Felsefe hakkında her şey…

Orta Çağ sadece Hristiyan değildir; Orta Çağ felsefesi tarihinde İslam ve Yahudi düşüncesini görmezden gelmek düşünülemez…

21.10.2024
Orta Çağ sadece Hristiyan değildir; Orta Çağ felsefesi tarihinde İslam ve Yahudi düşüncesini görmezden gelmek düşünülemez…

1989 yılında Cambridge University Press üç ciltlik yeni bir kitap serisinin yayınlanacağını duyurdu: The Cambridge Translations of Medieval Philosophical Texts. Norman Kretzmann ve Eleonore Stump’ın editörlüğünü yaptığı ve mantık ile dil felsefesine ayrılan ilk cilt, 15’i de Hristiyan düşünürler tarafından kaleme alınmış 15 Orta Çağ metnini içeriyordu. Serinin bu kez etik ve siyaset felsefesine odaklanan ikinci cildi 2000 yılında yayımlandı. Arthur S McGrade, John Kilcullen ve Matthew Kempshall’ın editörlüğünü yaptığı bu derlemede yer alan 17 metnin on yedisi de Hristiyan düşünürler tarafından kaleme alınmıştı. Etik ya da siyaset üzerine geç Orta Çağ Yahudi ya da İslam metinlerine ne diyelim? Bunlar hiçbir ciltte kendine yer bulamadı.

Robert Pasnau’nun editörlüğünü yaptığı, akıl ve bilgi konularını ele alan serinin üçüncü cildi 2002 yılında yayımlandı. İçinde 12 metin vardı ve bunların 12’si de Hristiyan’dı. İslami ya da Yahudi kaynaklara yer verilmemişti.

İlk üç cildin başarısı nedeniyle yayınevi seriyi, sırasıyla metafizik ve felsefi teolojiye ayrılmış iki cilt daha genişletmeye karar verdi. Her iki ciltte de Müslüman ya da Yahudi düşünürlere ait herhangi bir eserin yer almayacağını tahmin etmek hiç de güç olmayacaktır. Büyük olasılıkla, bu seriyi okuyan biri, geç Orta Çağ’da Müslüman ya da Yahudi filozofların olmadığı ya da en azından mantık, dil felsefesi, etik, siyaset ya da zihin felsefesi üzerine yazan ya da eserleri herhangi bir ilgiyi hak eden Yahudi ya da İslam filozofların olmadığı izlenimine kapılacaktır.

Ama belki de aceleci davranıyoruz. Belki de Arapça ve İbranice Orta Çağ felsefe metinlerinin yetkin çevirmenlerinin bulunmayışı bu tür eserlerin katı bir şekilde dışlanmasına neden olmuştur. Durum böyle olsaydı, elbette yetkin çevirmenlerin yokluğunun nedenlerini araştırmak gerekirdi. Ancak, söyleyebileceğim tek şey, Arapça ve İbranice çevirmenlerin mevcudiyeti meselesinin bu seride Yahudi ve İslami eserlerin dışlanmasıyla hiçbir ilgisi olmadığıdır. Eğer bu ihmal sadece teknik bir mesele olsaydı, editörlerin serinin adını ‘The Cambridge Translations of Medieval Christian Philosophical Texts’ olarak değiştirerek bu zorluğu aşmaları kolay olurdu. Bu basit bir ‘dürüst reklamcılık’ meselesi gibi görünmektedir. Yine de bu basit nitelemeyi yapmadılar.

The Cambridge Translations of Medieval Philosophical Texts‘in editörleri neden serinin Hristiyan metinleriyle sınırlı olduğunu belirtecek bir başlık benimsememiştir? Muhtemelen, böyle bir tanımlama seriyi belirli bir dinî geleneğe ayrılmış bir antolojiler dizisi olarak çok daha dar görüşlü gösterecekti ki gerçekten de öyledir. Geç Orta Çağ felsefesinde Hristiyan geleneğini şehirdeki tek örnek olarak sunmaya çalışırken, serinin editörleri görünüşe göre evrensel felsefi söylemi belirli bir dinî geleneğinkinden ziyade temsil ettiklerini düşündüler ve böylece İslam ve Yahudi eserlerinin dışlanması Hristiyanlığın evrenselliğini iddia etmek için bir araç hâline geldi.

Orta Çağ İslam ve Yahudi felsefesinin dışlanmasına ilişkin alternatif bir açıklama, seri editörlerinin yayın politikalarının dışlayıcı, çarpıtıcı ve ayrımcı doğasının farkında olmamaları olabilir: Masum bir şekilde Orta Çağ felsefesinin sadece Hristiyan felsefesi olduğunu varsaymış olabilirler. Son derece yetkin akademisyenlere böylesine geniş kapsamlı bir kavramsal körlük atfetmek bana pek inandırıcı gelmiyor, ancak bu tür bir körlük gerçekten de ideolojinin egemen olduğu çalışmaların ortak işareti olduğu için bunu kesinlikle göz ardı edemeyiz.

Cambridge ciltlerini okuyanların neleri kaçırdığını tartışmadan önce, kısa bir gözlemde bulunmama izin verin. Günümüz Anglo-Amerikan felsefesi, çeşitli grupların felsefi gelenekten tarihsel olarak dışlanmasının nasıl düzeltileceği sorusuyla ciddi ve haklı bir şekilde ilgilenmektedir. Ancak Orta Çağ İslam ve Yahudi felsefesinin Orta Çağ felsefesi tarih yazımında ihmal edilmesi, diğer grupların dışlanmasına sadece kısmen benzemektedir. Bu özel dışlanmada çok önemli bir ironi vardır. Orta Çağ felsefe kültürü, tüm sorunlarına rağmen, önemli ölçüde çok kültürlüydü; Müslüman, Yahudi ve Hristiyan düşünürler sıklıkla birbirlerinin çalışmalarıyla etkileşime giriyor, hatta bazen iş birliği yapıyorlardı. Bugün sadece Batı medeniyeti, Yahudi ve Müslüman düşünürleri felsefi söylemden dışlayan salt Hristiyan bir anlatı yaratıyor.

Peki, okuyucular ve akademisyenler olarak Orta Çağ İslam ve Yahudi felsefesini ihmal edersek neleri kaçırmış oluruz? Ben İslam felsefesi örneğinden bahsedeceğim, ancak aynı fikirler, her ne kadar eğitici farklılıklar ve ayrışmalar olsa da Yahudi felsefesi için de geçerlidir.

Orta Çağ İslam Felsefesi

İslam’ın doğuşundan sonraki birkaç yüz yıllık süre içinde Müslümanlar, eski dünyanın birçok büyük düşünce merkezini egemenlikleri altına aldılar. Kurdukları siyasi otorite, eski düşünce odaklarının yok edilmesi yolunda kullanılsaydı Müslümanlar kuşkusuz bunda önemli ölçüde başarılı olabilirlerdi. Oysa onlar eski uygarlıkların düşünsel zenginliklerinden yararlanmayı yeğlediler ve İslâm’ın askeri fetihleri eski dünyanın hikmet birikimlerini özümsemeye yönelik coşkulu bir düşünsel çaba tarafından izlendi.

İslam düşünürleri özellikle Antik Yunan uygarlığının başlıca felsefe klasiklerini Arapçaya kazandırmaya giriştiler. Genellikle büyük siyaset adamlarının himayesi altında gelişen bu süreç, felsefe kavramlarının ve yöntemlerinin İslam düşüncesinde kendisine özgün ve köklü bir yer edinmesiyle sonuçlandı. Bu çeviri hareketi sayesinde Platon ve Aristoteles gibi büyük Yunan filozoflarının etkileyici görüşleriyle tanışan İslam düşünürleri, kendilerini kısa sürede din ile felsefe arasındaki ilişkilerin doğasına yönelik çetin tartışmaların içinde buldular.

Bu tartışma aynı zamanda akıl ile iman, vahiy hakikatleriyle felsefe hakikatleri arasındaki ilişkilerin nasıl belirleneceğine yönelik derin teolojik sorunlara göndermede bulunmaktaydı ve bu yüzden İslam ilahiyatçıları tarafından da önemsendi.

İslam düşünürleri Batı’daki Hristiyan muadilleri ile üç aşağı beş yukarı aynı düşünsel sorunlarla karşı karşıyaydılar. İslam düşünürleri de tıpkı Hristiyan düşünürleri gibi Tanrı’nın varlığını, birliğini ve yaratıcı etkinliğini akli açıklamalarla temellendirmek zorunluluğunu hissediyorlardı.

Bunun yanı sıra Tanrı’nın evrenle ilişkisini, insan iradesinin Tanrısal irade karşısındaki durumunu, yeryüzündeki kötülüklerin Tanrı’nın mutlak iyiliği ile nasıl bağdaştırılabileceğini, insan ruhunun ölümden sonraki akıbetinin ne olacağını, eğer dirilecekse nasıl dirileceğini, insanı n evren hakikatlerine ilişkin neleri, ne ölçüde bilebileceğini büyük bir düşünsel yetkinlikle tartıştılar ve bu sorunları doğru işleyen her insan aklını ikna edecek şekilde çözüme kavuşturmaya çalıştılar.

İslam dünyası bu verimli düşünsel çabalar sayesinde, insanlık tarihi açısından kısa sayılabilecek bir süre içinde (9.-12. Yüzyıllar) Batı düşüncesini derinden etkileyen Kindi, Razi, İbn Sina, Farabi, İbn Haldun, Gazali, İbn Rüşd gibi birçok büyük düşünür yetiştirmiş, bilimin hemen her sahasında, bazıları kendi türünün ilk ve öncü örnekleri arasında sayılan birçok önemli eser üretmiştir.

Bu sayede Arapça kısa sürede dönemin lingua francası (farklı dilleri konuşan kişilerin bilim yapmak için başvurdukları ortak dil) haline gelmiş, Roger Bacon gibi önemli bir on üçüncü yüzyıl düşünürüne, Arapça bilmeyenin bilim ve felsefe ile etkili biçimde uğraşamayacağını söyletecek denli önem kazanmıştır. Bütün bu nedenlerle söz konusu iki-üç yüz yıllık süreyi insanlık tarihinin, düşünsel anlamda, nadir altın çağlarından biri olarak kabul etmek gerekir.

Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...