ancak paradoksal biçimde, sınırların özgürlüğün kökeninde yer aldığı görülebilir. Hatta sınırlamadan kaynaklanan bu özgürlük, hepimiz için büyük bir anlam denizinin yattığı yerdir.
ÖLÜMSÜZLÜK İYİ BİR FİKİR DEĞİLDİR
Tüm bunlar, süregelen ölümsüzlük takıntısını etkileyen konulardır. Bu en büyük çılgınlıktır. Sonsuza kadar yaşamak veya ölümsüzlük, anlamlı bir hayat istiyorsanız pek de iyi bir fikir değildir.
Seneca, yaşamak için kısa bir zamanımız olduğu fikrine katılmazken bu kısalığın hayatın çoğunu boşa harcadığımızdan kaynaklanan bir yanılsama olduğunu savunmuştur. Bir başka görüşe göre de yaşamın çok kısa olması, onun anlamının birincil kaynağıdır. Hayat kısadır; çünkü bunun iyi bir gerekçesi vardır.
İlgili konu: Yaşama anlam veren şey ölümün kendisi midir?
Alman filozof Martin Heidegger olağanüstü yapıtı “Varlık ve Zaman”da hayatın kısalığının onun anlamını yansıttığını anlatmıştır; ancak bu fikrin daha dostça bir versiyonu “The Good Place” adlı TV dizisinde “iyi yer”in ebedî yaşam sürülecek olan öbür dünya olduğu fikriyle görmek mümkündür. Bu dizi filmin sondan bir önceki bölümde, İyi Yer’in sakinlerine yaşadıkları bu tatsız sonsuzluktan çıkıp unutulmaya giden bir yol sunulur. İnsanların birçoğu unutulma yolunu memnuniyetle kabul eder; çünkü İyi Yer’de anlam önü alınamaz biçimde buharlaşıp yok olmaktadır.
Ölüm, bahsi geçen sınırlamaların en önemlisidir; çünkü bu son, olasılıklar arasında tercih yapabilmenin mümkün olabilmesi için gereklidir. Ölüm gerçekliği, uçarı olasılıkların kenara itilmesiyle birlikte mümkün olasılıkların masanın üzerinde kalmasını sağlamaktadır.
Ölüm, hayata anlam kazandırır ve sanal gerçekliğin devre dışı kalmasına yol açar. Böylece yaşam, seçimlerimiz yoluyla, bir tür gerçeklik inşa etme projesine dönüşür. İşte ölüm-yaşam diyalektiğinin ödülü de tam olarak buradadır.
Elbette çok genç yaştaki pek çok insan için hayat, birçok şeyi yapamayacak veya herhangi bir anlam yaratamayacak kadar kısadır. Bunu savunabilmek adına söylenecek fazla bir şey yoktur. Anlama ulaşabilmek için sonlu, kısa bir ömür gereklidir. Zira anlam aynı zamanda hayatın bir kişinin kendi yaşamında seçimler yapma ve dünyada kendisine ait bir yol çizme yeteneğine ve belirli bir yere kadar yürümesine izin verecek yeterli bir süreye sahip olması demektir. Bununla birlikte, uzun bir yaşam, nispeten daha kısa bir yaşama göre daha fazla anlam içermek durumunda değildir. Ralph Waldo Emerson’un da dediği gibi ne kadar zamanımız olduğunu seçemeyeceğimizden, gerçekten önemli olan şey “hayatın uzunluğu değil, derinliğidir”.
Geçici olanı bir kenara koyup tercih yaparak ve eyleme geçerek ölümsüzlük fikriyle baş edebilir ve böylece başka bir tanrısal yeteneğe kapılarımızı açmış oluruz: Seçim yapabilmenin ve bazı olasılıkları gerçekleştirebilecek olmanın türetici ve evrensel gücü.
Ölüm, aslında öyle görünmese de tam da yarattığı odaklanma etkisiyle seçimin, karar verme zorunluluğunun kaynağıdır ve bu anlamda anlamlı varoluş açısından insanoğluna bahşedilen en büyük armağandır.
Kararlı eylemde bulunmak, olan bitenin kontrolünün sizin elinizde bulunması demektir. O senin başına gelen şey değil, senin yaptığın şeydir. İşte gerçek özgürlük budur.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Dean Rickles’in “Life is short, and for good reason – here’s how to make it more meaningful” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Kaynak Metnin Yazarı: Dean Rickles, Sydney Üniversitesinde modern fizik felsefesi ve tarih profesörüdür.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer YILDIRIM