Feodal Yapılarda Din ve Kilise’nin Rolü
Feodalizm, gördüğümüz gibi, öncelikle Batı için tarih yazımsal bir sorundur. Bu sorunun ortaya çıkışı 19. yüzyıldan daha erken de değildir. Dolayısıyla, artık Batı Avrupa’nın sekülerleşmesinin belirli bir evresinde gündeme gelmeye başlayan bir sorundur.
Bu açıdan, feodal yapılarda dinin ve dinsel grupların yeri incelenmeye çalışıldığında, tali birtakım değinmeler dışında, bu tür konulara pek fazla yer verilmediği rahatlıkla müşahede edilebilir. Oysa, Batı tarihinde Orta Çağlar tabir edilen bir dönemde ortaya çıkan feodal ilişkilerin ve feodal toplumsal yapının Avrupa’da Hristiyanlığın yayılmasıyla ve daha sonra da kurumsallaşmasıyla doğrudan bir ilişkisi vardır. Feodal döneme ilişkin kavramsallaştırmalarda tam olarak bulmadığımız bu yayılmayı ve dinin toplumsal hayata nüfuz etme biçimlerini ancak Orta Çağ’ı bir bütün olarak düşündüğümüzde belirli bir çerçeve içine oturtabiliriz.
Öncelikle feodal dönemde Hristiyanlığın Batı’ya yeni yeni ulaşmakta olduğunu ve dolayısıyla en azından toplumsal yapılara tam olarak nüfuz etmediğini belirtmek gerekir. Dahası, özellikle Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra merkezî bir idareden yoksun olan ancak bir taraftan barbar istilaları ile sarsılan, diğer taraftan ise kendisinden daha gelişkin ve kentli bir Doğu İmparatorluğu ile sınırlanan; yanısıra İslam’ın ortaya çıkışı ve Akdeniz Havzası’nda yayılmasıyla önemli ticaret bağlantılarından yoksun kalan Avrupa’nın feodal bir döneme girmesinde bu unsurların etkisi göz ardı edilemez. Batı Avrupa’nın o dönemde kendisini idame ettirebilmesi için elinde kalan kırsal topraklara ve bunların üretime dayalı örgütlenmesine dönmekten başka da bir yolu olmadığı söylenebilir.
Ne var ki hem Roma İmparatorluğu bakiyesindeki kırsal kesimler ve hem de barbar istilalarıyla birlikte Batı Avrupa’ya ulaşan yeni kavimler, tıpkı dördüncü yüzyılın başlarında imparator olan Contantine’in Hristiyanlığı kabul etmesine kadar Roma soylularının ve halkı gibi, pagandı. Roma soyluları ile barbar kavimlerin paganlığı arasında önemli farklar da vardır. Roma kendi içinde daha incelikli bir pagan anlayış geliştirmişken kuzeyden gelerek Roma’yı istila eden barbarlar, daha kültürsüz ve kabilevi bağlara dayalı bir paganlık yaşamaktaydı. Contantine’in Hristiyanlığı seçmesinden sonra da Roma seçkinlerinin önemli bir bölümü paganlığı sürdürdü ve bu durum yönetimde ciddi sorunlara yol açtı. Hristiyanlık Avrupa içlerine yayılmaya başladıkça birtakım kabilevi birlikteliklerin oluşturduğu barbar krallar özellikle bir takım imtiyazlar elde etme karşılığında, kısacası bazı siyasal gerekçelerle, Hristiyanlığı seçmeye başladı. Ne var ki bu kralların Hristiyanlaşması, kitlesel bir Hristiyanlaşma getirmedi. Dolayısıyla Hristiyanlığın Roma bakiyesi topraklarda yayılmaya başlamasını ve toplumu etkileme biçimini hem hiyerarşinin üst kısımlarında yaşanan Hristiyanlaşma biçimlerine ve hem de yatay düzeyde toplumun Hristiyanlaşmasının saiklerine bakarak anlamak gerekmektedir. Ancak öncelikle Hristiyanlığın Roma’daki gelişimine kısaca bakmak gerekmektedir.
Bu bağlamda Hristiyanlık için söylenebilecek ilk şey onun, kurumsallaşabileceği herhangi bir yapıya sahip olmadan doğmasıdır. Hz. İsa’dan sonra değişik küçük gruplar hâlinde kalan Hristiyanlık, aslında inanç sistemini öncelikle Pavlus’un çeşitli kavimlere yazdığı ve İncillerin kanonik metinlerine de eklenen mektuplarıyla oluşturmuştur.
Roma İmparatorluğu’nun değişik bölgelerinde çeşitli cemaatler oluşturan Hristiyanlık, ilk başlarda Roma yönetimine karşı kayıtsız bir tavır içinde görünüyordu. İmparatorluk da onları farklı bir Yahudi cemaati olarak görüyordu. Küçük gruplar hâlinde örgütlenen ve Kudüs’te Yahudi sinegoglarına benzer olarak Hz. İsa’nın havarisi ve kardeşi Yakup tarafından kurulmuş olan ilk kiliseye benzetilerek kendi kiliselerini oluşturmuş bulunan Hristiyanlar, kendi aralarındaki ilişkileri ve misyoner faaliyetlerini örgütleyebilmek için kiliseleri ekseninde kendi hiyerarşilerini oluşturmuşlar. Pavlus, mektuplarında, havarilere naip olan papaz ve piskoposların nasıl bir hiyerarşi oluşturacağına dair bazı veriler sunmuştu.
Ancak bu kiliseler ve kilise hiyerarşisi, Roma İmparatorluğu’nda illegal kuruluşlar olarak faaliyet gösteriyordu ve kimi yerlerde yönetim tarafından çeşitli eziyetlere maruz kalıyorlardı. Havari Yakup ile Hz. İsa’yla hiç karşılaşmamasına rağmen havari ilan edilen Pavlus’un da Roma kentinde eziyete uğrayarak öldürüldüğü rivayet edilmekteydi. Ne var ki Hristiyan kiliselerinin hiyerarşisinde yer alan piskopos ve papazlar, genel nüfusun aksine, çoğunlukla orta sınıftan ve okuma yazma bilen kimseler arasından geliyordu. Kilisenin doğduğu yörelerin dili olan Aramice veya İbraniceyi değil de yayılmaya çalıştığı toprakların dillleri olan Latince ve Yunancayı seçmesi, yayılmasını kolaylaştıran etkenlerden birisiydi. Öte yandan, her ne kadar ikinci yüzyılın başlarında 15 milyon olduğu tahmine edilen Doğu Roma İmparatorluğu’nun ancak %10’nun Hristiyan olduğu, aynı yüzyılın sonunda bütün Roma İmparatorluğu’nun nüfusunun ancak 15 milyonunun Hristiyanlığı benimsediği varsayılsa da Hristiyan kiliseleri arasında bazı teolojik fikir ayrılıkları da belirmeye başlamıştı. Özellikle Pavlusçu kilise akımlarına karşı bir yandan, Arius önderliğinde teslisi kabul etmeyen Ariusçular vardı, diğer yandan da özellikle Kuzey Afrika’da yaygınlık kazanan Donatiler mevcuttu. Ariusçuluk, Pavlusçu kilisenin teslisçi teolojisine karşı çıkarken Donatiler de sadece günahsız olanların kiliseye kabul edilmesi gerektiğini, ayini yerine getiren papazların da aynı şekilde günahsız olması gerektiğini ileri süren püriten bir inancı yaymaya çalışıyordu.
Bu ayrım Hristiyanlığın Batı Avrupa’ya yayılması sırasında Hristiyanlığı sarssa da ilginç olan şuydu ki Hristiyanlığı ilk kabul eden Roma İmparatoru Costantine’in Ariusçu bir papaz tarafından vaftiz edildiği; Batı Avrupa’nın bazı kesimlerinde faal olan Donatilerin oluşturduğu cemaatlerin ise ileride Protestanlığın yayılmasında (Kuzey Afrika’da ise İslam’ın hızlı bir şekilde etkinlik kazanmasında) etkili olduğu ileri sürülmektedir. Kısacası, Hristiyanlık da dönemin parçalanmış toplumlarına bir bütünlük sağlayacak bir yapıdan mahrumdu. Kiliseler arasındaki bu ayrımın giderek şiddetlenmesi ve aslında Roma İmparatorluğu’nu da etkiler bir hâl almaya başlaması üzerine, önce Costantine geçmiş dönemlerin aksine Hristiyanlara baskı yapılmaması için hoşgörü yasasını ilan etti; daha sonra da dördüncü yüzyılda Birinci Theodius Hristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olarak ilan etti. Böylece Hristiyanlığın Batı Avrupa’daki tarihi de başlamış oldu. Bu noktada, feodal dönemle birlikte başladığı varsayılan Avrupa içi bölünmenin, bir şekilde teolojik bölünme temelli izlerinin belirginleşmeye başladığı söylenebilir. Kiliseler arası fikir ayrılıklarını gidermek için toplanan çeşitli konsüller, Roma kilisesinin Pavlusçu çizgide ısrar etmesi ve dahası giderek güçten düşen Roma hiyerarşisi içinde kendisine yer edinmeye başlaması; aslında bir Balkan köylüsünün oğlu olarak doğan, İmparator olduktan sonra Hristiyanlığı seçen Costantine’in kurduğu İstanbul merkezli Doğu Roma’nın Ortadokslukta kalması; Orta Doğu’daki bazı kiliselerin ise küçük gruplar hâlinde kalarak hayatlarına devam etmesi şeklinde ayrışmasıyla neticelendi.
Batı Roma’da kurumsallaşan ve daha sonra Katolik Kilisesi olarak şekillenen kilise, özellikle barbar istilaları neticesinde İtalya dışında pek hükmü kalmamış bir Roma İmparatorluğu’nun mirası üzerinde kendisini şekillendirmeye başladı. Kilise hiyerarşisi, imparatorluk hiyerarşisinden beslenmeye başladı. Dolayısıyla bir anlamda Roma da kiliseye muhtaçtı. Hristiyanlığın resmî bir din hâline gelmesinden sonraki imparatorlar, kilisenin devlet içinde bir devlet gibi örgütlenmesini sağlamamış olsalardı, barbar istilalarının gücünü kırmak mümkün olmayabilirdi. İmparatorluk gücünü yitirmeye başladıkça, hiyerarşik bir bünyeye kavuşmuş ve daha önceleri Roma piskoposu olarak adlandırılan Kilise’nin başı bütün kiliselerin başı bir papa olarak kabul görmeye başlamıştı. Başlarda manevi bir kardeşlik örgütlenmesi olarak başlayan Hristiyanlık tarihi Roma’da yavaş yavaş siyasal ve otoriter bir organizasyona dönüşmeye başlamıştı.
Bu dönüşüm uzun ve sancılı bir süreç içinde gerçekleşti. Roma hukuku Hristiyan ilkelerine göre biçimlenmeye başladı. Bir çok yerde aynı zamanda Roma temsilcisi de olan papazlar, toplumlara kilise örgütlenmesine ait kaide ve kuralları uygulamaya çalıştı. Böylece sadece dini değil, toplumsal, ekonomik, kültürel ve hatta kişisel bir takım hukuki kaide ve kurallar topluma uygulanmaya çalışıldı. Zaten bir çok yerde atanmış olan piskoposlar, sadece dini değil resmî görevler de yüklenmişti ve örneğin vergi toplayabiliyorlardı. Pagan bir toplumda bu tür girişimlerin bir karşılığı da vardı. Roma İmparatorluğu’nun bir çok soylu ve eğitimli temsilcisi şimdi kilise görevlisi olarak hizmet veriyordu. Pagan bir ortamda kendisini politik bir monoteizm olarak sunan bir yapı belirmişti. Kırsal kesimde ise öncelikle kabile liderleri ya da unvanlarını özel mülkiyet olarak gören barbar krallar, inanç olarak olmasa da siyasal olarak Hristiyanlığı benimsemeye başlamıştı. Bunun karşılığında Kilise bu tür liderlere birtakım imtiyazlar da bahşediyordu. Roma içinde beliren bir yanda imparatorun ve diğer yanda da Kilise bürokrasisinin hakim olduğu ikili yapı, böylece, kırsal kesimdeki politik örgütlenmelere de yansıyordu. Kilise ve diğer politik yapılar, ne birbirlerine tam olarak hakim olacak kadar güçlenebiliyor ve ne de birbirlerinden vazgeçebiliyorlardı. Feodal dönemde yerel imtiyazlı grupların bir takım topraklar üzerinde kendi hakimiyetlerini kurmaları da Kilise’den de “manevi” olarak kutsanmışlık gören bu zümrelerin bir anlamda kazandığı serbestlik nedeniyleydi. Ancak asıl sorun, her türlü pagan inanca sahip halkın Hristiyanlaştırılmasıydı.
Kaynak: T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2991 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1994