Saussure’de Gösteren – Gösterilen Ayrımı
Saussure dili, düşünce ile sese aracılık yapma görevinde olan, saf bir değerler dizgesi olarak tanımlar ve bulanık kavramların belirsiz düzleminde, birbirine bitişik bir dizi alt bölüm olarak gösterir. Dilin bu gizemini ifade etmek için dalga metaforuna başvurmaktadır.
“Düşünce-ses bölümlemeler gerektirir ve dil biçimlenmemiş iki yığın arasında oluşurken kendi birimlerini yaratır. Geniş bir su yüzeyine değen havayı düşünün; Eğer atmosfer basıncı değişirse, suyun yüzeyi bir dizi bölüme, daha açık bir değişle dalgalara ayrışır. İşte bu dalgalar düşüncenin sessel özdekle birleşmesini –eşleşme de diyebiliriz biz buna- iyi örneklendirir.”
Dil, iki yüzü olan bir gerçekliktir. Biri soyut, yani kafamızda tasarladığımız kavramsal yüzü; diğeri de somut, maddesel olan, sessel imgedir. Dilin sessel yönündeki maddesel ifade, sesin zihnimizde oluşturduğu imgeyi göstermek için kullanılmıştır.
Dilin maddeselliği, sesin zihinsel “maddeselliğinden” öteye gitmemektedir ve daha çok soyut kavramın karşıtı olan imgenin duyusallığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Bunlardan ilki, yani dilin maddesel yönünü ifade eden gösteren, ikincisi ise gösterilendir. Dil göstergesi, gösteren ve gösterilenin birleşmesinden oluşur ve bir kağıdın iki yüzü gibidir.
Gösterilen yüz, kavramdır yani ideal anlamdır. Gösteren ise Saussure’ün imge dediği, akustik maddesel fenomenin “ruha basılması”dır. “Dilde gösterilen hiçbir şekilde belirtilen nesne ile özdeşleşmez ve gösteren/ gösterilen karşıtlığı isim/ nesne karşıtlığını kapsamaz.” Dil göstergesi tamamen zihinsel bir olaydır. Dış dünyanın nesnelliğini temsil etmek gibi bir görevi yoktur. Gösterilene tekabül etmesi beklenen nesne bir nevi paranteze alınmıştır. Gösteren ve gösterilen arasındaki karşıtlığın, dış dünyanın nesneselliğini temsil etme gibi bir görevi yoksa, bu karşıtlığın ögeleri arasında ne türden bir ilişki vardır?
“Gerçekten de dilin tüm dizgesi, göstergenin nedensizliği gibi usa aykırı bir ilkeye dayanır. Sınırsız bir uygulama ile bu ilke son derece büyük karışıklığa yol açabilir. Ama usumuz, göstergeler yığınının kimi bölümlerine bir düzen ve kural ilkesi getirmeyi başarır. İşte görece nedenliliğin görevi de budur. Eğer dilin düzeneği tümüyle usa uygun olsaydı, onu kendisi bakımından inceleyebilirdik. Ama bu düzenek, doğal olarak karmakarışık bir dizgenin yalnız bir yanını düzeltebildiğinden, dil bize öz niteliğinden doğan görüş açısını benimsetir ve bu düzeneği, nedensizliğin sınırlanması olarak inceleriz.”
Saussure’e göre dil göstergesi nedensizdir ve gösterileni, gösterene bağlayan bağ hiçbir iç ilişkiye (saydam, miras alınmış, şekilsel veya sessel) dayanmamaktadır. Örneğin “ağaç” göstereninde ağaçsal hiçbir faktör yoktur. Almanca “Baum”, İngilizce “Tree” veya Latince “Arbor” olan canlının Türkçe’deki göstereninden ibarettir ve bu canlının kendiliğinden gelen öz niteliğini belirtmemektedir. Göstergenin nedensizliği, dilin bir uzlaşımın ürünü olduğu ve üzerinde anlaşmaya varılan göstergenin niteliğinin önemsiz olduğunu vurgulamaktadır.
Göstergedeki bu keyfilik dilin bütün ögelerini kapsamaz. Bazı göstergeler görece bir nedenlilik taşıyabilir. Örneğin “yirmi” ile “ondokuz” aynı oranda nedensiz değildir ve bileşik sözcükler de benzer bir nedenlilik taşıyabilirler. Bir de sesin yansımalı özelliğinden oluşan bir nedenlilik vardır. Bu nedenlilik, bir gürültüye (şırıl, çat gibi) duyusal bir nitelik atfetmekten ve ses ile gösterilen arasında bir özdeşlik ilişkisi kurmaktan oluşmaktadır.
Dilin göstergeleri ,özerk oluşumlar olmaktan ziyade dil sisteminin ögeleridir. Bu ögeler, diğer ögelerin sahip olmadıklarını gösterir ve bir anlamda özdeşlikleri değil, farklılıkları ifade ederler. Göstergenin kendisini oluşturan unsurun farklılık olması, göstergenin her iki unsuru için de geçerlidir Örneğin “ağaç” gösterenini “araç” göstereniyle karışmaktan alıkoyan sesbirimler arasındaki farklardır ve bu anlamda gösterge teorisi değer teorisinden bağımsız değildir.
“Dilde yalnız ayrılıklar vardır. Ama iş bu kadarla bitmez: Bir ayrılık genellikle salt nitelikli artılı ögeler gerektirir, bu tür ögeler arasında ortaya çıkar; oysa dilde, yalnızca, artılı ögeden yoksun ayrılıklar vardır. İster gösterileni, ister göstereni ele alalım, dilde dizgeden önce var olan kavramlara da, seslere de rastlamayız; ancak dizgeden doğan kavramsal ayrılıklarla sessel ayrılıklar buluruz. Bir göstergedeki kavram ya da ses özdeği onu çevreleyen göstergelerin kavram ya da ses özdeğinden daha az önem taşır. Anlamına da seslerine de hiç dokunulmadan, komşu ögelerden birinin değişime uğramasıyla bir ögenin değerce değişebilmesi bunu kanıtlar”
Dil göstereni, özü bakımından onu oluşturan işitim imgeleriyle karışmamasını sağlayan ayrılıklardan oluşur. Gösterilen olarak betimleyebileceğimiz bir kavram yoktur onun yerine sadece bir farklılık ilişkisi vardır. Bu farklılık, hem her bir sesbirimini ve görünümünü, hem de her bir değeri birbirinden ayıran dizgesel bir kuraldır. Derrida, Saussure’ün gösteren ve gösterilen tanımlarını ses merkezci bulunuş metafiziğinin devamı oldukları gerekçesiyle benimsenmese de, getirdiği fark ilkesi kabul etmektedir.∗ Bu bağlamda karşımıza dilin farklılık ilkesinin kimden veya neden kaynaklandığı sorusu çıkmaktadır.