Felsefenin boyutları
Felsefi faaliyeti belirleyen, felsefenin kurucu unsurlarını meydana getiren boyutlar, sırasıyla kurucu veya bütünleştirici, analitik ve eleştirel boyutlardır.
Felsefenin söz konusu üç ayrı boyutu, aslında onun farklı tarihlerde ortaya çıkıp gelişen üç tarz ya da şeklini karakterize eder. Buna göre, kurucu ya da bütünleştirici boyut, felsefenin ta ilk başlangıcından itibaren, yani Thales’ten bu yana yaklaşık iki bin beş yüzyıllık süreç boyunca çeşitli şekillerde karşımıza çıkan klasik felsefe anlayışının tanımlayıcı yönü veya ayırt edici özelliğini meydana getirir. Söz konusu felsefe tasavvurunun en önemli temsilcileri arasında Platon, Aristoteles, Aquinalı Thomas (1225-1274), Farabi (874-950), René Descartes (1596-1650), Gottfried Leibniz (1646-1716), Baruch Spinoza (1632-1677), Kant ve Georg Wilhelm Hegel (1771-1831) gibi düşünürler bulunur. Felsefenin önemli ölçüde metafiziksel yönünü açığa vuran bu boyut, filozofların başta varlık olmak üzere, bilgi, değer ve toplum üzerine geliştirdikleri, “çok üzerindeki biri” ortaya koyan teorilerde somutlaşır.
Felsefenin çözümleyici boyutu veya yönelimi, yirminci yüzyılda Anglo- Sakson dünyada büyük ölçüde klasik ya da metafiziksel felsefe geleneğine bir tepki olarak gelişen ve felsefenin metafizikle uğraşmak veya dünya üzerine kuşatıcı sentezler üretmek yerine kendisini analizle sınırlaması gerektiğini bildiren analitik felsefe anlayışını karakterize eder. Dile dayalı bir felsefe anlayışını cisimleştiren ve daha ziyade kavram analizi çalışmalarıyla belirlenen analitik felsefenin önemli temsilcileri arasında Bertrand Russell (1872-1970), George Edward Moore (1873- 1958), Gilbert Ryle (1900-1976), Ludwig Wittgenstein (1889-1951) benzeri düşünürler bulunur. Felsefenin eleştirel boyutu ise esas itibarıyla yirminci yüzyılda Almanya ve Fransa’da sadece klasik veya metafiziksel felsefeyi değil, analitik felsefeyi de eleştirerek ortaya çıkıp gelişen Kıta felsefesinde somutlaşır. Bu yüzden sadece belli bir felsefe anlayışını değil, bir bütün olarak Batı felsefesinin gelişimini, temel kabul ve dayanaklarını sorgulayan Kıta felsefesinin eleştirel yönelimi, Friedrich Nietzsche (1844-1900), Martin Heidegger (1889-1976), Jacques Derrida (1830- 2004) ve Michel Foucault (1926-1984) benzeri düşünürlerde oldukça açık bir biçimde ortaya çıkar.
Felsefenin, Batı felsefesinin birbirlerine karşıt felsefe gelenekleri tarafından temsil edilmeleri nedeniyle birbirlerini tamamen dışlayıcı bir şekilde sunan bütünleştirici, analitik ve eleştirel boyutlarının aslında dışlayıcı ve karşıt olmaları hiçbir şekilde gerekmez. Felsefenin birbirlerini çoğu zaman dışlarmış gibi görünen bu boyut ya da yönelimleri, aslında felsefenin kendisinde çoğu zaman birbirlerini tamamlayan kurucu unsur ya da bileşenler olarak ortaya çıkar. Nitekim söz konusu kurucu yönelim veya oluşturucu boyutlardan en az ikisi farklı filozoflarda sıklıkla birlikte veya birbirini tamamlayıcı bir tarzda ortaya çıkar. Söz gelimi Aristoteles, kendi felsefesini oluşturmadan önce hocası Platon’un idealizmini; Descartes özne merkezli kendi modern felsefesini öne sürmeden önce, Tanrı merkezli skolastik düşünceyi eleştirmiştir. Aynı şekilde Kant sözcüğün gerçek anlamı için de kurucu bir felsefe olan transendental felsefesini inşa etmeden önce akılcılıkla deneyimciliği, Marx da materyalist felsefesini öne sürmeden önce idealizmi sıkı bir eleştiri süzgecine tabi tutmuştu.
Felsefenin Kurucu veya Bütünleştirici Boyutu
Felsefenin kurucu veya bütünleştirici boyutu aslında, insanın zihninin bilişsel gelişiminin veya aklın bir hedefe yönelimli çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Gerçekten de insan zihni sadece birtakım izlenim veya deneyimsel verileri pasif bir şekilde almakla kalmayıp, onlara yapı kazandırarak anlam yükler. O, tek tek malumat ya da bilgi parçalarını bir araya getirirken onlara bir şekilde kazanmış olduğu birtakım açıklayıcı yapılar, kucaklayıcı paradigmalar veya temsil şemaları üzerinden anlam yükler. Bu, insanın dünyayı anlamlandırıp açıklayabilmesinin en önemli yolunu meydana getirir ve ona varlığın veya hakikatin tümünü anlamlandırma imkânı verecek teoriler temin eder.
Felsefede de söz konusu olan şey, bu olmuştur. Batı felsefesinin ilk filozofu olan Thales ile Anaksimandros ve Anaksimenes, dış dünyaya baktıklarında neredeyse sonsuz sayıda farklı şeyden oluşan bir çokluk görmüş ve bu çokluğun ancak kendisinden türemiş olduğuna inanılan bir birliğe indirgenerek anlamlı kılınabileceğini düşünmüştü. Bu durum, gerçekten var olanın öz ya da kavram cinsinden olduğunu, gerçekliğin maddi olmayan bir yapı sergilediğini dile getiren idealist bir felsefenin kurucu yaklaşımıyla gerçekliğin madde cinsinden olduğunu ileri süren materyalist bir felsefenin birincisine karşıt bütünleştirici yaklaşımı üzerinden çok daha iyi bir şekilde ifade edilebilir. Bunlardan birincisi Platon’un idealizmi, ikincisi ise materyalist düşünürler tarafından geliştirilen atomcu teoridir. Söz konusu her iki teori de en yüksek düzeyde kurucu veya bütünleştirici teoriler olup varlığın bir alanına değil, neredeyse tüm yönlerine, hakikatin bütününe anlamlı açıklamalar getirmiştir.
Buna göre idealist bütünleştiriciliğin ilk ve en önemli temsilcisi olan Platon, karşı karşıya kaldığına inandığı felsefi problemlere bir çözüm getirmek amacıyla felsefe tarihinin en bütünleştirici teorisi olarak meşhur İdealar teorisini geliştirmişti. Çünkü o, var olanın sadece değişen algısal görünüşlerden ibaret olmadığı kanaatindeydi. Var olan her şey tikellerden, değişen görünüşlerden ibaret olsaydı, Platon’a göre genel geçer bilgiden, sözcüklerin sabit anlamlarından ve değişmez değerlerden söz edemezdik. O, genel geçer veya ezeli- ebedi bilgilerin en azından matematikte var olduğundan, sözcüklerin değişmeyen ve anlaşmayı mümkün kılan sabit anlamlarından ve kişiden kişiye, toplumdan topluma değişmeyen mutlak değerlerin varlığından emindi. Bu yüzden var olan bütün şey türlerinin ilk örnek ya da arketiplerine karşılık gelen değişmez özler, tümel gerçeklikler ve ideal ya da kalıcı varlıklar olarak İdeaların varoluşunu öne sürdü. Platon, bilginin konusu olduğuna, sözcüklerin sabit anlamlarına karşılık geldiğine, değişmez değerlerin taşıyıcısı olduğuna inandığı tümeller olarak İdeaları, aynı zamanda dünyadaki bireysel fenomen ya da görünüşlerin varlık nedeni olarak değerlendirdi. O, söz konusu İdealar teorisinin bütünleştiriciliğine o kadar inanmıştı ki siyaset felsefesinin problemlerini bile, ideal bir devlet anlayışı üzerinden çözme yoluna gitti. Platon İdealar teorisine dayanan söz konusu kolektivist çözümünde gerçekten var olanın bu kez bütün ya da toplum olduğunu öne sürerken bireyin anlamını ve değerini bütüne olan anlamlı aidiyetinden aldığını savundu.
Platon’un yaşadığı sırada şiddetle karşı çıktığı materyalizmin bütünleştirici teorisi olarak atomculuk da en azından kendisinin İdealar teorisi kadar kuşatıcı ve geniş kapsamlıydı. Gerçekten de teori, var olan her şeyin en küçük, bölünemez madde parçacıkları olan atomlardan meydana geldiğini öne sürmekle kalmadı, bilginin ve zihin hallerinin duyu verileriyle izlenimlerin bir birleşiminden meydana geldiğini savundu. Bütünleştirici bir teori olarak atomculuk, kolaylıkla görüleceği üzere, ayrıştırarak bütünleştirir. Nitekim o, toplumların en iyi bir biçimde, karşılıklı bir etkileşim içinde bulunan bireysel birim ya da atomlardan meydana geldiği düşünüldüğü zaman anlaşılacağını söyler. Siyaset felsefesi açısından, Platon’un bütüncülüğünün veya kolektivizminin aksine, gerçekten var olanın birey olduğunu öne sürdüğü için, kendisini liberalizmle ifade eder. O, toplum bilimleri alanında ise söz gelimi sosyolojinin toplumsal yapıları konu alan bir analizle değil de toplumu meydana getiren bireylere ve bireylerin eylemlerine yükledikleri anlamlara ilişkin incelemelerle gelişip ilerleyebileceğini savunur.
Felsefenin Analitik Boyutu
Felsefenin en az bütünleştirici boyutu kadar önemli olan, hatta kurucu yönünün bir şekilde varsaydığı boyutu onun çözümleyici boyutudur. Zira kavramsal bir açıklığa kavuşmadan, düşüncelerin bilumum içerimlerini hesaba katmadan ve hepsinden önemlisi doğru ve mantıklı akıl yürütmenin gerekli koşullarını sağlamadan anlamlı sentezler yapmak veya hakikate nüfuz etmek imkânsız olur. Söz konusu işlemlerin kapsamı içinde kaldığı analitik boyut ile bütünleştirici boyut arasındaki ilişkiyi olabilecek en açık bir biçimde görenlerden birisi Descartes ise bir diğeri Sokrates’tir. Gerçekten de Descartes modern felsefenin kurucusu olarak ortaya çıkarken bir yandan da skolâstik düşüncenin klasik araçlarına karşı yeni bir yöntem önermişti. Aklın İdaresi İçin Kurallar adlı eserinde ortaya koyduğu bu yöntemin üçüncü adımı veya kuralı, “düşünceleri basitten karmaşığa yükselecek şekilde düzenlemek gerektiğini” dile getiren sentez kuralıydı. Fakat o, söz konusu kuralın öncelikle analize bağlı olduğunu bildiğinden, sentez kuralının önüne aklın esas itibarıyla çözümleyici faaliyetine gönderme yapan apaçıklık ve analiz kurallarını koymuştu. Nitekim apaçıklık kuralı “doğru olduğu apaçık bir biçimde bilinmeyen hiçbir şeyi doğru kabul etmemek” gerektiğini öne sürerken analiz kuralı “düşünceleri en basit unsur ya da bileşenlerine ayırmanın doğru düşünmek açısından vazgeçilmez olduğunu” dile getirmekteydi.
Aynı şekilde Sokrates de, Descartes’tan tam iki bin yıl önce, kavramsal bulanıklık ya da karışıklığın sadece entelektüel yönden değil fakat eylem yönünden de kargaşaya yol açacağının farkına varmıştı. Bu, bireysel açıdan olduğu kadar, toplumsal açıdan da böyle olmak durumundadır. Gerçekten de yaşadığı dönemde yoğun bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğünü, bunun ahlak alanını da kapsadığını düşünen Sokrates, bilgeliğin, adaletin, cesaretin vs. anlamının ne olduğu bilinmediği sürece, bilgece, adil ya da cesurca eylemekten söz edilemeyeceğini iddia etmişti. Çünkü aynı sözcükleri ya da kavramları kullanan insanlar, bu sözcük ya da kavramlarla farklı şeyleri kastediyorlarsa eğer, Sokrates’e göre, bu, insanların anlaştıklarını sanarak anlaşamadan konuştukları anlamına gelir ve sonuç, kargaşadan başka hiçbir şey olmaz. Kargaşa, Sokrates’e göre, hem entelektüel hem de ahlaki yönden olur. Ona göre, entelektüel olarak sözcük ve kavramları, sizin kullandığınız anlamdan farklı bir anlamda kullanan biriyle tartışarak, bir kavga dışında, hiçbir yere varamazsınız ve ahlaki olarak da söz konusu sözcükler moral fikirlere karşılık geldiği için, sonuç bir anarşiden başka bir şey olmaz. Genel kavramların her tür rasyonel konuşma ve kavramsal açıklığın da düşüncenin doğru gelişimi için zorunlu bir önkoşul bilen Sokrates, işte bu kargaşayı sona erdirmek, insanlara ahlaki gelişmelerinde yol göstermek için, kendilerine bilgisizliklerini göstermek amacıyla felsefi tartışmalar yapmıştır. Gerçekten de o, bütün tartışmalarında kendisine adalet, ölçülülük, cesaret, bilgelik benzeri bir ahlaki erdemi konu almış ve “X nedir?” sorusunu sorarak muhataplarından söz konusu erdemin kavramını tanımlamalarını istemiştir. Bunu da, ilgili kavramı en iyi bilmesi gereken insanlardan talep etmiştir. Buna göre o, örneğin Platon’un Euthyphron adlı diyalogunda anlatıldığı üzere, babasını dinsizlik suçu işlediği gerekçesiyle mahkemeye vermeye giden Euthyphron’dan “dindarlığın”, savaşlarda gösterdiği cesaretle seçkinleşen general Lakhes’ten “cesaretin” ne olduğunu kendisine göstermesini ister. Fakat bu tartışmalar ahlaki kavramları en fazla bilmesi gereken insanların bile, bu konuda bilgisiz olduklarını, en iyi durumda kavramın anlamını ortaya koyabilmek yerine örnek verebildiklerini göstermiştir. Başka bir deyişle o, söz gelimi Euthyphron’un dindarlığın özünü ortaya koymak yerine “dindarlık şimdi benim yaptığım şeydir” veya “dindarlık tanrıların hoşuna giden şeydir” diye konuştuğunu görmüştür. Bundan dolayı Sokrates, tartışmalarında insanlara birtakım kavramları kullanmalarına rağmen, bu kavramların içeriklerini veya anlamlarını bilmediklerini ve çok daha önemlisi, söz konusu bilgisizliklerinin farkında olmadıklarını gösterme gayreti içinde olmuştur. Dolayısıyla o, karşısındaki kişilere hazır bilgi aktarmak yerine, felsefenin öncelikle analitik bir etkinlik olduğu inancıyla onların zihinlerinde bir açıklık yaratmaya çalışmıştır. İşte bu bağlamda Platon’un bütünleştirici veya kurucu felsefe anlayışının hocası Sokrates’in analitik felsefe anlayışından sonra geldiği, onun kendi öğretilerini ortaya koyduğu olgunluk dönemi diyaloglarını hocasının tartışmalarını anlattığı gençlik dönemi diyaloglarından sonra kaleme aldığı söylenebilir.
Felsefenin Eleştirel Boyutu
Felsefenin kavramları analiz eden, düşünceler arasındaki ilişkileri araştıran analitik boyutuyla varlığın veya dünyanın çok çeşitli unsurlarını birbirine bağlayan kurucu veya bütünleştirici boyutunu tamamlayan boyutu eleştirel boyutudur. Aslında o, felsefenin tamamen yeni bir yönü olmayıp bir anlamda ya analitik boyutun derinleştirilmesinden ya da çözümleyici boyut ile bütünleyici boyutun daha bir üst düzeyde sentezlenmesinden oluşur.
Başka bir deyişle o da çözümleyici boyutun veya analitik felsefe anlayışının dilsel analizine benzer şekilde kavramsal bulanıklık ve belirsizlikleri tespit edip ortadan kaldırmaya çalışır. Hatta biraz daha ileri giderek çeşitli kavram ya da teorilerin hem gerçek yüzü ve içeriğini hem de arka plan ya da dayanaklarını gözler önüne serme çabasıyla belirlenir. Fakat eleştirel yaklaşım bununla yetinmez, hatalı anlam içeriklerini veya neye hizmet ettiğini gösterdiği kavram ve teorilere yüklenmesi gereken yeni anlam ufuklarına işaret eder. Bu ise felsefenin eleştirel boyutunun salt bir “eleştiri dili” yle yetinmeyip bir de “imkân dili” geliştirme yoluna girdiği anlamına gelir.
Bunu en iyi Nietzsche’nin iyi ve kötü kavramlarına ilişkin analiziyle Foucault’nun bilgi kavramına dönük analizinde görebiliriz. Buna göre, insanlar özellikle bütün bir İlk Çağ ve Orta Çağ boyunca iyi ve kötünün, insan ve toplumdan bağımsız olan mutlak değerler, verili şeyler olduğuna inanmışlardı. Bugün de çoğumuz nesnel olarak belirlenip tanımlanmış iyi ve kötüler olduğuna inanırız. Oysa Nietzsche, hemen bütün kavramlar gibi “iyi” ve “kötü” kavramlarının da çıkardan bağımsız olmadığını öne sürerek bu kavramların güç kavramıyla olan ilişkilerini araştırdı. Başka bir deyişle o, ahlaki inançların tarihsel köklerini, moral kavram ve fikirlerin kökenlerini ortaya çıkarma anlamında bir jeneolojik etkinlik içine girmiş ve iyiyle kötü kavramlarının soy kütüğünü çıkarmaya çalışmıştı. Yani o, antropolojik bir yaklaşım benimsemiş ve insanların güçlüler ve zayıflar olarak ikiye ayrıldıklarını ve bu insanlar arasındaki ilişkilerin temelinde de ahlaki unsurlar yerine gerçek hayatta bulunan her şeyin olduğunu öne sürmüştü. Gerek hayatın bizatihi kendisindeki ve gerekse tek tek bireyler arasındaki ilişkiler, onun gözünde güç ilişkileri olup ahlakın mahiyetini belirleyen şey bireyin güçlü ya da zayıf olmasıdır. Buna göre, verili ahlak zayıf, güçsüz karakterli insanların teşekkül ettirdiği bir ahlaksa eğer, bu ahlak köle ahlakıdır; buna mukabil o güçlü, kendilerine güvenen, sağlıklı insanlar arasında teşekkül etmişse, söz konusu ahlak bu kez efendi ahlakı olmak durumundadır. O, on dokuzuncu yüzyıl koşullarında yürürlükte olan ahlakın, kaynağı itibariyle çok büyük ölçüde İbrani- Hristiyan geleneğinden çıkmış olan bir köle ahlakı olduğu, zayıfların güçlülere karşı duydukları haset ve hınç duyguları tarafından belirlendiği kanaatindeydi. Bu yüzden de mevcut iyi-kötü ayrımının güçsüzlerin veya zayıf karakterli insanların ahlaki değerlerinin baskın çıkmasının bir sonucu olduğunu göstermeye çalıştı. Bununla birlikte o, bu noktada kalmayıp bir eleştiri dilinden bir imkân dili yaratma yoluna gitti ve güçlü karakterlerin kendi değerlerini yaratma ve bildik iyiyle kötünün ötesine geçmek suretiyle yeni değerler yaratma potansiyelini ortaya çıkarma çabası sergiledi.
Ondan çokça etkilenen Foucault da, Nietzsche’nin eleştirel ve jeneolojik soruşturmasını başka bir kavram üzerinde gerçekleştirmişti. Burada da hemen çoğumuz bilgi kavramının tıpkı iyi kavramı gibi çıkardan bağımsız bir kavram olduğunu, meraklı insanların dış gerçekliği anlama ve anlamdırma çabalarının bir ürünü olduğunu düşünürüz. Oysa Foucault böyle bir şeyin olamayacağı inancıyla “nesnel hakikat”, “çıkar gözetmeyen bilgi”, “önyargısız kavrayış” benzeri kavramları eleştirel bir tarzda sorgular. Hatta daha da ileri giderek bilgi iddialarını tarihsel bir perspektiften hareketle ele alan Foucault, iktidar ve güç ilişkileriyle siyasetten bağımsız bir hakikat anlayışına karşı çıkar. Nitekim o, bilginin tarihsel süreç içinde oluşturulup tanımlandığını ileri sürerek nesnel, tarafsız ve evrensel olma iddiasıyla ortaya konan bütün bilgi iddialarının gerçekte belli bir iktidar formunu tesis etme zemini üzerine yükseldiğini savunur. Buna göre Foucault tarihselleştirdiği bilgi kavramını güç ya da iktidar düşüncesiyle ilişkilendirir. Bilgi ile iktidar arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu, iktidarın ilişkili bir bilgi alanının oluşturulmasıyla mümkün kılındığını ileri süren Foucault, nesnel bir bilgi alanının varlığını reddederken “iktidar ilişkilerini varsayıp oluşturmayan bir bilginin olamayacağını” söyler.
Kaynak: FELSEFE, s. 23-29, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2487 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1458