Felsefe hakkında her şey…

Bizler iç içe geçmiş varlıklarız: Bir ejderha uçabilmek için bulutlara ve rüzgâra ihtiyaç duyar. Bizler de bireyci mantığımızı bir kenara bıraktığımızda asıl özgürlüğümüze kavuşacağız…

24.10.2024
Bizler iç içe geçmiş varlıklarız: Bir ejderha uçabilmek için bulutlara ve rüzgâra ihtiyaç duyar. Bizler de bireyci mantığımızı bir kenara bıraktığımızda asıl özgürlüğümüze kavuşacağız…

Size tekil, bireysel eylem diye bir şey olmadığını söyleseydim ne derdiniz? Her yemek yediğinizde, merdivenleri çıktığınızda veya kitap okuduğunuzda, yaptığınız şeyin arkasındaki tek failin siz olmadığınızı, aksine bir birlikte yaratma sürecinin parçası olduğunuzu, eylemde bulunduğunuz kadar eylenene de bağlı olduğunuzu ifade etseydim?..

Burada ne demek istediğimi anlamak için, şu anda bir ata bindiğinizi düşünün. Kendiniz ve at arasında kolaylıkla ayrım yapabilseniz de ne sizin ne de atın tek başına ata binme eylemini gerçekleştirebileceğinizin farkındasınızdır. Binicilik, “kendim” ve “diğerleri” arasında bir tür ortak eylem olarak ortaya çıkar ve bu diğerleri sadece atla sınırlı değildir. Bu, arazinin özelliklerine, harekete izin veren açık alana, atın ve benim birlikte aldığımız eğitime, dizgin ve eyere ve hatta bize enerji vermek için yediğimiz yiyeceğe kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Tüm bu unsurlar ve daha pek çoğu, binicilik etkinliğini ortaya çıkarmak için iş birliği içinde çalışır.

Ben de tıpkı binicilikte olduğu gibi, tüm eylemlerin kolektif olduğunu öne süreceğim. Bu, ‘antik dönemde’ (kabaca MÖ 6. ila 2. yüzyıl) yaşamış Çinli bir filozof için sağduyuya yatkın olsa da Batı bağlamında yetişmiş bizler için mantığa aykırı görünebilir.

Şu anda ‘Batı’ dediğimiz yerde (Anglosfer ve Avrupa’nın bazı bölgelerinde) bireycilik mitine inanma eğilimi baskındır: Bireylerin başarısızlıklarından veya başarılarından tek başlarına sorumlu oldukları, kendi kendimize güvenebileceğimiz ve birbirimizden ve doğal dünyadan bağımsız olduğumuz düşüncesi. Temel olarak, her şeyi kendi başımıza yapabileceğimiz düşüncesi…

Bireyciliğin önemli bir tezahürü, Lauren Berlant’ın Cruel Optimism (2011) adlı kitabında ‘kendi gelişmenizin önünde bir engel’ hâline gelen bir arzu olarak adlandırdığı Amerikan Rüyası‘dır. Bireycilik, bireysel çaba ve liyakate dayalı refah ve başarı vadeder, ancak ayrıcalıklı bir azınlık dışında herkes için bunları ulaşılmaz kılan fikirler ve koşullar sunar. Bu ideoloji altında, uyuşturucu bağımlıları zayıflıkları nedeniyle suçlanır, anne olmamayı seçen hamile kadınlar umursamazlıkları nedeniyle ayıplanır ve işsizler tembelliklerinden dolayı kınanır. Ancak şirketlerin, doktorları aşırı ilaç yazmaları için manipüle ettiği; kadınların doğurma haklarının ellerinden alındığı ve işlerin genellikle aşağılayıcı, yorucu ve düşük ücretli olduğu bir dünyada bireycilik, bu ciddi adaletsizlik ve eşitsizliklerden sorumlu olan oluşumların maskesi durumuna gelmiştir.

Peki, gerçekliği birey odaklı bir şekilde çerçevelemekten vazgeçersek ne olur? Çağdaş akademinin bazı kesimlerinde, ilişkisellik kavramı hem beşeri bilimleri hem de fen bilimlerini yeniden düşünmek için bir mercek görevi görmektedir. Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin bir araya gelişleri; Bruno Latour’un aktör-ağ teorisi; Donna Haraway’in post-hümanizm anlayışı; ve Karen Barad’ın dolaşıklığı, bunların arasında sayılabilir. Ve bunlar sadece Batı’dakilerdir. Asya, ilişkisellik üzerine düşünmek için daha fazla kaynağa sahip; çünkü bunu daha uzun süredir yapıyor.

Ben antik Çinli filozoflarla birlikte, karşılıklı ilişkilerin akışkanlığını, birbirine bağlılığı ve karşılıklı bağımlılığı ön plana çıkaran bir tür ilişkisel ve sürece dayalı metafiziği destekliyorum. Bu kavramlar gündelik hayatımızı etkileyen meseleler hakkında farklı düşünmemize yardımcı olabilir, failliği başkalarıyla olan ilişkilerimiz ve bağımlılıklarımız açısından yeniden çerçevelendirebilir. Tek başımıza ata binemeyeceğimiz gibi sosyal ve siyasi hayatımızda da hiçbir şey tamamen birey olarak bize bağlı değildir. Soluduğumuz havadan yürümemizi sağlayan toprağa kadar başkalarıyla birlikte kurulur, birlikte hareket eder. Diğerlerine birlikte bağımlıyız. Dünyayı bu şekilde görmeye başlarsak bu gezegende yaşayan pek çok yaşam formu için işleri çok daha iyi bir duruma getirme potansiyeline sahip oluruz.

Çin felsefesinde etkili olan bir düşünce akımına göre, insanlar ve hayvanlar eyleme geçme kapasitesine sahip yegâne varlıklar değildir. Bizler de etrafımızdaki her şey tarafından harekete geçiriliriz: nesneler, fikirler, yasalar, genler, yiyecekler, kurallar. Bu şeylerin eyleyebildiği iddiası, geleneksel faillik anlayışımızı altüst eder. Geleneksel olarak Batı’da eylemlilik, niyetlilikle bağlantılıdır; ancak niyetlerimizi ve hedeflerimizi ifade edebildiğimiz ölçüde eylemliliğe -eyleme kapasitesine- sahip oluruz. Ancak antik Çin felsefesinde, yemek tabakları ve kıyafetler gibi şeyler canlı olmamakla birlikte, belirli şekillerde davranma eğilimine sahiptir ve bu tür davranışlar eyleme geçmek için belirli olanaklar sağlar.

Laozi’ye atfedilen ve MÖ 4. yüzyıl civarında yazılmış olan Daodejing adlı eserde, bir evin boşluğunun, insana barınmak için yer açtığına dikkat çekilir. Aynı döneme ait felsefi yazıların bir derlemesi olan Zhuangzi‘de ise ağacın, altında uzanılacak bir gölge sağladığı söylenir. Bu tür olanaklar bizi etkileyebilir, bize ilham verebilir, bizi teşvik edebilir, davet edebilir, engelleyebilir ve belirli eylemleri yapmamız için bize olanak sağlayabilir. Belirli bir durumda bir faille iç içe geçmiş ya da ilişkili olan her şey, olup bitenlerin ortak aktörü ve katılımcısı durumuna gelir.

Antik Çin’de bu fikirler, benim ortak eylem paradigması olarak adlandırdığım şeyin temelini oluşturur. Bunu daha dikkatli bir şekilde açarsak, bunun üç sav içerdiğini görürüz. Birincisi, tüm eylemlerin bireysel olmaktan ziyade kolektif, dolayısıyla ‘ortak eylemler’ olduğudur. Jane Bennett ve Karen Barad tarafından sırasıyla dağıtıcı eylemlilik ve iç-eylemlilik olarak da adlandırılan bu fikir, tek bir öznenin herhangi bir olayın temel nedeni olmadığı anlayışını sunar; daha ziyade eylemlilik, hem insan hem de insan olmayan çeşitli aktörler alanına dağılmış güçlerin dinamizminin bir sonucudur.

İlkiyle bağlantılı olan ikinci iddia ise şeylerin de eylemselliğe sahip olduğudur. Şey, farkındalığı ve niyeti olmayan bir şeydir. Bu öznel olmayan ve niyetsiz faillik biçimini nasıl anlamalıyız? Ben bu failliği -yasaların, kitapların ve manzaraların failliğini- etkinlik ve eğilim açısından anlıyorum. Niyetleri olan aktörlere uygulandığında etkinlik, bir amaca ulaşmak için belirli eğilimleri ve olanakları kullanma şeklimizle ilgilidir. Örneğin, atımızı eğitmek, eyerlemek ve ona binmek için onunla birlikte hareket etmek. Ancak cansız nesneler veya niyetsiz aktörler söz konusu olduğunda, etkinlik aynı zamanda değişimi etkileme, bir şeyleri gerçekleştirme, bir tepki gerektiren bir uyaran yaratma gücü de olabilir.

Yönelim, başkalarıyla uyum sağlayarak kendi kendini organize etmek için kolektif bir kapasiteye dönüşür

Bir şeylerin bir şeyleri gerçekleştirebilmeleri anlamında etkili olduklarına inanıyorum. Konfüçyüsçü ahlak teorisi doğrultusunda, farklı müzik türlerinin nasıl farklı ruh hâllerini harekete geçirdiğini, bazılarının barışçıl düşüncelere davet ederken diğerlerinin isyan ve şiddeti teşvik ettiğini düşünebiliriz. Ya da Shen Dao ve Han Feizi’nin siyaset felsefesine dayanarak, bir yöneticinin gücü, otoriteyi ve nüfuzu etkili bir şekilde kullanmasını sağlayan şeyin kişiliği, başarıları ya da erdemlerinden ziyade sahip olduğu makam olduğunu düşünebiliriz.

Eğilim ise önceden tahmin edilebilen belirli şekillerde davranma yatkınlığıdır; tıpkı ateşten, yakmasını bekleyebileceğimiz gibi. Ancak olayları tek başlarına değil de bir araya gelerek düşündüğümüzde, eğilim, yeni yapılandırmalar ve ortaya çıkan süreçler ve olaylar yaratacak şekilde diğerleriyle uyum sağlayarak kendi kendini organize etmeye yönelik kolektif bir kapasiteye dönüşür. MÖ 2. yüzyıla ait felsefi ve siyasi yazılardan oluşan Huainanzi‘de ağaçlar, kuşlar, balıklar, kayalar, geçitler, rüzgâr ve yağmur gibi doğal varlıklar birbirlerini beslemek ve gelişmeleri için gerekli koşulları sağlamak üzere iş birliği yaparlar – ve tüm bunları herhangi bir plan ya da arzu olmaksızın gerçekleştirirler.

Bu anlatılarda ne etkinlik ne de eğilim bilinçli bir özneye ihtiyaç duyar. Yine de insanlar şeylerle birlikte hareket etmeye katıldıklarında, denkleme niyetler de dâhil olduğundan, rezonans ve uyumdan daha fazlası ortaya çıkar. Bu da bizi ortak eylem paradigmasında yer alan üçüncü iddiaya götürür: İnsanlar eylemlerini, kendileriyle birlikte eyleme katılan diğer unsurları da hesaba katacak şekilde tasarlamalıdır.

Antik Çin felsefesinde başkalarıyla birlikte hareket etme ilkesine uyum sağlama (yin 因) adı verilir. Uyum sağlayıcı eylemler etkilidir; çünkü bir hedefe ulaşmak için mevcut olanakları ve nesnelerin eylemliliğini doğru biçimde kullanırlar. Özellikle hoşuma giden bir metafor, Çin kültürüne göre Çin’in kanatsız ejderhasının uçmak için bulutlara binmesi gibi, nesnelerin gücüne ‘binmekten’ bahseder. Uyum sağlayıcı eylemler, ilk olarak, belirli bir durumdaki tüm varlıkların karşılıklı bağımlılığını anlamakla; ikinci olarak, hem etkinlik hem de eğilim açısından şeylerin failliğini kabul etmekle; son ve sonuç olarak da şeylerin gücünü doğru şekilde kullanabilmekle başlar. Kısacası, buradaki fikir, insanların kendimizi birlikte hareket ettiğimiz şeylerin eyleme gücüne adapte etmeleri gerektiğidir.

Zhuangzi‘de Kasap Ding, parçaladığı öküz gövdesine uyum sağlar. Hikâyede, gözleriyle görmediği ve kulaklarıyla işitmediği söylenir; çünkü bu algısal süreçler, üzerinde çaba ve şiddet uyguladığımız şeyleri ölü ve pasif olarak konumlandırır. Bunun yerine, kasap üzerinde çalıştığı işle rezonansa girer, onun eğilimlerine, etkinliğine ve yatkınlığına yanıt vermesine izin verir; bu şekilde yeni hadiseleri daha etkili bir şekilde ortaya çıkarmak için onunla iş birliği yapar.

Sun Tzu’nun Savaş Sanatı (MÖ 5. yüzyıl) adlı eserinde de öznesiz varlıkların eylemliliğine dair örnekler bolca bulunmaktadır. Burada, bireysel aktörlerin etkili eylemlerin kaynağı olmadığını görüyoruz; bunun yerine, eylemlilikleri başkalarıyla koordineli çabalara dayanır. Bu diğerleri arasında sıradağlar, ateş, değişen hava ve arazi koşulları yer alır ve bunların hepsi, bunlara uyum sağlayacak şekilde oluşturulmadığı takdirde bir komutanın stratejisini gölgede bırakabilir. Bu kolektifler ya da şeyler topluluğu kendi başlarına ortaya çıkan bir etkinlik ve eğilim sergiler. Savaş Sanatı‘nda yetenekli komutan su gibidir: Kolektif güç yapılandırmasında değişen koşullara göre stratejilerini akışkan bir şekilde şekillendirir.

Peki ama ortak eylem paradigmasındaki son iddiayı, yani çevremizdeki şeylerin eylemliliğinden yararlanmak için uyum sağlama pratiğini nasıl gerçekleştirebiliriz? Öncelikle, değerlerin, tercihlerin ve nedenlerin ayrıcalıklı kaynağı olarak benlik duygumuzu bir kenara bırakmalıyız. Bunun yerine, benlik daha büyük bir bağlamda birbirine bağlı unsurlardan yalnızca biri olacaktır; bir hareket tarzına karar vermek için tek standart o değildir, hatta ana standart bile değildir.

Çinli filozoflar bu yaklaşıma unutmak ve kalbi-aklı boşaltmak adını vermişlerdir. Gerekçe, bireysel benlik duygumuz çok güçlü olduğunda, başkalarını işin içine katmanın zor olmasıdır. Hatta çevremizdeki şeylerin etkinliğine ve eğilimine karşı körleşebiliriz; başkalarını ve onların bağlamını dikkate almadan irademizi keyfi olarak dayatarak cebren hareket etme eğiliminde oluruz. Kasap Ding’i işinde en iyi yapan şey, her seferinde karşılaştığı et, kemik ve tendonların özel yapısına nasıl uyum sağladığıdır. Yıllar sonra bıçağı hâlâ yeni gibi görünür; çünkü sert kısımlardan kaçınır ve bunların arasındaki boşlukları rahatça kullanmayı bilir. Öte yandan vasıfsız kasaplar ya bir öküzün nasıl kesileceğine dair önceden belirlenmiş yönergeleri takip eder ya da bunu zorla yaparlar; bunun sonucunda sürekli kemiklere ve tendonlara çarparlar ve bıçakları hızla körelir. Antik Çin filozofları pek fazla konuda hemfikir olmasalar da bireyci, zorlayıcı ve benmerkezci tutumların kaçınılmaz olarak beraberinde beceriksizlik, çatışma, zarar ve başarısızlık getireceği konusunda hemfikirdirler.

Uyum gösterme konusuyla ilgilenen filozoflar ayrıca bir eylem planının başarısının benzersiz, geçici koşullara geçici bir yanıt olmasında yattığını iddia ederler. Yani, gerçekten uyum sağlayabilen failler esnek olmayan senaryoları veya önceden belirlenmiş davranış biçimlerini takip etmekten de kaçınmalı ve bunun yerine belirli bir anda mevcut olan şeylerin eğilimlerine uyum sağlamalıdır. Zhuangzi ve diğer metinlerde boşluk ve sürekli değişen durumlara yanıt vermeye hazır olma durumu, karşılaştığı her türlü biçimi ön yargı veya yargılama olmaksızın kusursuz bir şekilde yansıtan ayna metaforu ile gösterilir. Ancak bu formları saklamaz veya muhafaza etmez. Ayna bu biçimleri yok olur olmaz ‘unutur’, dolayısıyla dünyaya karşı gelecekte vereceğimiz tepkilerde bizi katı ve esnek olmayan bir yapıya sokacak beklentiler söz konusu değildir.

Konfüçyüs için neyin doğru olduğu; duruma, bağlama, taraflara ve onların eğilimlerine göre zorunlu olarak değişir

MÖ 3. yüzyılda yaşamış siyaset filozofu Han Fei’ye atfedilen Han Feizi‘deki tavşan benzetmesi bu konunun ironik bir örneğini sunar. Bir adam bir tavşanın bir ağaca çarpıp boynunu kırmasına şahit olur ve ardından sabırla başka bir tavşanın aynı ağaca çarpıp boynunu kırmasını bekler; bir kere oldu, neden bir daha olmasın ki? Adam hepimizin rahatça gülebileceği absürd ve gülünç bir figür olarak sunulur. Yine de onun aptallığına gülmek istesek de bu aptallıkta kendimizi de görebiliriz. Sıklıkla olayların geçmişte olduğu gibi gelişmesini umar ve buna göre planlar yaparız. Ayrıca yetersiz kanıtlara dayanarak aceleci genelleştirmelere gitme eğiliminde oluruz. Ve eylemlerimize rehberlik edecek güvenilir standartlar ararız. Örneğin, belirli temel değerlere bağlanabilir ve bunların farklı eylem tarzlarını ölçtüğümüz taşınmaz evrensel standartlar olarak işlev görmesini sağlayabiliriz.

Han Feizi‘deki adamın kusurları ve zaaflarının aksine, Konfüçyüs figürü değişkenlik ve tutarsızlığın somut bir örneğidir. Analektler‘de, doğru olanı yapmaya çalışırken, Konfüçyüs’ün değişmez bir şekilde kabul ettiği veya reddettiği, onayladığı veya reddettiği hiçbir şey olmadığını görürüz. Konfüçyüs için doğru olan, durumlara, bağlamlara, faillere ve onların eğilimlerine göre zorunlu olarak değişir. Konfüçyüs, neyin geçerli ve meşru olduğu ya da olmadığı konusunda hiçbir ön yargıya sahip olmadığını ve onu diğer tüm etkili ahlaki ve siyasi figürlerden ayıran şeyin tam da ön yargılarının olmaması olduğunu iddia eder. Hatırda kalan bir örnekte, Konfüçyüs iki farklı öğrencisine aynı konuda birbirine tamamen zıt tavsiyelerde bulunur. Birini, doğal olarak içine kapanık olduğu için onu öğrendikleriyle hareket etmeye teşvik ederken diğerini fazla hevesli olduğu için harekete geçmeden önce beklemesi ve düşünmesi konusunda cesaretlendirir.

Konfüçyüs, bilge adayları arasında tam da tutarsızlığı nedeniyle öne çıkar. Bu genellikle değer verdiğimiz bir şey değildir; genellikle insanlara güvenilir standartlardan yoksun oldukları için hayranlık duymayız ya da eylemlerinde kararlı ve tutarlı olmadıkları için onları övmeyiz. Ancak Konfüçyüs’ü zamanının en büyük bilgesi yapan şey tam da buydu: Değişkenliği, kendisiyle çelişmesi ve duraksama kapasitesi. Elbette bu tutarsızlık ne keyfi ne de bireyseldir; onun değişken tutumları uyum sağlama yeteneğinin, önündeki durumun ihtiyaçlarına göre olaylarla birlikte hareket etme becerisinin bir sonucudur.

O hâlde uyum sağlamak, faillerin geçici olarak yönlendirilmesine ve çok sayıda olası eylem biçimiyle doldurulmasına olanak tanıyan açık bir süreçtir. Uyarlanabilir bir eylemi şekillendiren şey içeriği (ne yapıldığı) ya da amacı (neden yapıldığı) değildir. Aksine, süreçtir (nasıl ya da hangi araçlarla planlandığı – suoyi 所以). Bu, her türlü eylemin, şeylerin aracılığı ile birlikte geçici olarak tasarlandığı sürece uyarlanabilir olabileceği anlamına gelir. Örneğin, askerî klasik Sima Fa‘da (MÖ 4. yüzyıl), halkı ve askerleri Cennet’in ve ruhların savaş için elverişli olduğuna ikna etmek için alenen kehanette bulunan, dua eden ve kurban kesen krallar ve stratejistler görürüz. O hâlde ayinsel ve kuralcı görünen eylemler, insanların psikolojik ya da duygusal ihtiyaçlarına yanıt veriyorsa ve saf bir uygunluğun sonucu değilse aslında uyum sağlayıcı olabilir.

Bu aynı zamanda uyum sağlamanın kendi başına bir eylem modeli değil, bir yöntem ya da meta-model olduğu anlamına gelir; sonsuz sayıda uyum sağlayıcı ortak eylem üretmek için bir tür değişken yapı oluşturur. Bazı metinler bu eylem meta-modeline wufang 無方, yani (sabit) bir yöntemi olmayan bir yöntem, mümkün olan tüm eylem yollarını kucaklamak ve gerektiğinde bunları kullanmak olarak atıfta bulunur. Bir yönteme sahip olmamak (wufang, burada wu ‘yokluk’ anlamına gelir ve fang aynı zamanda ‘yer’ veya ‘konum’ anlamına gelir) herhangi bir sabit konuma bağlı olmamak veya takılıp kalmamak, bir yere kök salmak ve yer değiştirip dolaşamamak anlamına gelir (you 遊). Uyarlanabilir fail, hiçbirine tam olarak bağlanmadan her seferinde kesin ve farklı pozisyonlar alabilir; bunlar onu bir fail olarak tanımlamaz ve durum sona erer ermez bunları bırakabilir. Su gibi, her türlü araziye uyum sağlayabilirken, değişen şekillerinden hiçbiri asla kesin değildir.

Han hanedanlığından kalma bir mezarlık olan Mawangdui’de keşfedilen ‘Varlıkların Mutlaka Biçimleri Vardır Şeması’ (Wu ze you xing tu 物則有形圖; bundan sonra WZYX) başlıklı ipek bir el yazması beni büyüledi. WZYX, bize yalnızca ortak eylem paradigması hakkında bir şeyler söylemekle kalmayan, aynı zamanda mesajını icra eden performatif bir metindir. Okuyuculara ellerindeki ipek elyazmasını kullanırken uyarlanabilir birlikte hareket etme deneyimi yaşatır. Antik Çin’de ister bambu ister ipek olsun, bir el yazmasını okumanın standart yolu sağdan sola ve yukarıdan aşağıya doğruydu. Ancak WZYX okuyucuları için durum böyle değildi. Luke Waring’in gösterdiği gibi, ipek parçasının üzerindeki yuvarlak deseni çözmek için fiziksel el yazmasını saat yönünde döndürmeli ve metni içten dışa doğru sarmalayarak okumalıyız.

Bu, hem bizim için hem de antik Çinli okurlar için bir metni okumanın benzersiz bir yoludur. Tam da alışılmadık olduğu ve çaba gerektirdiği için, WZYX‘i okurken uyarlanabilir ortak eylem pratiğini çok net bir şekilde görmemizi sağlıyor. Metnin kendisinin de belirttiği gibi, eylem tamamen dışarıdan gelmiyor (el yazması beni onu okumaya veya döndürmeye zorlamıyor); ve tamamen içeride de gelişmiyor (çünkü el yazmasını döndürme işlemi yoluyla okumaya bağımsız olarak karar vermiyorum). Bu ipek metnin başarılı bir şekilde okunması bir ortak eylemin sonucudur. Bir insan ve diğer failler arasındaki bir iş birliği; burada kasıtlı bir fail olan insan, bir hedefi etkili bir şekilde gerçekleştirmek için nesnelerin eğilimlerine uyum sağlamalıdır. Bunun başarılı bir okuma etkinliğinde de gerçekleştiğine dikkat edin (bir kitabı baş aşağı tuttuğumuzda da birlikte hareket etmiş oluruz, ama oldukça etkisiz bir şekilde!) El yazmasının yaptığı ve pedagojik gücünün yattığı şey, alışılmadık türde bir okuma deneyimi sunarak okuyucuyu ‘dış’ dünyanın ‘kendi’ bireysel eylemleri olduğunu düşündüğü şeyi ne ölçüde oluşturduğunun farkına varmaya itmektir.

Çağdaş filozof C Thi Nguyen’in de belirttiği gibi, oyunlar sıradan hedeflerimizi, değerlerimizi ve araçlarımızı geçici olarak askıya almamızı gerektirir. Oyun tasarımcısının (ortamı, amaçları, kuralları ve hedefe ulaşmak için sınırlı araçları yaratan) sanatına uymak için eylemliliğimizi esnetmeliyiz. Örneğin, topu yüksek bir potadan geçirmek benim için sıradan bir hedef değildir ve eğer öyle olsaydı muhtemelen birkaç basamak kullanarak kendimi potanın yüksekliğine çıkarırdım ki bu da etkinliğimi kesinlikle arttırırdı. Bununla birlikte, basketbol oyununun hedeflerini ve bu hedeflere ulaşmak için mevcut araçları (topu sahadan nişan alarak yüksek bir sepetten geçirmek gibi) benimseyebilirim.

Ortak eylem çerçevesini kullanarak, oyunların bizi, eylemlerimizi çevremizdeki farklı eğilimlere uyarladığımız uyarlanabilir-eylemsel bir moda geçmeye zorladığını görüyoruz – sıradan, psişik olmayan durumlarda makul olmayacak şekillerde bile. Tıpkı WZYX el yazmasının bizi saat yönünde döndürmeye davet etmesi gibi, oyunlar da bizi kendi benzersiz veya alışılmadık kurallarına uyum sağlamaya davet eder; bazı eylem olasılıkları sunarken diğerlerini yasaklar. Hem oyunlar hem de WZYX, ortak eylemin gerçekliği ve gerekliliği ve eylemlerimizi, bizden alışılmadık taleplerde bulunan garip veya alışılmadık ilişki kümelerine bile ne kadar kolay adapte edebildiğimiz konusunda farkındalık yaratmaya yardımcı olur (futbolda sadece ayaklarımızı kullanmak veya WZYX ile elinizdeki bir ipek parçasını döndürerek bir metni okumak gibi).

Tamamen özerk ve bağımsız bireylermişiz gibi davranmaya devam edemeyiz. Biz kendimize kökten bir şekilde güvenemeyiz.

Çevremizdeki hareket tarzlarına sürekli olarak uyum sağlamamız önemsiz bir fikir gibi görünebilir. Bunu her gün yürürken, klavyede yazı yazarken, bir kapıyı açarken, nefes alırken, bir arkadaşımızla konuşurken yaparız. Uyarlanabilir ortak eylemin asıl merak uyandırdığı nokta, bunun daha geniş sosyal, siyasi veya çevresel sonuçları olan eylemlerin planlanmasına nasıl uyarlanabileceğidir.

Aslında, birlikte eylem paradigmasının en uygun ve güçlü olabileceği yer tam da sosyopolitik düzeydir. İnsan eylemliliğinin çeşitli aktörler arasında ne ölçüde dağılmış olduğunu anlarsak, o zaman tamamen özerk ve bağımsız bireylermişiz gibi davranmaya devam edemeyiz. Radikal bir şekilde kendimize güvenemeyiz; şeylerin eyleyiciliğine, onların davranışlarına ve olanaklarına, etkinliklerine ve eğilimlerine güvenmek zorundayız. Ejderha gibi, uçmak için bulutlara ve rüzgâra ihtiyacımız var. Ancak daha önce de belirtildiği gibi bireycilik ideolojisi altında, göçmenler başkalarının kaynaklarını çalmakla suçlanır; oy kullanmayanlar demokrasiyi ihmal ettikleri için küçümsenir; yoksullar liyakatsiz oldukları için hor görülür.

‘Bireysel tercihlere’ gösterilen tüm bu ilgi, eylemlerin bireyin niyetlerinin, arzularının, tercihlerinin ve iradesinin doğrudan sonucu olduğu yanlış bir eylemlilik anlayışından kaynaklanmaktadır. Ancak, sosyolog Peter Callero’nun da belirttiği gibi, teoride oy kullanma hakkımız olsa bile, yakınımızda oy kullanma merkezleri yoksa ya da ekleyebiliriz ki seçim günü çalışmak zorundaysak oy kullanma eylemini gerçekten gerçekleştirebilir miyiz? Oy vermek, benim oy verme arzum kadar, bunu yapmamı mümkün kılan ya da engelleyen çok sayıda yapı, kurum, yasa ve nesne tarafından da olanak verilen bir ortak eylemdir. Bir şey olarak bireycilik ideolojisinin de kendi eğilimleri (kendi davranışları ve olanakları) ve kendi iradi olmayan eylemliliği (etkinliği ve eğilimi) vardır. Bireyciliğin birçok gücünden ve kesinlikle en yıpratıcı olanlarından biri hem kişisel hem de toplum olarak hareket etme ve olmak istediğimiz kişi olma olanaklarımızı sağlayan yapılara, kurumlara ve kaynaklara karşı bizi körleştirmesidir. Bireyciliğin toplumsal gerçekliği nasıl gördüğümüze dair etkisi, onun varlığının özünü oluşturmaktadır.

İlişkiselliğin ve özellikle de ortak eylemin faydası, eylemlerimize katılan geniş ortak aktörler ağını görmemizi sağlamasıdır. Güvenli bir mahallede büyümek ya da yüksek kaliteli eğitime erişmek gibi bazılarının başarılı olmasını sağlayan ve aynı zamanda daha fazla çocuğa bakamadığınızda güvenli ve yasal bir kürtaj yaptıramamak gibi engel teşkil eden yapıları gün ışığına çıkarır. Tüm eğilimleri ve olanaklarıyla gezegenimizin tüm eylemlerimizde ortak bir aktör olduğunu ve doğal dünyadan bağımsızmışız gibi zorlayıcı ve bireysel davranamayacağımızı nihayet kabul etmeliyiz. Bunu zor yoldan, sevdiğimiz her şeyin ölümü ve yıkımı yoluyla öğreniyoruz. Yine de yaşam tarzlarımızı, şeylerin eğilimlerine uyum sağlayacak ve böylece hayatta kalacak şekilde etkili bir biçimde değiştirme yeteneğine sahip görünmüyoruz.

Antik Çin filozofları, insan eylemliliğini bireysel ve bağımsız bir faaliyet olarak düşünmenin yanlış olduğunu vurgulamışlardır. Bireycilik en iyi ihtimalle yetersiz ve etkisiz eylem biçimlerine, en kötü ihtimalle de çatışma, kaos ve zarara yol açar. Yine de bu ortak eylem teorisindeki hiçbir şey gücü ve kontrolü insanların elinden almayı amaçlamaz. Aksine, eylemlerimiz üzerinde tam kontrol sahibi olmadığımızı kabul ettiğimizde, bunların sonuçları üzerinde daha fazla kontrol sahibi oluruz ve daha uyumlu ve etkili sosyal yapılar yaratmak için daha geniş bir hayal gücüne sahip oluruz. Birbirine karışmış aktörler arasında sorumluluk, suçluluk ve liyakati daha adil bir şekilde paylaştırmak ve gelecek için daha eşitlikçi ve iyileştirici yollar sunan sosyal sistemler tasarlamak için, çevremizde eylemliliğimize iştirak eden diğerlerine de odaklanmalıyız. İnsan eylemliliğini daha dağıtıcı ve kolektif bir moda sokmak, iç içe geçmiş, birbirine bağlı, ilişkisel varlıklar olarak gerçek anlamda daha özerk olmamıza yardımcı olacaktır.

 


Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Mercedes Valmisa’nın “We are interwoven beings: A dragon needs the clouds and the wind in order to fly. What happens when we too relinquish individualistic reasoning?” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.

Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...