Felsefe hakkında her şey…

Disiplinlerin Merkezinde Olan Ontolojinin Anlamı

11.05.2020
1.442

Etik, epistemoloji ve siyasete paralel olarak değerlendirilmesi gereken ontoloji bu disiplinlerin bir bütün hâlinde işlenmesini talep eder. Bunlardan bir tanesinin eksik olması ontolojinin bütünlüğünü zedelediği gibi felsefenin de bir sistem anlamında bütünlüğünü zedeler.

Ayrıca bunların birbirleriyle de ilişkisinin sağlam olması gerekmektedir. Dünyanın başlangıcı ile ruhumuzun nereden geldiği soruları Tanrı’nın olması yani O’nun yaratmasıyla ilgilidir. Tanrı kavramı bu açıdan bakıldığında ontolojinin merkezinde yer alan bir kavram olduğunda teoloji de ontolojinin merkezini oluşturur. Aristoteles’in Metafizik kitabından yapacağımız bir alıntı bu hususu daha iyi anlamamızı sağlayabilir:

“Her varlık, madde ve kuvveyi kendisinde bulunduran somut bireyden, Sokrates veya Kallias’tan, kuvvenin belirsizliğinin tersine, mutlak anlamda gerçek olan tek varlık ve aşkınlığında- ki bu aşkınlık, öte yandan, onun şeylere içkin bir eylemini kesinlikle dışarıda bırakmamaktadır- bu dünyadaki bütün varlıkların kaynağı ve ereği olan salt tanrısal fiile kadar yükselen formlar zinciri ve hiyerarşisinde kendi sabit yerine sahiptir. Tanrı’yı bilmek, bütün özel tözlerin bilmektir. Çünkü şeyler, ancak formları ile vardırlar ve ancak onlarla kavranabilirler ve yine çünkü formlar, Tanrı’ya tabidirler ve kendileri için en yüksek iyi olan şeye yönelir gibi Tanrı’ya yönelirler. Tanrı’nın ezelî, ebedî oluşuna ve akılsala olan az veya çok bağlılıkları, onların kendi varlık derecelerini tayin eder. O hâlde konusu varlık olduğu ve mutlak anlamda varlık, varlık olmak bakımından varlıkta mutlak zihin, Tanrı olduğu için metafizik, teolojidir.”

Şu hâlde 17. yüzyılda ortaya çıkan ontoloji, kökeninde metafizik olarak telakki edilmekteydi. Anlaşılacağı üzere gerek dünyanın gerekse insan ruhunun kaynağı nedir, neye dayanır sorularını sorduğumuzda vereceğimiz cevap bizi Tanrı’ya dayandırmaktadır. Nitekim Orta Çağ İslam felsefesi Tanrı’yı zorunlu varlık, Tanrı haricinde diğer varlıkları da mümkün varlık olarak belirleyerek Tanrı kavramının gerekliliğini göstermiştir. Burada sorulması gereken soru şu olabilir: Tanrı kavramı, merkezî rolünden çıkarsa o zaman sistem çöker mi?

Sistemin çöktüğünü Modern Dönem’de gördük. Modern Dönem’de olan, Tanrı kavramının kullanılmasına rağmen merkezî olmaktan çıkmasıyla beraber sistemin temelinin yani metafiziğin çökmeye başlamasıdır. Burada aslında açıklamalarını ileride yapacağımız önemli olan iki hususu belirtmek gereklidir: Öncelikle Leibniz’in metafizik yerine ontolojiyi öne sürmesi yani varlık bilimi olarak metafiziği tekrar canlandırmak istemesi metafiziğin bir sistem olarak bütünlüğünü kaybetmeye başlamasıyla ilgilidir. İkinci olarak Leibniz’in metafiziği yeni bir adla kurtarma çabasına paralel olarak başka bir deneme de Alman filozof Kant tarafından yapılacaktır.

Kant, metafiziğin teorik açıdan (yani Tanrı gibi bir kavramın) bilinmesi yerine ahlak metafiziğini önerir. Bu filozofa göre ahlak metafiziği; Tanrı’yı bilmek yerine Tanrı’nın ahlaki anlamda bana ne katkı sağlayabileceğini ortaya koymaktır. Ama bundan daha önemlisi ahlak metafiziğinin bu yeni mecrasının artık Tanrı’yı değil de insanı merkeze almanın doğal bir sonucu olmasıdır. Bunların felsefeyi nasıl bir mecraya soktuğunu daha ileride göreceğimizden şimdilik bu belirtilen hususları akılda tutmakla yetineceğiz.

Yukarıda ontolojinin merkezinde metafiziğin yer aldığından bahsetmiştik. Metafizik teriminin bir diğer kullanım şekli aslında onun ortaya çıkışını ifade etmektedir: Metafizik adlandırması Aristoteles’in derslerini not alan öğrencileri tarafından fizik derslerinden sonra anlatılan ders olması nedeniyle konulmuştur.

Çünkü Yunanca meta kelimesi sonra anlamına gelmektedir. Dolayısıyla metafizik; fizikten sonrası yani doğa üzerine işlenen derslerden sonrası şeklinde anlamlandırılmaktadır. Bunun yanı sıra daha teknik olan ve bu yüzden anlaşılması için daha fazla dikkat edilmesi gereken diğer husus varlık kelimesi ile ontoloji arasındaki ilişki ile ilgilidir. Burada önemli bir Türk mütefekkir olan Hilmi Ziya Ülken’in Varlık ve Oluş adlı kitabından bir kısmı aktarmak faydalı olacaktır:

“Varlık kelimesini Yunaca on, Latince esse, Fransızca etre, İngilizce being, Almanca sein fiillerinin karşılığı olarak kullanıyoruz. Fakat bu kelimeler aynı zamanda hem fiil hem isim olarak kullanıldığı hâlde Türkçede “varlık” yalnızca bir isimdir ve bu kelimenin asıl ifade edeceği fiil Arapça, Türkçe, Rusça gibi bir kısım dillerde yoktur. Arapça isim cümlesinde var olmayı veya “dır”ı ayrı bir kelime ile gösteremeyiz…”

Buradan da anlaşılacağı üzere varlık dediğimiz olmak ile varlık arasında, Yunanca başta olmak üzere, yukarıda bahsi geçen dillerde ayrım biraz daha zordur. En azından bizde olduğu üzere var olan ile varlık arasındaki kadar fark bulunmaz. Burada temel disiplinler olarak felsefenin mesela fizik bilimini neden yeni bir disiplin ya da bilim hâline getirdiğini de açıklamak için önemli bilimlerin tasnifini yapan ve diğer bilimlerin tasnifine ilişkin yöntemi de belirleyen Aristoteles’e biraz daha yaklaşalım:

“Tek tek şeyleri ele alıp incelemek, öteden beri pozitif tanımlı felsefenin meselesi olmamıştır. Zira felsefe, temelde ilkin Sokrates’te gördüğümüz üzere bir kavram araştırmasıdır. Kavramların başında da her şeyimizle dönüp dolaşıp kendisine dayandığımız varlık (Tanrı) gelir. Nitekim Aristoteles’in indinde de felsefenin asli işi, kendi başlarına birer araz olma durumundaki tek tek şeyleri incelemektir.”

Demek ki bu tek tek şeyleri yahut var olanları felsefe değil geleneksel olarak onun çatısı altında yer alan ve belirli bir varlık alanını kendilerine konu kılan bilimler araştırır.

Aristoteles fiziği şöyle tanımlar:

“Fizik, var olanları, şeyleri varlık olarak ele almaz ama bunların hareketleri bakımından arazları ile ilkelerini ele alır. Hâlbuki ilk felsefe daha önce de işaret ettiğimiz üzere şeyleri ve var olanları taşıyan varlık tabanını (hüpekeimenon) araştırır.”

Dikkat edilirse Aristoteles ağırlıklı tanımlamalardan hareket ediyoruz. Bu durum, metafiziğin ya da felsefenin meselelerinin sadece Aristoteles tarafından tartışıldığı ya da onun bu sorunları ortaya koyduğu anlamına gelmez. Aristoteles’in hocası Eflatun, birçok anlamda öğrencisine rehberlik etmiştir.

Bu konuların ortaya koyulmasında belki de öğrencisinden daha önde bile kabul edilebilir. Buna karşın Aristoteles’in meseleleri ele alışı tanımlama ve belirlenmeyle olduğundan meseleleri sistemli bir şekilde gösterme konusunda hocasından daha başarılı olmuştur. Bunun için felsefenin bu konuları Aristoteles öncesinde de filozofların gündemini meşgul ederken felsefe, Aristoteles’in elinde dallara ayrılmış ve belirlenmiş bir üst bilim hâline gelir.

Yukarıdaki varlık konusuna eklememiz gereken önemli bir husus vardır. Aristoteles için varlık olarak çevirdiğimiz kelimenin karşılığı, bu filozofun eserlerini incelediğimizde var olan şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Varlık hocası Eflatun’da tümel olarak düşünülürken Aristoteles’te bireysel olandır. Bu da varlığın her bir canlı olarak var olan şeklinde anlaşılmasını şart koşar.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...