Felsefe hakkında her şey…

Soren Kierkegaard’da İnanç ve Etik İlişkisi

07.11.2019
2.115

İbrahim Tanrı’dan bir mesaj alır. Hakikaten korkunç bir mesajdır bu: Tek oğlu İshak’ı kurban etmelidir İbrahim. İbrahim duygusal bir kargaşa içine girer. Oğlunu sevmektedir; ama kendisi dini bütün bir insandır ve Tanrı’nın emirlerine itaat etmesi gerektiğini bilmektedir.

Eski Ahit’teki Yaratılıştan alınan bir hikâyede, İbrahim oğlunu Moriah Dağı’nın tepesine götürüp adak taşına yatırır, Tanrı’nın istediği gibi oğlunu bıçağıyla kurban edecektir. Ancak son anda, Tanrı bir melek gönderip onu durdurur. Bunun yerine, İbrahim yakınlardaki çalılara yakalanmış bir koçu kurban eder. Tanrı, İbrahim’in sadakatini oğlunun yaşamasına izin vererek ödüllendirir. Bu, mesajı olan bir hikâyedir. Buradan ahlaki olarak çıkarılacak olanın genellikle, “inançlı ol, Tanrı’nın sana dediklerini yap, her şey daha iyiye gidecektir” olduğu düşünülür.

Temel mesele, Tanrı’nın sözlerinden şüphe etmemektir. Ancak Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard için konu o kadar basit değildir. “Korku ve Titreme” (1842) adlı kitabında, İbrahim’in aklından geçenleri, evinden İshak’ı öldüreceğine inandığı dağa giderken yolda üç gün boyunca hissettiği korkuyu, acıyı ve sorgulamayı hayal etmeye çalışmıştır.

Kierkegaard oldukça garip biriydi ve yaşadığı yer olan Kopenhag’a kolayca uyum sağlayamamıştı. Bu ufak tefek adam, gündüzleri sık sık şehrin sokaklarında bir dostuyla sohbet ederken görülüyor ve kendini Danimarkalı Sokrates olarak görmekten hoşlanıyordu. Geceleri ise mumlarla çevrili masasının başında durarak yazı yazıyordu. En garip davranışlarından biri, bir oyuna ara verildiği zaman salona girip herkesin sanki zaten oyunun başından beri oradaymış, eğleniyormuş gibi düşünmesini sağlamaktı; oysa oyunu hiç izlememiş, tüm o vakit boyunca evinde yazmakla uğraşır olurdu.

Bir yazar olarak çok çalışırdı ancak özel hayatında acı verici bir seçim yapmak zorunda kaldı. Genç bir kadına, Regine Olsen’e gönlünü kaptırmış ve ona evlenme teklif etmişti. Regine bu teklifi kabul etti. Ne var ki Kierkegaard, evlenmek için fazla karamsar ve dindar olduğundan endişe ediyordu. Belki de Danca “mezarlık” anlamına gelen “Kierkegaard” soyadının hakkını veriyordu. Regine’e, onunla evlenemeyeceğini yazdı ve nişan yüzüğünü geri gönderdi. Bu kararı verdiği için kendini çok kötü hissetmiş, sonrasında gecelerce yatağında ağlamıştı. Regine, doğal olarak yıkılmış ve geri dönmesi için ona yalvarmıştı. Kierkegaard bunu reddetti. Bu olaydan sonra, yazılarının çoğunun nasıl yaşanılacağına karar verme ve doğru kararı verdiğinizi bilmenin zorluğu üzerine olması tesadüf değildir.

Karar verme, en ünlü eserinin başlığına yerleşmişti: Ya/Ya da. Bu kitap, okuyuculara ya sefa sürmek ve güzelliği kovalamak ya da geleneksel ahlaki kurallara bağlı kalmak arasındaki seçimi sunmaktaydı, estetik ile etik arasındaki bir seçimi. Gelgelelim, çalışmasında sürekli geldiği nokta Tanrı inancıydı. İbrahim’in hikayesi meselenin kalbidir. Kierkegaard için Tanrı’ya inanmak basit bir karar değildir, hatta karanlığa adım atmayı gerektirir ve inanca dayanarak karar vermek, ne yapmanız gerektiğini söyleyen geleneksel fikirlere ters düşebilir. Eğer İbrahim durmayıp oğlunu öldürseydi, bu ahlaki açıdan yanlış bir şey olurdu. Bir babanın temel görevi oğluna bakmaktır ve kesinlikle onu adak taşına yatırıp dini bir ayinde boğazını kesmemelidir. Tanrı’nın İbrahim’den istediği şey, ahlakı görmezden gelmesi ve gözünü karartmasıdır. Kutsal Kitapta İbrahim, normal anlamda doğru ve yanlışı görmezden geldiği ve oğlu İshak’ı bile kurban etmeye hazır olduğu için hayran olunacak biri olarak gösterilir. Peki ama korkunç bir hata yapmış olamaz mıydı? Mesaj gerçekten Tanrı’dan gelmemiş olsaydı ne olurdu? Belki de bir halüsinasyondu, belki de İbrahim delirmiş ve gaipten sesler duymaya başlamıştı. Nasıl emin olabilirdi? Eğer Tanrı’nın verdiği emri değiştireceğini başta bilseydi, İbrahim için işler daha kolay olurdu. Ama bıçağını oğlunun kanını dökmek için kaldırdığında, gerçekten onu öldüreceğine inanıyordu.

Kutsal Kitapta anlatılan sahneye göre asıl vurgulanmak istenen budur. inancı son derece etkileyicidir, çünkü geleneksel etik kaygılar yerine Tanrı’ya güvenmişti. Aksi takdirde inanç olmazdı. İnanç risk içerir; ayrıca irrasyoneldir, akla dayanmaz. Kierkegaard bir babanın daima oğlunu korumak zorunda olması gibi genelgeçer toplumsal görenlerin bazen en yüksek değerde olmadığına inanıyordu. Tanrı’ya itaat etme görevi, iyi bir baba olma görevinin, aslında diğer bütün görenlerin üstüne çıkar. İnsani bakış açısından, İbrahim oğlunu kurban etmeyi düşünecek kadar katı kalpli ve gayriahlaki görünebilir. Ancak Tanrı’nın emri, bu emir her ne olursa olsun, oyunu kazanan iskambildeki as gibidir. Destede daha yüksek bir kart yoktur ve insan etiği artık anlamlı değildir. Bununla birlikte, inanç uğruna etikten uzaklaşan bir kişi acı verici bir karar verir, her şeyi tehlikeye atar, yaptığı şeyin nasıl bir yararı olacağını ya da ne olacağını bilmez, mesajın gerçekten Tanrı’dan gelip gelmediğinden emin olamaz. Bu yolu seçenler tamamen yalnızdır.

Kierkegaard Hristiyandı, ancak Danimarka kilisesinden nefret ediyor ve etrafındaki kayıtsız Hristiyanların davranışlarını kabul edemi. yordu. Onun için din, kilisede şarkı söylemek için bir bahane değil, yürek burkan bir seçimdi. Ona göre Danimarka kilisesi Hristiyanlığı çarpıtıyordu ve gerçekten Hristiyan değildi. Doğal olarak bu düşünceleri onu sevilen biri haline getirmedi. Sokrates gibi o da eleştirilerinden ve sert ifadelerinden hoşlanmayan insanları kızdırdı.

Kierkegaard’ın neye inandığını anlattık. Aslıda onun kitaplarında gerçekten neyi kastettiğini yorumlamak bu kadar kolay değildir. Bu bilerek yaptığı bir şeydi. Kierkegaard sizi, kendi başınıza düşünmeye çağıran bir yazardır. Nadiren kendi ismiyle yazar, genelde takma isim kullanırdı. Söz gelimi, “Korku ve Titreme” kitabını Johannes de Silentio adıyla yazmıştı, yani Sessiz John. Bu, yalnızca kitapları Kierkegaard’ın yazmış olduğunu saklamak için değildi, yazarın kim olduğunu pek çok kişi hemen tahmin ediyordu ki muhtemelen onun da istediği buydu. Kitabı için uydurduğu yazarlar, dünyaya kendi bakış açılarından bakan karakterlerdi. Bu, Kierkegaard’ın tartıştığı durumları okuyucuya anlatmak ve onları da tartışmanın içine çekmek için kullandığı tekniklerden biridir. Dünyayı o karakterin gözlerinden görürsünüz ve onun hayata dair farklı yaklaşımlarının değerini belirlemek size düşer. Kierkegaard’ın yazdıklarını okumak roman okumak gibidir, fikirlerini geliştirmek için sıklıkla kurgusal anlatıyı kullanır. Ya/Ya da kitabında (1843), kitabın hayali editörü Victor Eremita, ikinci el bir masadaki gizli çekmecede duran bir el yazması bulduğunu anlatır.

El yazması, kitabın ana metnidir. Güya iki farklı kişi tarafından yazılmıştır, bunları A ve B olarak tanımlar. İlki, hayatı can sıkıntısından kurtulma etrafında dönen ve yeni heyecanlar arayan zevk meraklısı biridir. Genç bir kadını ayartma hikâyesi günlük tarzında anlatılır. Bu kısa hikaye bazı açılardan Kierkegaard’ın Regine ile olan. ilişkisine ayva tutar. Zevk düşkünü bu karakter, Kierkegaard’ın aksine, yalnızca kendi hisleriyle ilgilenmektedir. Ya/Ya da kitabının ikinci kısmı ise, adeta bir yargıç tarafından yazılmış gibidir, ahlaki yaşam tarzını savunur. İlk kısmın üslubu, A’nın ilgilerini yansıtır: Sanat, opera ve baştan çıkarmayla ilgili kısa pasajlardan oluşmaktadır. Bu bölümde sanki yazar, düşüncelerini uzun süre bir konuya veremiyormuş gibidir. İkinci kısım ise yargıcın hayata bakış açısını yansıtacak şekilde daha ciddi, uzun ve sıkıcı bir üslupla yazılmıştır. Bu arada, eğer reddedilen zavallı Regine Olsen için üzülüyorsanız, Kierkegaard’la yaşadığı inişli çıkışlı ilişkiden sonra bir devlet memuruyla evlendi ve görünen o ki, hayatının geri kalanında yeterince mutlu yaşadı. Kierkegaard ise asla evlenmedi ve hatta Regine’den ayrıldıktan sonra bir kız arkadaşı bile olmadı. Regine onun gerçek aşkıydı ve başarısız olan ilişkileri, kısa ve ıstırap dolu hayatında yazdığı neredeyse her şeyin kaynağıydı.

Birçok filozof gibi Kierkegaard’ın da değeri kısa hayatı -henüz 42 yaşındayken öldü- süresince tamamen anlaşılmadı. Kitapları, herhangi bir rehberin yokluğunda ne yapacağımıza karar vermenin getirdiği keder üzerine olan düşüncelerinden etkilenen Jean-Paul Sartre  varoluşçularla birlikte yirminci yüzyılda ünlü oldu.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı, “Her Yönüyle Felsefe” Kennet Shouler

 

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 2 YORUM
  1. cult ure dedi ki:

    abi bir felsefe sitesi bu kadar kötü türkçe ile yazar mı yaa. bir yığın imla hatası da cabası.

    1. Ömer YILDIRIM dedi ki:

      Merhaba. Sitenin neredeyse bütün özgün içeriği, tam Türkçe ile yazılmaktadır. Siz bir şeyleri yanlış biliyorsanız, o sizin yanlışınızdır.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...