Gramsci’de hegemonya kavramı
Antonio Gramsci’yi, 20. yüzyıl Marksist kuramında kritik figür haline getiren şey, onun “hegemonya” kavramsallaştırmasıdır. Gramsci için hegemonya, egemenliğin, zora başvurmadan, siyasal meşruluk yoluyla uygulanmasını ifade eder. Hegemonya, yönetilenlerin rızalarının kazanılması anlamına gelmektedir. Modern endüstriyel devleti anlamak için, onun kitlelere meşru görünen kurumlar, örgütlenmeler ve toplumsal ilişki ağları kurmak yoluyla kitleler nezdinde genel bir rıza yaratabilen ideolojik gücünü kavramak gerekir (Kennedy, 1982: 156).
Gramsci hegemonya ve tahakküm arasında ayrım yapmaktadır. Hegemonya, toplumsal sınıflar arasındaki denge ve rızayla ilişkili bir kavramken, tahakküm, baskı ve devletle ilişkilidir. Hegemonya, bireye ve devlete aracılık eden özel kurumlar ile sivil toplumun içinde yer alabilir. Ancak, tahakkümün kaynağında devlet aygıtı vardır ve kamusal kurumlar aracılığıyla uygulanan baskıdır (Swingewood, 2010: 223).
Gramsci hegemonya kavramını normal olarak bir yönetici sınıfın kendi hakimiyeti için hükmettiği insanların rızasını almak biçimi anlamında kullanmaktadır. Gramsci’ye göre hegemonya oluşturmak, toplumsal yaşamda, birisinin kendi “dünya görüşü” nü bir bütün olarak toplum bünyesine baştan sona yayarak ve böylece kendi çıkarları ile toplum çıkarlarını büyük ölçüde eşitleyerek, ahlaki, siyasi ve entelektüel liderlik kurması demektir (Eagleton, 1996: 167).
Gramsci hegemonya kavramını farklı şekillerde kullanmıştır. Bir yerde hegemonya sözcüğünü, işçi sınıfının burjuva devletini yıkmak ve işçi devletinin toplumsal tabanı olarak hizmet etmesini sağlamak için yaratması gereken ittifaklar sistemine işaret etmek için kullanmaktadır. Başka bir yerde ise hegemonya terimini, Sovyet proletaryasının, köylülük ile ittifakını sürdürmesi ve kendi genel çıkarına hizmet etmesi amacıyla, toplu ekonomik çıkarlarını feda etmek zorunda kalacağını öne sürmek için kullanmıştır. Hapishane Defterleri eserinde ise terimi, burjuvazinin kedi yönetimini kurması ve sürdürmesinin yolu olarak kullanmaktadır (Bottomore, 2001: 273-274).
Gramsci burjuva sınıfının hakimiyetinin değişik görünümlerini tartışırken, devleti, güç artı rıza olarak tanımlamaktadır. Hegemonya kavramının değişik anlamlarının ortak noktası; geniş halk gruplarının neden sürekli olarak kendi çıkarlarına devamlı karşıt hükümetlere ve bütün olarak toplumsal ve politik sistemlere rıza gösterdiği, bu hükümetleri kabul ettiği ve zaman zaman etkin biçimde bunları destekledikleri konusunu açıklığa kavuşturmaktır (Ives, 2011: 22).
Hegemonya, çoğunluğun kendisini ikincil konuma koyan sisteme rızasının sürekli bir biçimde kazanılmasını ve yeniden kazanılmasını içermektedir. Ancak başat ideoloji kurmaya çalıştığı toplumsal düzene insanların rızasını kazanmak için sürekli üstesinden gelmesi gereken dirençlerle karşılaşır. Bu yüzden hegemonyanın zaferi ve kazandığı rıza kaçınılmaz biçimde istikrarsızdır; asla elde edilmiş ve bitmiş bir şey olarak görülemez ve bu yüzden yeniden kazanılmak ve üstünde mücadele edilmek zorundadır (Fiske; 1996: 225).
Gramsci hegemonyayı, devlet ile ekonomi arasındaki bütün aracı kurumları kastettiği “sivil toplum” alanı ile ilişkilendirir. Özel televizyon kanalları, aile, erkek izci hareketi, kilise, cami, anaokulları, ordu, gazete; bütün bunlar bireyleri egemen iktidara baskıdan çok rıza ile bağlayan hegemonik aygıtlar olarak görülür. Baskı ise bunun tersine “meşru” şiddeti tekelinde bulunduran devlet ile ilişkilendirilir. Ancak Eagleton, baskı ve rızayı karşıt şeyler olarak düşünmememiz uyarısında bulunuyor ki ona göre, bir toplumun baskı kurumları- silahlı kuvvetler, polis, yargı organları vb.- etkili bir şekilde çalışabilmek için halkın genel rızasını kazanmak zorundadır (Eagleton, 1996: 164).
Öyleyse, işçi sınıfı nasıl iktidarı ele geçirebilir? Büyük ölçüde baskıcı olmayan ve bir bütün olarak toplumsal düzen’in “sağduyusu” haline gelmiş bir iktidara karşı nasıl savaşılır? Gramsci’ye göre, modern toplumlarda işçilerin fabrikaları işgal etmesi ve devlete karşı çıkması yeterli olmayacaktır. Aynı zamanda en geniş ve en gündelik tanımı içinde “kültür” alanının tamamında da mücadele verilmelidir. Buna göre, yönetici sınıfın iktidarı maddi olduğu kadar manevi bir iktidardır. Herhangi bir “karşı-hegemonya,” yürüttüğü siyasi mücadeleyi bugüne kadar ihmal edilmiş olan, değerler ve alışkanlıklar, dilsel kalıplar ve ritüel pratikler alanına taşımak zorundadır (Eagleton, 1996: 165). Gramsci hegemonya kavramını, işçi sınıfının burjuva devletini yıkmak ve işçilerin devletinin toplumsal tabanı olarak hizmet etmesini sağlamak için yaratması gereken ittifaklar sistemine işaret etmek için kullanmıştır (Bottomore, 2001: 273).
Ayrıca, Williams’a göre, hegemonyanın hiçbir tarzı, tek başına bir toplumun anlam ve değerlerine hitap edemez. Bu nedenle, her egemen güç kısmen kendi hakimiyetinin kurucusu olacak biçimlerde karşı- hegemonik güçlerle hesaplaşmak zorunda kalır. Dolayısıyla hegemonya doğası gereği, pratik ve dinamik olduğu kadar, ilişkisel bir kavramdır (aktaran, Eagleton, 1996: 165).
Gramsci ideolojinin durağan bir yapısının olduğunu ancak ideolojiyi de kapsayan hegemonyanın dinamik bir karakterde olduğunu vurgulamaktadır: Hegemonya hiçbir zaman bir kerede ulaşılan bir şey değildir; sürekli yenilenmesi, yeniden yaratılması, savunulması ve değişikliğe uğratılması gerekir (Eagleton, 1996: 166).
Gramsci, hegemonyayı farklı sınıfların buluşturulması gereken bir ittifak stratejisi olarak formüle etmiştir. Gramsci, Hapishane Defterler’inde “her hegemonik sınıf, üzerlerinde iktidar uyguladığı insanların eğilim ve çıkarlarını dikkate almak ve bu anlamda ödün vermeye hazır olmalıdır” demektedir. Gramsci’ye göre, muhalif bir dünya görüşü sırf proleter bilincin bir ifadesi değildir; indirgenemez ölçüde çok yönlü bir meseledir. Etkili bir devrimci hareketin çeşitli güçlerin karmaşık bir ittifakı olma zorunluluğu vardır ve bu hareketin dünya görüşü de çeşitli ideolojik bileşenlerinin dönüştürülüp bir “ortak irade” halinde sentezlenmesinden doğacaktır. Başka bir deyişle, devrimci hegemonya, verili radikal ideolojiler üzerinde karmaşık bir çalışmayı, onların motiflerinin farklı bir bütün şeklinde yeniden birbirine eklemlenmesini içerir (Mouffe, 1979; aktaran Eagleton, 1996: 176).
Gramsci’nin hegemonya kavramını kullanış biçimi, terimi siyasal önderlik veya devletin hakimiyetini anlatmakta kullanan Lenin gibi ortodoks Marksistlerinkinden farklıdır. Laclau ve Mouffe, Gramsci’nin hegemonyayı, “demokratik” bir pratik olarak tanımladığını ancak Lenin’in hegemonyayı daha otoriyerten bir şekilde kavramsallaştırdığını ileri sürmektedirler. Çünkü, Lenin’in hegemonya kavramı, temsil etme ilişkisine dayalı işçi sınıfının merkeziliği zemininde kurulmuş sınıflar arası bir ittifaktan ibarettir. Gramsci ise, hegemonya kavramı ile sınıfa dayalı bir önderlikten çok, ahlaki ve entelektüel düzlemde kurulan fikirler ve değerler toplamının bir çok kesim tarafından paylaşılmasını ifade etmektedir (Kaygalak, 2001: 38).
Gramsci, hegemon olmak için ekonomik ve politik gücün yeterli olmadığını, bağımlı grupların rızasına da gereksinim duyulduğunu belirtmistir (Cox, 2010: 216-7). Bu nedenle, hegemon amaçlarını elde etmek için yalnızca baskı/ zorlama kullanmaz, aynı zamanda sistemdeki diğer aktörlerin rıza göstermelerini de sağlamaya çalışır (Karacasulu, 2009).
Gramsci, siyasal ve ekonomik faktörler yerine ideolojik, ahlaki ve kültürel faktörlere ve entelektüel bir devrimin önemine vurgu yapmaktadır. Devletin kontrolünü ele geçirmek yerine kitlesel sınıf bilincini artırmanın önemine işaret eden Gramsci, devrimle ilgili olarak, işçi sınıfı dışındaki kitleler ve grupların da kazanılması gerektiğini savunmaktadır.
Gramsci’ye göre, işçi sınıfı, güç kazanmak için kendi özel çıkarlarını aşmalı, toplumun diğer kesimleriyle birleşmeli ve kendi davasının ahlaki doğruluğunu göstermek için halkın büyük kesimini kazanmalıdır. Modern sosyalist bir devrim, Gramsci’ye göre, siyasal güç kadar fikirleri, bir lider kadrosu kadar azınlığın kitlesel desteğini gerektirir (Slaterry, 1991: 122).
Sosyalist bir devrim, ona göre, kendiliğinden ortaya çıkmaz. Sosyalizm determinist tarihsel ve ekonomik yasaların kaçınılmaz sonucu değildir, halkın katılımını ve özellikle ahlaki ve ideolojik liderliğin kitleleri aydınlatmasını ve yönlendirmesini ve kolektif bir ulusal halk iradesini yaratmayı gerektirir (Slattery, 1991).
Son olarak, Gramsci hegemonya kapsamında ideoloji kavramının da önemine işaret etmiştir. Gramsci Hapishane Defterleri kitabında ideoloji teriminin bütünüyle olumsuz kullanımlarının tamamını reddeder. Gramsci’ye göre ideoloji insanların üzerinde hareket ettikleri, mücadele verdikleri ve kendi toplumsal koşullarının bilincine vardıkları zemini oluşturan, etkin bir biçimde örgütleyici güçler olarak görülmelidir (Eagleton, 1996: 169).
Kaynak: KLASİK SOSYOLOJİ TARİHİ, s. 197-200, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2685 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1651