Felsefe hakkında her şey…

Düşünce deneyleri: Sıradan insanı bir filozofa dönüştüren filmler

30.01.2022
2.099
Düşünce deneyleri: Sıradan insanı bir filozofa dönüştüren filmler

Gösteri dünyası, eğlenceye odaklıdır, öyle değil mi? Ve sinemaya gitmek de oldukça eğlenceli olmalı…

Müzik yükselip kamera ilgi noktasına yaklaşırken, içimizde kıpırdanan duygularla çığlık atmak veya duygusal gereksinimler hissedip iç çekmek istiyoruz. Peki ya aynı zamanda, düşünmek de istiyor muyuz?

Pazarlamacılar, sinema seyircisinin salondan ayrılırken sadece beyaz perdede ürün yerleştirme yoluyla kendisine telkin edilen ürünü nereden satın alabileceğini düşünmesini isterler. Ancak sinemaya giderken birçoğumuz -çağdaş filozoflar dâhil-, seyredeceklerimizin beklentilerimizi karşılayacağını hayal ederiz.

Bazı filmler insanı düşünmeye sevk eder. Burada, filmin felsefi fikirleri daha geniş çevrelere ulaştırabilme olasılığını göz önüne alan yeni bir filozof türü ortaya çıkıyor. Örneğin Michael Levine ve Damian Cox, birlikte kaleme aldıkları “Thinking Through Film: Doing Philosophy, Watching Movies” isimli eserde, “The Matrix”in (1999) izleyicileri “Gerçek nedir?” gibi felsefi soruları düşünmeye ve bunlara cevap aramaya davet ettiğini iddia ediyorlar.

İzleyenler bileceklerdir: “The Matrix”te Neo’nun kırmızı ve yeşil hap arasında bir tercih yapması gerekmektedir. Sinema tarihinin bu kült sahnesinde Morpheus, Neo’ya bu haplar arasındaki ayrımı şöyle anlatır:

“Sana neden burada olduğunu anlatayım: Bir şey bildiğin için buradasın; fakat bildiğin şeyi açıklayamıyorsun. Hayatın boyunca dünyada ters giden bir şeyler olduğunu hissettin; bunun ne olduğu bilmiyorsun; ama o, orada. Beynine saplanan bir kıymık gibi seni çıldırtıyor. Seni bana getiren de bu duyguydu. Matrix’in ne olduğunu bilmek istiyor musun? Matrix her yerdedir. Şu anda bu odada; pencereden dışarı baktığında görürsün onu, ya da televizyonu açtığında; işe gittiğinde hissedersin Matrix’i, ya da kiliseye gidince; vergi borcunu öderken de… Gerçeği görmemen için dünya bir perde gibi önüne çekilmiş sanki: Köle olduğun gerçeği… Sen de herkes gibi bir kalıba doğdun. Tadını alamadığın, dokunamadığın, koklayamadığın bir mahpusa… Aklın için hazırlanmış bir mahpus… Ne yazık ki Matrix’in ne olduğu kimseye anlatılamaz. Onu kendin görmelisin. Bu son şansın. Buradan sonra dönüş yok. Eğer mavi hapı alırsan hikâye burada biter; yatağında uyanır ve istediğin şeye inanırsın. Kırmızı hapı alırsan Mucize Ülkesi’nde kalırsın ve sana tavşan deliğinin ne kadar derin olduğunu gösteririm. Unutma; sana gerçeği öneriyorum, fazlasını değil…”

Peki sen hangi hapı seçerdin?

İlgili konu: 2000’li yılların en iyi felsefe filmleri

Neo’nun hikâyesini anlatan “The Matrix” bize filozofların, düşüncelerini açımlarken kullandıkları geleneksel imgesel örnekler olan “düşünce deneylerini” betimlemek adına sinemanın mükemmel bir araç olabileceğini gösteriyor.

Antik Yunan’da Platon, duyularımızla edindiğimiz bilgilere güvenip güvenemeyeceğimizi düşündürmek için “mağara alegorisi” olarak bilinen klasik düşünce deneyini geliştirdi. Bu alegorinin özünde yer alan soru şuydu:

“Dünya göründüğü gibi midir?”

İşte “The Matrix” ve “Inception” (2010) gibi filmler de bu soruyu ele alıp gayet takip edilebilir bir biçimde irdeliyor.

Bu filmler; epistemolojik olarak derinlemesine tartışılmış felsefi fikirleri ele alarak neyi bilebileceğimizi ve dünyanın gerçekten bize göründüğü gibi olduğuna inanmak için mantıksal temellere sahip olup olmadığımızı sorguluyor.

Böylece klasik düşünce deneyleri hayat bulmuş oluyor ve bunlar büyük ekranda gösterildiğinde daha da dikkat çekiyor. Hatta Thomas Wartenberg gibi bazı filozoflar, “filmlerin felsefi kavramlara ve fikirlere, bunların etkilerinin daha net biçimde algılanmasını sağlayabilecek bir insani kisve katabildiğini” iddia ediyor.

Filmlerle övülen ve tanıtılan filozofların tabii ki övülecek ve tanıtılacak çok yönü vardır. Filmler felsefi fikirleri geniş kitlelere ulaştırabilir ve bu aktarımı da akademik bir dergide yayımlanan teknik bir makaleden çok daha erişilebilir ve ilginç bir biçimde gerçekleştirebilir (Yanlış anlama olmasın, akademik makalelere de tabii ki yerimiz var).

Wartenberg bize bu hususta insanların üzüntüye neden olan başarısız ilişkilerine dair anılarını silebildikleri takdirde neler olabileceğini anlatan “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” (2004) isimli filmi örnek olarak gösteriyor.

Peki izleyiciler bu filmdeki fikirler üzerine derinlemesine düşünmedikçe ya da düşüncelerini dile getirmedikçe, gerçekten de “felsefe yapıyor” olurlar mı?

Filmlerin felsefi derinliğe sahip olabileceğini iddia etmek, birçok filmin böyle olduğu veya çoğu film izleyicisinin izledikleri filmlere eleştirel bir bakışla yaklaştığı anlamına gelmez. Belki de bu yüzden, filmlerin eleştirel izleyicileri yaşam, hakikat ve ahlak üzerine düşünmeye teşvik edebileceği fikri bütün filozofları her zaman aynı ölçüde heyecanlandırmamıştır.

Adorno ve Horkheimer gibi büyük teorisyenler, Hollywood Stüdyosu’nun da Nazi propagandasına benzer şekilde ortaya çıkmış olabileceğinden tedirginlerdi ve bunu 1930’larda dillendirmişlerdi.

Holywood Stüdyo Sistemi döneminde Amerika’da çalışan Yahudi akademisyenler gibi, Adorno’nun endişesi de seri üretilen ve dağıtılan sanat eserlerinin sosyal normları değişmez gerçeklik olarak betimlemesiydi.

İzleyicinin hayal gücü sinematik ortam aracılığıyla betimlenen dünyaya müdahale edemezse ve bu dünyayla etkileşime geçemezse o zaman izleyiciler ahlaki ve sosyal süredurumu sahnelendiği gibi eleştiremezler. Bunun yerine, sadece sunulanı kabul eder ve betimlenen klişeleri pekiştirmiş olurlar.

Adorno’nun bu endişesi belki abartılmış bir tavır olsa da Hollywood ve Bollywood filmlerinin hâlâ büyük ölçüde klişelere dayandığını kabul etmeliyiz. Kalıplaşmış tarzda karşımıza çıkan romantik komedilerin veya sonu gelmeyen seriler hâlinde üretilen araba kovalamaca filmlerinin popülaritesini bir düşünün isterseniz.

İzleyicilerin bu hikâyeleri ve bunların içindeki mevcut klişeleri düşünmeden edilgen bir şekilde sindirmelerinden endişelenmeli miyiz dersiniz?

Bu klişe betimler, belli değerleri aktarıyor elbette. Peki aynı betimler başkalarıyla nasıl ilişki kurduğumuzu; erkekleri, kadınları, kültürleri anlamamızı veya romantik ilişkilerin gidişatını hiç olumsuz etkilemiyor mu?

Bu, yanıtlanması kolay bir soru değildir ve insanlar genellikle, örneğin, şiddetin grafik tasvirlerinin etkisinden daha fazla endişelenirler. Bununla ilgili yapılmış ampirik çalışmalar bulunmasına rağmen, psikologlar durumun böyle olduğunu kesin olarak düşünmüyorlar. Adorno gibi teorisyenler de filmlerin toplumu yansıttığını ve ancak toplum değiştiğinde değişeceğini kabul ediyorlar.

Bu nedenle, öyle geliyor ki eleştirel düşünmenin filmi seyretmeye başlamadan tetiklenmesi gerekiyor. Böylece hangi filmleri izleyeceğinizi seçtiğinizde, izleyeceklerinizin üzerinde eleştirel bir şekilde düşünmeniz ya da o filmleri izlememeniz kuvvetle muhtemel olacaktır.

Filmler izleyicilere kesinlikle yeni ve farklı bakış açıları sunabilir; gerçek hayatta asla karşılaşamayacakları hikâyelerle ve karakterlerle hayal gücüne dayalı bir etkileşim kurma fırsatı verir. Örneğin 1990’larda Tom Hanks’in başrolünde oynadığı “Philadelphia” isimli film, o zamanlar pek fazla insanın bilgi sahibi olmadığı HIV ve AIDS hastalıkları hakkında farkındalık yaratmasıyla büyük bir beğeni toplamıştı.

Fakat ne yazık ki en çok seyredilen filmler; kadın kahramanlara bağlanma fobisi yaşayan erkek kahramanlar ile bolca kahkaha, çokça çiçek ve birçok beyaz kıyafet içeren klişelerle dolu ve müphem ahlaki değerler yaratan romantik komedilerdir.

Katherine Heigl bile bir röportajında çok fazla romantik komedide rol aldığını, bunların gayret gerektirmeyen ve basit işler olduğunu itiraf etti.

Hollywood’un gişe rekorları kıran filmleri her yerde gösteriliyor ve pek çoğu, ortaya koydukları klişelerle aktif, akıllıca ve yaratıcı katılımı teşvik etmiyor.

Bu tek başına, filmlerle de “felsefe yapılabileceği” iddialarını çürütmeye yetmese de yalnızca filmin kendisine değil, aynı zamanda filmi izleyen eleştirel (veya edilgen) izleyiciye de odaklanma ihtiyacının altını çiziyor.

Film seçimi yapan izleyici, kendi tercihini neye doğru yapıyorsa filmler de ona hizmet edebiliyor.

Felsefi derinliği olan ya da olduğu düşünülen filmleri seçmek yerine romantik komedilerde kaybolmamanız ümidiyle…

 


 

Yazar: Laura D’Olimpio (Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi, University of Notre Dame Australia)

Çeviri: Sosyolog Ömer YILDIRIM

Bu makale, Sosyolog Ömer YILDIRIM tarafından www.felsefe.gen.tr için derlenerek çevrilmiştir.

Derleme için kaynak metin: Thought experiments: the films that turn us into philosophers

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...