John Locke Mülkiyet Anlayışı
Locke’un düşüncesinin temelini oluşturan şeyin mülkiyet olduğu görülmektedir. Çünkü, mülkiyeti oldukça geniş bir anlamda kullanmıştır. “Locke, mülkiyet anlamına gelen property ve estate sözcüklerini kullanır. Property sözcüğü ile mülkiyetin yanı sıra yaşam ve özgürlüğü de içerecek, bir insanın sahip olduğu geniş anlamda mülkiyeti dile getirir. Estate’i ise, bildiğimiz dar anlamda mülkiyet için kullanır”[1].
Hoşgörü Üstüne Bir Mektup adlı eserinde Locke mülkiyeti en geniş anlamda tanımlamaktadır. O’na göre devlet, insanların sadece kendi sivil çıkarlarını tedarik etmek, korumak ve geliştirmek için oluşturulmuş bir insan toplumudur. Bu sivil çıkarlar “hayat, özgürlük, sağlık ve bedenin dinlenmesi; ve para, araziler, evler, eşyalar ve benzeri gibi dışsal şeylerin mülkiyetidir”[2].
Yine, Locke mülkiyeti Two Treatises Of Government adlı eserinde mülkiyet “genel adı” altında topladıklarının insanların “canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının” olduğunu ifade etmektedir[3].
Görüldüğü üzere Locke’un düşüncesince yaşam, özgürlük ve mal sahipliği birbirinden ayrılmaz bir bütündür ve genel olarak mülkiyet kavramı ile açıklanmaktadır. Bununla birlikte, Locke’un felsefesini analiz eden çalışmalarda, mülkiyetin günlük kullanımındaki anlamının ön plana çıkarıldığı görülmektedir[4].
Bunun yanısıra Locke mülkiyet hakkının çalışmayla kazanılacağına inanmaktadır. O’na göre, yeryüzü Tanrının insanlara ortaklaşa yararlanmaları için sunduğu bir nimettir. Akıllı bir yaratık olan insan, bu nimeti çalışması ile işler, üretir ve kendi emeğiyle doğadan söküp aldığı bu nimet de onun malı olur. Mülkiyetin gerçek kaynağı insanoğlunun çabası olup, mal edinme konusunda çalışmanın dışında herhangi bir sözleşmenin, yasanın ya da otoritenin sözü geçemez[5].
Locke, insanın emeği geçen şeyler üzerinde, etrafını çevirdiği ve sürdüğü toprak üstünde olduğu gibi, doğal bir hakkı olacağını ileri sürmüştür. Özel mülkiyet, insanın emeğiyle, kendi kişiliğini üretilen nesneye yaydığı için doğmuştur. İnsan, üretilen nesneye kendi gücünü harcamakla onları kendisinin bir bölümü durumuna getirir. Bunların yararlıkları da, genel olarak üzerlerine harcanan emek ile orantılıdır[6]. Diğer yandan, insan yaşamak için bunu yapmak zorundadır. Bunun için, başkalarının rızasına gerek yoktur. Çünkü, öbür insanların rızalarını beklemeye koyulan, muhtemelen hiçbir zaman ortaya çıkmayacak bir ortak rızayı beklerken hayatını kaybederdi.
Toparlanacak olursa, doğa durumunda insanın mülkiyet hakkının iki yerden kaynaklandığı ortaya çıkar: 1) Emeğini, dolayısıyla kendisinin bir parçasını nesneye katmasından, 2) Yaşamak için sahip olmak zorunda olmasından. Birincisi açısından mülkiyet, herkesin aynı şeyi yapmaya hakkı olduğundan bir nevi sözleşmeye dayanan haktır. İkincisi bakımından ise, insan doğasından kaynaklandığı için, doğal bir haktır[7].
“Locke, mülkiyet hakkının sınırını da belirtmeye çalışmıştır. Toprağı insanoğluna veren Tanrı olduğuna göre, mülkiyet hakkı kutsaldır. Kimse kimsenin toprağına, mülküne el uzatamaz. Ne var ki, toprağı veren Tanrı, bu nimetten herkesin yararlanmasını da istediği için, ihtiyacını karşılayacak kadar mülk edinmek de her insanın hakkıdır. Şu halde, her insanın mülkiyet hakkı, öteki insanların mülkiyet hakkıyla sınırlanmıştır. Toplumdan önce var olan bu hakkı korumak, toplum yasalarına düşer. Siyasal iktidar, mülk sahiplerinin mülk sahiplerine verdiği bir yetkedir”[8].
Locke’un mülkiyet anlayışı üzerine farklı görüşlere rastlamaktayız. Bunun nedeni, mülkiyet kavramına verdiği anlam ve önemden kaynaklanmaktadır. Örneğin, Russell Locke’un mülkiyet anlayışının bazen uygulanabilirliği olmadığı, bazen eksik olduğu, bazen de yanlış örnekler üzerine temellendirildiği gibi eleştiriler ileri sürmektedir. Üstelik Russell’a göre “Locke’un mülkiyet hakkındaki görüşleri üzerine söylenenlerden, onun toplumda üstün olan kapitalistlerce şampiyon ilan edildiği; ve bu şampiyonluğun, hem kapitalistlere göre, toplum alanında üstün hem de aşağı düzeyde olanlara karşı kazanılmış olduğu düşünülebilirdi. Bu tam doğru bir düşünce olurdu”[9].
Buna karşılık Sartori’nin ifade ettiği gibi günümüzde dahi birçok yazar liberalizmi ekonomik liberizm ile karıştırmaktadır. Bu liberalizme karşı büyük bir haksızlıktır. Birçok liberal düşünür gibi Locke’da bir laisses faire ekonomisi kuramcısı değildi. Bu düşünürlere göre liberalizm hukuk devleti ve anayasal devlet demekti. Üstelik özgürlük ekonomide serbest ticaret hele hele en güçlünün yaşayabilmesi demek olmayıp siyasal özgürlük demekti[10].
Sonuçta, Locke’un formülasyonu Barry’nin ifade ettiği gibi “büyük ölçüde mülkiyetin birik(tiril)mesine ilişkin saf ahlaki teorilerin hareket noktası olmuştur. Çünkü bu formülasyon devlet gibi ayrıcalıklı kurumlar için mülkiyet hakları keşfeden kurallara bireyci karşı çıkışın da temelini oluşturur. Ancak bu anlayış çağdaş dünyada pek fazla uygulanabilirliğe sahip görünmeyebilir, çünkü Locke’un esas olarak hakkında konuştuğu şey –yani toprak/arazi- bireysel sahiplenme için çok uzun zamandır sözkonusu değildir. Yine de, mülkiyet başka biçimlerde her zaman yaratılmaktadır ve böyle durumlarda bir tür Lockeçu mantığın pekala bir yeri olabilir”[11].
[1] Alaeddin ŞENEL, Siyasal Düşünceler Tarihi, Sevinç Matbaası, Ankara 1982, s.444-45.
[2] John LOCKE, Hoşgörü Üzerine Bir Mektup, Çev.Melih YÜRÜŞEN, Siyasal Kitabevi, Ankara 1995, s.7.
[3] LOCKE, Two Treatises Of Government, s.184.
[4] YAYLA, a.g.e., s.34.
[5] AKIN, a.g.e., s.131.
[6] George SABİNE, Siyasal Düşünceler Tarihi II, Çev. Alp Öktem, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayını, Ankara 1969, s.214.
[7] YAYLA, a.g.e., s.40.
[8] AKIN, a.g.e., s.131-32.
[9] RUSSELL, , a.g.e., s. 614-17.
[10] Giovanni SARTORİ, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş , Çev. Tunçer Karamustafaoğlu-Mehmet Turhan, Türk Demokrasi Vakfı Yayını, Ankara, 1993, s. 405.
[11] Norman BARRY, Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm , Çev. Mustafa Erdoğan, LDT Yayınları, Ankara, 1997, s. 91.