Anlamın Belirsizliği Nedir?
Quine’ın geleneksel biçimiyle felsefeye yönelik eleştirisi analitik doğrularla sınırlı değildir. Quine doğalcı bakış açısını genel olarak dil anlayışına ve anlambilime taşır. “Ontological Relativity” başlıklı makalesinin girişinde Dewey ve Wittgenstein’ın özel bir dilin olanaklılığını reddedişlerinden bahseder. Öte yandan Wittgenstein’ın Dewey’e benzer bir biçimde özel dili reddetse de dile ilişkin kopya kuramını savunmayı sürdürdüğünü söyleyerek kendisini eleştirir:
Değişik biçimleriyle kopya kuramı ana felsefî geleneğe ve günümüzdeki sağduyuya dayalı tavra yakın durmaktadır. Eleştirel olmayan anlambilim, sergilenenlerin anlamlar ve kelimelerin de etiketler olduğu bir müze mitinden ibarettir. Dil değiştirmek etiketleri değiştirmektir. Şimdi doğalcı yaklaşımı savunanların bu görüşe asıl itirazları anlamların zihinsel şeyler olmasına bir itiraz değildir ki bu da yeterince güçlü bir eleştiri olurdu. Esas eleştiri, etiketlenmiş teşhir ürünlerinin zihinsel fikirler değil Platoncu fikirler ve hatta kendilerine gönderme yapılan somut nesneler olsa da aynen geçerliliğini korur. Bir kişinin anlambiliminin, sergileyebileceği açık davranışlarına içkin olanın ötesinde zihninde bir biçimde belirlenmiş olduğunu düşündüğümüz sürece, anlambilim habis bir zihinsellikle bozulmuş demektir (“Ontological Relativity”, s.569-570).
Quine’ın burada gözlemlenebilir davranışlara yaptığı vurgu son derece önemlidir. Quine’a göre dil öğrenme sürecinde, bir kişinin diğerlerinin sergilediği davranışların ötesinde nüfuz edebileceği başka bir veri kaynağı mevcut değildir. Anlamın davranışçı bir biçimde ele alınmasının ise derin sonuçları bulunmaktadır. Quine’a göre doğalcı bir dil anlayışını ve davranışa dayalı bir anlam kuramını benimsediğimizde, anlamın belirliliğinden de vazgeçmiş oluruz. Bir başka deyişle, iki farklı ifadenin anlamlarının aynı olup olmadığının belirli bir cevabı artık yoktur.
Quine bu belirsizliği göstermek için hiç bilmediğimiz ve bizim dilimize uzak bir dili bir dilbilimcinin öğrenmeye çalıştığı bir durumu örnek olarak seçer. Elimizin altında sözlükler, gramer kitapları vb. bulunmamaktadır. Dili öğrenmenin yolu köktenci çeviri yöntemidir. Bu durumda sadece dili bilen muhataplarımızın sergiledikleri davranışlarla karşı karşıyayızdır. Aslında bu durum, dil öğrenen bir çocuğun durumundan farklı değildir. Tek fark yeni dili öğrenmeye çalışan kişinin, mesela bir dilbilimcinin elinde, kendi bildiği dil bulunmaktadır.
Dilbilimcinin bu durumda yapmaya çalıştığı şey, gözlemlenebilir davranışlara dayanarak bir tür çeviri elkitabı oluşturmaktır. Quine bir örnek olarak, dilbilimci ile öğrenmeye çalıştığı dili konuşan bir kişinin yanından bir tavşanın geçtiği bir durumu anlatır. Yabancı dili konuşan kişi tavşana işaret ederek “Gavagai” der. Dilbilimci bu sözcüğün “tavşan” sözcüğüne karşılık geleceğine dair bir varsayım geliştirir. Farklı durumlarda bunun tekrarlanıp tekrarlanmadığına bakar. Tümevarımsal bir çıkarımla sonuçta bu sözcüğün “tavşan” anlamına geldiğine karar verebilir. Quine’a göre ise burada yabancı dili konuşanların aslında tek bir tavşanı mı, tavşanın bir parçasını mı, uzay – zamanda tavşanın kapladığı belli bir yeri mi kastettiğinin sergilenen davranışa bakarak belirlenemeyeceğini öne sürer. Zaman içerisinde dilbilimcinin başka bazı sözcükleri öğrenip, “Bununla şu aynı mı?” vb. sorularla bu durumu netleştirmeye çalışabileceğini, ancak aynı belirsizliğin bu yeni öğrenilen sözcükler için de aynen geçerli olduğunu belirtir. Söz konusu bu belirsizlik hem sözcüklerin içlemleri hem de kaplamları için geçerlidir.
Quine daha sonra tartışmasını anadil için tekrarlar. Başka bir dilin öğrenilmesi ile anadilin öğrenilmesi arasında esasen bir fark bulunmamaktadır. Dili yeni öğrenen bir çocuğun elinde de gözlemlediği davranışların ötesinde bir veri bulunmamaktadır. Aynı dili konuşan iki kişiden birinin bir sözcüğü kullandığında neye işaret ettiği ya da neyi kastettiği de aynı ölçüde belirsizliğe tabidir. Quine’a göre sorunun özünde nesnelerin bireyselleştirilmesine dair bir belirsizlik yatmaktadır. Nesnel olarak kendi başlarına bireylerden ve bireyselleşmeden söz edemeyeceğimiz için, dilin içerisinde ve dile göre bir bölme ve bireyselleştirme yapmak durumundayızdır. Ancak bunu yaparken de elimizde gözlemlenebilir davranışlardan fazla bir araç bulunmamaktadır. Sonuçta Quine bu sorunu gönderimin netleştirilememesi (İng. inscrutability of reference) olarak adlandırmaktadır.
Ancak Quine haklı ise bu durumda belirsizlik sadece aynı dili konuşan kişilerin birbirlerini tam olarak anlayamamalarının da ötesinde, her kişinin kendi konuştuğu dilde bir belirsizliğin olduğunu kabul etmemizi gerektirmektedir. Özel bir dil olanaklı olmadığına göre, bir dili konuşurken söz konusu belirsizliği aşabilmemizin bir olanağı bulunmamaktadır.
Quine işi bu noktaya kadar vardırmak istememektedir ve söz konusu belirsizliğe bir sınır çekmeye çalışmaktadır:
Bu açmazı çözmek için kendimizi evde, tüm yüklemleri ve yardımcı araçları ile dilimizde düşünelim. Bu sözcük dağarı “tavşan”, “tavşan parçası”, “tavşan (olmanın bir) evresi”, “tamdeyim”, “sayı”, “öküz”, “sığır” kelimelerini içermektedir; ayrıca aynılık ve farklılık gibi ikili yüklemleri ve diğer mantıksal parçacıkları da içermektedir. Bu terimlerle pek çok sözcükle bunun bir tamdeyim ve şunun bir sayı, bunun bir tavşan, şunun bir tavşan parçası, bu ve şunun aynı tavşan, bu ve şunun farklı parçalar olduğunu söyleyebiliriz. Tam da bu sözcüklerle. Bu terimlerin ve yüklemlerin ve yardımcı araçların oluşturduğu şebeke, görelilik jargonunu kullanırsak, bizim referans çerçevemizdir, bizim koordinat sistemimizdir. Bu çerçeveye göre, tavşanlar ve parçaları, tamdeyimler ve sayılar hakkında anlamlı ve ayırt edici bir surette konuşabiliriz ve konuşuruz. Ayrıca, daha önceki paragraflarda yaptığımız gibi, bize aşina terimlerin farklı gönderimleri hakkında tefekkür edebiliriz (…). Evet, gönderim saçmadır, ama sadece bir koordinat sistemine göreli olmadığı sürece. Bu görelilik ilkesinde bizim açmazımızın çözümü yatmaktadır (“Ontological Relativity”, s.582-3).
Söz konusu bütüncülük ve belirsizliğin iki farklı türde sınırlanması söz konusudur. İlki, her ne kadar inançlarımız ve bilgilerimiz birbirleri tarafından belirlenen bağdaşık bir dizgede oluştursalar deneyimle temas ettikleri bir nokta bulunmaktadır. Gözlem önermeleri bu itibarla bütüncülüğe ve bağdaşıklığa bir sınır çekmektedir. Quine bu itibarla bilginin bağdaşıklık kuramı ile bilginin duyusal bir temele dayandığı görüşünü bir araya getirdiğini düşünmektedir. İkinci sınır ise her bir dilin anlamlı ve farklı gönderimleri ayırt edici bir referans çerçevesi oluşturmasıyla çizilmektedir. Evet, farklı dilleri birbiriyle kıyaslayacak dil dışı bir nirengi noktamız bulunmamaktadır ama bu dilin anlamsız ve tamamıyla belirsiz olduğu anlamına gelmemektedir.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı