Felsefe hakkında her şey…

Ereignis nedir?

10.11.2019

HeideggerVarlık ve Zaman’da zaman varlığı anlamanın ufku olarak değerlendirilmiştir. Varlık tarihinin açımlanması Heidegger’i Ereignis kavrayışına ulaştırır. Ereignis düşüncesi zamanı varlığın ufku olarak değil, kökeni olarak görür. Ereignis nedir peki?

Eğer X nedir sorusuna yanıtın bir varolan olarak X’i göstererek verilebileceğini varsayarsak “Ereignis nedir?” sorusunu yanıtlamamız mümkün olamaz, zira Ereignis bir varolan değildir. Ereignis’i “olay” olarak çevirmek de sorunlu olabilir, eğer olay varolanların yeni bir ilişkilenmesi veya zaten varolan ilişkilerin bozulması anlamına geliyorsa Ereignis bir olay olarak görülebilmesi için buradaki ilişkinin iki veya daha çok varolan arasında değil, varlığın ta kendisiyle insan arasında olduğunu söylemek gerekir.

Ereignis, Heidegger’e göre, varlıkla düşüncenin birbirini sahiplenmesi olayıdır. Bu öyle bir olaydır ki içinde bizi varlık tarihinin dışına çıkaracak, yeni a priori’leri, varolanların deneyimlenmesini önceleyen ön kavrayışı taşır. Başka deyişle, artık tüm varolanlarla ilişkilerimizi dolayımlayacak olan bir tarzı icat eder, ilk kez ortaya çıkarır.

İnsanların dünyayı, diğer varolanları farklı bir biçimde deneyimlemesini sağlayacak olan radikal yenilik nereden gelir? Onu ille de varlık tarihinde mi aramalıyız? Böyle bir yeniliğin meydana gelmesi için ille de varlık tarihini mi sorgulamalıyız? Orijinal olan varlık tarihinde bir geriye gidişle mi ortaya çıkar? Ereignis kavramı yoluyla Heidegger bunu sorgular.

Ereignis öznenin kendi iradesiyle meydana getirdiği bir olay değildir, “olay olur” “başa gelir” fakat Heidegger onda bir geri çekilme, geriye doğru bir adım olduğunu da belirtir. Ancak bu geriye bakış bizi varlık tarihinde bir temel araştırmasına sevk etmez, Ereignis’in gerisinde bir temel olmadığını, onun zemininin bir uçurum olduğunu (Abgrund) göstermeyi hedefler.

Heidegger’in 1950’lerde verdiği konferanslara, örneğin Unterwegs zur Sprache’ye baktığımızda, Heidegger’in dili, Ereignis’in ilksel mekânı olarak düşünmeye giriştiğini fark ederiz. Dil hayatta kalmaya yarayan önemli bir araçtan ibaret değildir, onda insanın varolanların tümüyle nasıl ilişki kuracağını örgütleyen bir öz, bir anlayış hüküm sürer. Dahası, bu öz düşünceyle sürekli bir karşılıklı birbirini sahiplenme ilişkisi içinde bulunduğundan dinamik ve hareketlidir. Bu sayede yeniçağlar açar, başlattığı çağlarda değişir ve dönüşür.

Konuşmanın özü nedir? Bu soruya insanın hayatta kalmak için bir toplumda yaşamak zorunda olduğu, bunun da dili gerektirdiği söylenerek yanıt verilebilir. Dil böylece bir iletişim aracı olarak tanımlanır ve dilin özü de insanın varolma mücadelesine indirgenir. Heidegger dilin bundan çok daha fazlası olduğunu ileri sürmektedir.

Bu değişim, dönüşüm momentlerine bağlı bir biçimde insanların varolanlarla ilişkilerini de değiştirir. O halde, esasında, dilin özü, özün dilidir. Bunları düşündüğü esnada Heidegger’in şiirle yakından ilgilendiğini belirtmek faydalı olacaktır. Heidegger şiirsel söyleyişin nasıl bir mekân açtığını; yeryüzü, gökyüzü, tanrısal (ölümsüz ululuk) ile fani insanlık dediği dörtlü (das Geviert) arasında nasıl yeni bir hali, bulunuşu, durumu meydana getirdiğini inceler. Öyle ki şiirsel söyleyiş yeryüzünde gök kubbenin altında, bilinmeyenle ilişkili olarak ölümlü bir varlık olarak mevcut olmanın yeni bir biçimini icat eder.

Böylece Heideggerci bir bakışla dinler arasındaki farkların, nihai olarak çeşitli şiirsel söyleyişler arasındaki farklardan ibaret olduğu öne sürülebilir. Çünkü bu söyleyişlerin hepsi, yeryüzünde nasıl ikamet edeceğimizle ilgilidir. Bizi yeryüzünde bilinemez olan bir ululukla ilişkili faniler olarak farklı biçimlerde konumlandırırlar. Şiirsel söyleyiş dörtlünün birliğini kuran bir söyleyiştir. Böylece içinde belli bir biçimde ikamet edilen bir dünya açar. Eğer insani dünyada oturma tarzımızı kuran şey şiirsel söyleyişse o halde, yeni bir ikamet etme tarzını bulmak anlamında kurtuluş yalnızca şiirde mi bulunur? Bu soruya olumlu yanıt verebiliriz. Ancak şiiri genel anlamda sanat olarak anlamamız gerekecektir.

Şiir Hegel için olduğu gibi Heidegger için de en yüksek sanattır, çünkü sanatın özünü en iyi ifşa eden sanattır. Başka deyişle, diğer sanatlar da aynı yeni birliği ararlar, bize yeni bir ikamet etme tarzını düşündürmeye çalışırlar. O hâlde çağımızın ötesine bir sıçrama yapma imkânını bize sanat verir.

Ereignis, ilksel, orijinal sözü söyleyiş olayıdır; bu sayede bir yer açar. Bir yerin açılması, bir beliriş yerinin aydınlanması, varolanların bu ışık altında belirmesi için gereklidir. Burada fenomenolojik bir sahne açılır, bu sahne gerçeğin taklidi olarak görülebilecek bir oyunun sergilendiği bir sahne değildir. İlksel bir biçimde anlamlı olan dünya şiirsel sözün sahnelediği bir dünyaya benzer. Heidegger’in bize bunu hatırlatmaktaki amacı nedir? Kendi dünya tecrübemiz üzerine felsefi düşünme, tecrübemizin berisindeki koşulları düşünmeye yönelmelidir. Tecrübemizi mümkün kılan a priori koşullar, öznenin kendisinde, aklın yapısında, bilincin içinde olmaktan çok dilin söyleyişindedir. Heidegger’e göre biz insanlar bu dünyada varlık ile düşünce arasındaki bir söyleşi sayesinde mesken tutarız. Sanatçılar ve düşünürler ise bu söyleşiye girebilenlerdir.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...