Felsefe hakkında her şey…

Ulus-Devletin Ortaya Çıkışı ve Dönüşümü

13.11.2019
3.414

Romalıların klasik dil kullanımında, günümüz Avrupa dillerinin önemli çoğunluğunda ulus kavramına karşılık gelen “natio”, aynı zamanda da “gens”, yurttaş anlamına gelen “civitas”a karşıt kavramlardır (Habermas 2002, s. 18).

Uluslar işin en başından, yani Fransız Devrimi’nden ve Endüstri Devrimi’nden yüzyıllar öncesinden beri, coğrafî bakımdan yerleşim ve komşuluklar, kültürel açıdansa ortak dil, töre ve geleneklerle devlet benzeri, fakat siyasi olmayan bir örgütlenme biçimi içerisinde kaynaşmış soy topluluklarıdır (a.y.). Örneğin, Ortaçağ’da üniversitede öğrenciler geldikleri memleketler (nationes) bakımından gruplandırılmıştır ve Avrupa topluluklarındaki coğrafî hareketliliğin artmasıyla “nationes” kavramı, daha çok şövalye tarikatı, üniversite, manastır, ticaret yerleşimi gibi ülke ya da coğrafî bölge içinde yapılan ayrımlara karşılık gelecek biçimde kullanılmaya başlanmıştır (a.y.).

19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısında etkisini hissettiren ırkçı siyaset anlayışı, ulusun soyla ilişkilendirilen tanımından beslenmiştir.

Bugün ulus-devlet kavramının ve günümüzdeki ulus-devletlerin, on sekizinci yüzyılda Avrupa toplumlarında gerçekleşen Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi’nin sonucu olduğu, ortalama bir ilk ve orta öğrenim görmüş hemen herkesin bildiği tarihsel bir gerçekliktir. İlk olarak doğduğu coğrafyada Fransa, İtalya, Almanya ile başlayıp daha sonra diğer orta ve doğu Avrupa ülkelerine yayılan ulus-devletler, İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 ve sonrasında Asya’da ve Afrika’da da ortaya çıkmıştır. Aydınlanma sırasında olgunlaşan ve Fransız Devrimi sonrasında Avrupa toplumlarında yaygınlaşarak benimsenen laik, demokratik ve nispeten eşitlikçi bir anlayış temeli üzerinde yükselen ulus-devlet, Orta Çağ’daki derebeyliklerden ve Yeni Çağ’da tekrar güçlenmeye başlayarak merkezî otoriteler kurmayı başaran krallıklardan farklı olarak, aynı dinden, aynı kavimden ya da aynı krallığın tebâsı olmaktan farklı bir bilincin, yurttaşlık bilincinin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir.

Ulus-devlet, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi’nin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve dünyada bugün 222 bağımsız ulus-devlet vardır. Bunların 171’i de Birleşmiş Milletler üyesidir.

Ali Osman Gündoğan, “Devlet ve Milliyetçilik” başlıklı çalışmasında, ulus-devletin gerçekleşmesi için, 1. kültürel, 2. siyasi bir birlik ve bütünleşmenin olması gerektiğini ifade eder (Gündoğan 2002, s. 197). Yine Gündoğan’a göre, ulus-devlet, Aydınlanma ve Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkmış milliyetçilik ideolojisiyle paralel biçimde kendisini gösteren modern devlettir ve bu modern devlet anlayışının geçmişi 19. yüzyıla dayanır (a.y.). 20. yüzyılda belirgin biçimde yaygınlaşan ve meşruiyet kazanan ulus-devletin ortaya çıkışı, Alman düşünür Jürgen Habermas’a (1929-) göre, şu üç biçimde gerçekleşmiştir: (1). Birbirinden ayrı yaşayan etnik grupların komşu bölgelere, soylara, alt-kültürlere, dil ve din topluluklarına yayılarak; (2). Halkların ya da bir toplumun ayrılmaz parçası kabul edilebilecek alt-halkların devlet politikalarının da kısmen yardımıyla asimile edilmeleri, baskı altına alınmaları ya da marjinalleştirilmeleri pahasına; (3). Kanlı saflaştırma töreleriyle ve yeni azınlıkların sürekli baskı altına alınması yoluyla (Habermas 2002, s. 50). Habermas, 2. biçimde ortaya çıkan ulus-devlet modelinin, homojen bir halka dayanmamasına karşın, böyle bir homojen toplumu yapay olarak meydana getirmeyi hedeflediğini savunur ve böyle bir ulus-devlet modeli için demokrasiden uzaklaşma olasılığına dikkat çeker (a.y.). Habermas’ın 3. model olarak dile getirdiği ulus-devletse, en uygun dile getirişle, ırkçıdır: Göçe zorlamalar, bu tarz devletlerin en sık başvurduğu çözüm yollarındandır (a.y.).

Kökeni Eski Yunancada “aynı” anlamına gelen homo ile “tip, cins” gibi anlamlara gelen genus sözcüklerinde bulunan homojen terimi, bir sıfat olarak tek tip, her yeri bir veya aynı, içerisinde farklılıklar taşımayan anlamlarında kullanılır.

Irkçı ulus-devlet modelini, ırkçılığa ve etnosentrizme vurgu yapan milliyetçi ideolojiler oluşturur. Böyle bir anlayış için, 1990’ların başındaki Sırp milliyetçiliği uygun bir örnek oluşturur.

Ulus-devletler, hangi koşullarda ve hangi modeller altında ortaya çıkmış olurlarsa olsunlar, ortak yönleri, üniter ve kolay kolay çoğulculuğu benimseyemeyen bir yapıya sahip olmalarıdır (Gündoğan 2002, s. 198). Geçen ünitede kısmen değindiğimiz çokkültürcülüğün ulus-devlete zarar vereceği yönlü kaygılar da, genellikle çoğulcu bir toplum yapısını kabul etmekteki isteksizliğin bir sonucu olarak yorumlanabilir (a.y.). Bu da Habermas’a göre ulus-devlet kavramının içinde barındırdığı ikilemle açıklanabilir. İkilemin bir yanında eşitlikçi bir hukuk toplumunun evrenselciliği, diğer yanındaysa tarihteki yazgıları ortak olan bir toplumun yerelliği ve biricikliği bulunmaktadır (Habermas 2002, s. 23). Böyle bir ikilem de, ulus kavramının şu iki yönünden kaynaklanmaktadır: 1. Yapay devlet vatandaşlığı ulusu, 2. Toplumsal bütünleşmeye çabalayan halkçı-doğal temeli olan-ulus anlayışı (a.y.).

Üniter, birleştirici, bütünleştirici, tekleştirici gibi anlamlarda kullanılan, kökeni Latincedeki uno (bir) sözcüğüne dayanan bir terimdir. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti, üniter bir devlet yapısına sahiptir.

Hitler deneyiminden sonra Avrupa ulus-devletleri, yurttaşlık bilinci temeline dayalı sosyal devletler olarak dönüşüme uğramış ve toplumdaki tüm katmanların taleplerini dikkate almayı ilke edinme yolunu seçmiştir (a.y., s. 199). Bu seçimin nedeni şöyle açıklanabilir: Ulus-devletler için toplumdaki farklılıkları tehdit yerine zenginlik olarak yorumlamak ve homojen toplum saplantısından vazgeçmek bir zorunluluk halini almıştır. Homojen toplum saplantısından vazgeçmeyen-ya da vazgeçemeyen- ulusdevletler için, çokkültürcülük ve küreselleşme ciddi birer tehdit oluşturacaktır.

Hitler’in yol açtığı ağır siyasi-toplumsal sonuçlardan sonra Avrupa ulus-devletleri, soy ve dil birliği temelinden çok, yurttaşlık bilinci temeline dayalı bir sosyal devlet olma ve yurttaşlarının tümünün taleplerine kulak verme yolunu seçmiştir.

Son söylediklerimiz üzerinde düşününce, şu soruları sormamızın gerekli olduğunu görürüz: Küreselleşme, ulus-devletler için bir tehdit midir; neden ve nasıl? Ulus-devletler küreselleşmeye direnerek mi yoksa küreselleşmeyle gelen bazı evrenselleştirilmiş değerleri kendilerine mal ederek mi varlıklarını sürdürebilirler?

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...