Felsefe hakkında her şey…

Bilim kurgu – felsefe ilişkisi: Bilim kurgu bize varoluş hakkında neler anlatıyor?

07.10.2023
359
Bilim kurgu – felsefe ilişkisi: Bilim kurgu bize varoluş hakkında neler anlatıyor?

En iyi bilim kurgular, içinde kendi felsefesini taşıyan ve izleyenlere derinlikli sorular sorduranlardır. Filozofça düşünmek için dünyanın sonu senaryolarından daha iyisini bulmak güçtür. Bilim kurgunun bize varoluş hakkında söyleyeceği çok şeyi vardır.

Bilim kurgunun en iyi çeşidi felsefi bilim kurgudur. Lazer silahları ve ışınlayıcılar tabii ki yeterince havalıdır; ama bilim kurgunun yaptığı en iyi şey soru sormak ve sordurmaktır. Bilim kurgu örneğin, yarattığı alternatif dünyalar ve senaryolarla “böyle olsaydı hayat nasıl olurdu” tarzında düşünce deneyleri sunar.

En bilinir bilim kurgu yapımlarından “The Matrix” bilginin doğruluğu ve hakikatin kendisiyle ilgilidir. Uluslararası kült seri “Star Trek” mükemmel bir toplumun nasıl oluşturulabileceğini sorgular. “Gattaca” bilim etiğini ele alır. Isaac Asimov’un robotlar için koyduğu kurallar da cabası… Bilim kurgu hangi alanda yapılırsa yapılsın iyi yapıldığında, uzun süre tesirini üstünüzde hissettirecektir.

İlgili konu: Yapay zekânın doğuracağı ahlaki dilemmaları aşmak mümkün müdür?

Bilim kurgunun en popüler alt türleri felaket ve kıyamet sonrası senaryoları konu edinir. Yine kült hâlini almış dizi filmlerden “The Walking Dead”, 11 sezon boyunca devam etmiş ve “The Hunger Games” ise dört filmlik bir seriye uzamıştır. “World War Z” dünya çapında 15 milyondan fazla satmış ve kitaptan uyarlanan aynı isimdeki film ise yaklaşık 600 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etmiştir. Bunların tamamı üzerine kurgulandığı kıyamet sonrası senaryolar ve içinde barındırdığı derin felsefi metinlerle küresel bazda etki bırakmış eserlerdir.

Felaketten ilk kimler kurtarılacak?

1951 yapımı klasik “When Worlds Collide”, kozmik bir felaketten kurtulmaya çalışan insanları konu almıştır. Bilim insanları tarafından Dünya’ya yaklaşmakta olan başıboş bir yıldız tespit edilmiştir ve bu çarpışma gezegenimizi yok edecektir. İnsanlar ise bu yok oluştan kurtulmanın yollarını aramaktalardır. Benzer hikâyeler 1998 yapımı “Deep Impact”, 2009 yapımı “2012” ve 2007 yapımı “The Mist” gibi filmlerin de ana konusu olmuştur. Bu senaryolarda, insanlığın elinde sadece tüm insan varlığının küçük bir bölümünü kurtarmaya yetecek kadar kaynak kalmıştır. Peki o hâlde hangi insanlar bu kurtuluşa erebileceklerdir?

“2012”, Roland Emmerich tarafından yönetilen bilim kurgu filmidir.

Immanuel Kant’a göre yeryüzünde yaşayan tüm rasyonel varlıklar yaşama ve özgürce seçim yapma hakkına sahiptir. Bu bağlamda, kimseye bir amaç için araç olarak muamele edilmemelidir; zira herkes kendisi olarak değerlidir. Demek ki Kant’a göre böyle bir durumda bir piyango sistemi uygulamak, muhtemelen en iyisi olacaktır. Pragmatist düşünürler için, gelecekte insanlığa en çok faydayı sağlayacak kişiler kurtarılmalıdır. Örneğin tıp doktorları, mühendisler ve tabii kendi işlerindeki en başarılı kişiler… Gerçekte ise dünya Nietzscheci’dir. Diyebiliriz ki zamanımızın Übermensch’leri; generalleri ve yöneticileri uzay gemilerine ilk binenler olacaktır. Ayrıca olası bir nükleer savaşta sığınaklarda ilk sırayı politikacıların alacağı da bir sır değildir.

Yeniden bir toplumsal inşa nasıl sağlanacak?

Kıyamet sonrası kurgusu neredeyse her zaman toplumun bir kısmının, yıkılmış ve çölleşmiş bir dünyayı yeniden inşa etme çabasını ve yeniden canlandırılması uğraşını içerir. “The Walking Dead” ve “Fallout”ta birbirinden çok farklı amaçlar için bir araya gelmiş çeteler ya da farklı klanlar toplumu kendi amaçlarına göre inşa etme amacını güder. Bu konunun işlendiği en popüler örneklerden biri, kıyamet sonrası Amerika’sının iyiler ve kötüler olarak ikiye ayrıldığı “The Stand”dir. Bütün bu senaryolar çok anlamlı bir soruyu gündeme getirmektedir: Sıfırdan başlayabilseydik toplumu yeniden nasıl inşa ederdik?

Bu, John Rawls’un “başlangıç durumu” olarak bilinen düşünce deneyi ile örneklenebilecek bir durumdur. Rawls, başta hiçbir ilkenin, dünya görüşünün olmadığı bir başlangıç durumu kurgular. Bu durum özgür ve eşit bireylerin adil bir uzlaşmaya varabilecekleri zeminin yaratılması için düşünülür. Başlangıç durumunda bireyler tüm bağlam ve özelliklerinden sıyrılmışlardır, yani bireyler hangi sınıftan geldiklerini, hangi dine mensup olduklarını, cinsiyetlerini vb. bilmemektedirler. Aynı zamanda kendi iyi yaşam anlayışlarından da yoksundurlar.

Bireylerin başlangıç durumunun altında yatan temel tez, tarafların gerçek dünyadaki birtakım avantajlardan ve dezavantajlardan soyutlanarak adil toplumun temel yapısını oluşturacak bir anlaşmaya varmalarının mümkün olduğudur. Başlangıç durumu, doğa durumuna denk düşen bir kavramdır ve temel fonksiyon adalet ilkelerinin seçilmesinde tarafsızlığa dayanan bireylerin, adil iş birliğinin koşullarını ve bunların kamusal kabul edilebilirliğini aradığı soyut bir pozisyondur.

Başlangıç durumunda konumlanmış olan tarafların en temel özelliği rasyonel siyasal özne olmalarıdır. Yani orijinal pozisyondaki taraflar, adil toplumun temelini oluşturacak ilkeleri seçerken, kendi rasyonel hayat planlarını gerçekleştirmelerini sağlayacak en iyi adalet ilkelerini arayacaklardır. Fakat bu noktada tarafların kendilerine ait olacak iyi konseptin ne olduğunu bilmemektedirler. Bunun anlamı her bireyin özel amaçlarını ve geliştirilmesi gereken menfaatlerini bilmediği varsayılır.

O hâlde mutlu ve tatmin olma şansınızı en üst düzeye çıkarmak için o toplumun temel yapısını ve tutumunu nasıl tasarlardınız? Hangi kıyamet sonrası dünya, herkes için en adilini sergilerdi?

Doğayı hangi ölçüde kontrol edebiliriz?

Homo sapiens’in başarı öyküsünün belirleyici yanlarından biri doğaya karşı koyma, onu kontrol ve ıslah etme becerisidir. Ormanları kesip yakan, sellerin önüne geçebilmek için nehirlere barajlar kuran, vahşi hayvanları çiftlik hayvanlarına dönüştüren beceri budur. Pek çok bilim kurgu yapım da bu becerinin aşırıya kaçarak genetik tasarım ürünü canavarlar yarattığı veya iklim felaketlerine yol açtığı senaryolara dayanır. Tüm bunlar da bizim şu soruyu sormamıza neden oluyor: Doğayı hangi ölçüde kontrol edebiliriz ve etmeliyiz?

Mavi hap ve kırmızı hap metaforu, The Matrix'te yer alan ve kartezyen düşüncenin işlendiği en önemli bölümlerden birinde işlenmektedir.

Mavi hap ve kırmızı hap metaforu, The Matrix‘te yer alan ve kartezyen düşüncenin işlendiği en önemli bölümlerden birinde işlenmektedir.

Doğa üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmamamız gerektiğini düşünmek yanıltıcı bir yaklaşım olacaktır. İnşaat mühendisliği ve mimari gibi etkinliklerle antibiyotikler ve klimalar gibi yaşamı kolaylaştıran buluşların hepsi doğal düzene müdahale etmemizin bir sonucudur. Bunlar da yeri geldiğinde itlafı ve tahribatı içermektedir.

Francis Bacon ve Rene Descartes doğayı kontrol etmenin uygarlığın gelişimi ve korunması için gerekli olduğunu düşünmüşlerdir. Bu, kökünde, rasyonel olanın irrasyonel olanı kontrol etmesiyle ilgiliydi; kaostan düzen çıkarmaktır. İlk insanlar barınak inşa etmek için ormandaki ağaçların arasında bir açık alan oluşturmak zorundaydılar ve yaptıkları şey şüphesiz ki doğruydu. Ancak doğaya zarar vermenin insana da zarar vermek anlamına geldiği kritik bir nokta vardır. Apokaliptik bilim kurgu, bu noktanın ne zaman ve nerede karşımıza çıkacağını veya çıkabileceğini ele almak için harika bir araçtır.

Hayatta kalan son kişi sen olduğunda yaşamanın ne anlamı olacaktır?

“28 Days Later”, Londra’nın boş sokaklarında dolaşan yalnız ve kafası karışmış bir adamla açılır. Karşımızda dünyanın en kalabalık şehirlerinden birinde gerçek anlamda yalnızlığı, kimsesizliği yaşayan bir adam vardır. “Oryx and Crake”, “I Am Legend” ve “Wall-E” gibi anlatılarda da karakterler kendilerini ürkütücü derecede sessiz ve ıssız bir dünyanın tam ortasında bulurlar. Bu yapımların hepsi de varoluşsal bağlamda oldukça önemli bir soruyu gündeme getirmektedir: Kurduğumuz insani bağların ötesinde, daha önemli olan başka bir şey var mıdır?

İlk bakışta kıyamet sonrası bir dünya oldukça eğlenceliymiş gibi görünebilir. Ne otorite ne alışveriş kuyruğu ne de maddi kaygılar söz konusudur. En hızlı ve lüks arabalara binebilir, en büyük ve modern malikanelerde yaşayabilir ve istediğiniz kadar yiyecek ve içeceğe erişebilirsiniz. Peki ya sonra? Bütün bunlardan sonra ne olacak? Ne yapacaksınız?

Bu fikri işleyen en güçlü yapımlardan biri Cormac McCarthy’nin “The Road” adlı eseridir. Hikâyede bir baba ve oğul terk edilmiş, karanlık ve uçsuz bucaksız bir arazide yol alırlarken anlatılmaktadır. Yalnız değillerdir; etraflarında haydutlar ve yaşanan korkunç olaylar vardır; ama önemli olan tek şey şudur ki baba-oğul ve onların birbirlerine duydukları sevgi, hep yanlarındadır. Dünya yangın yeriyken, yapacak hem her şey varken hem de hiçbir şey yokken, elimizdeki en önemli şey nedir ki? “The Road”a göre cevap şu olmalıdır: Sevdiğimiz insanlar.

Gerçek dünyanın maceraperest insanlarından birisi olan Christopher McCandless, kimi zaman yürüyerek, kimi zaman otostop çekerek, kimi zamansa bir kano ile, yanında sadece bir sırt çantası taşıyarak kişisel bir doğa yolculuğuna çıkmış ve Alaska’da terk edilmiş bir otobüste yaşamını yitirmiş olarak bulunmuştur. Yanında bulunan günlüğünün bir yerinde “Mutluluk ancak paylaşıldığında mutluluktur” yazan McCandless, bizi şu soruya yöneltmiştir: Diğer insanlar olmadan, herhangi bir şeyin anlamı var mıdır?

 


Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Jonny Thomson’ın “Apocalypse philosophy: What science fiction teaches us about existence” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.

Kaynak Metnin Yazarı: Jonny Thomson, Oxford Üniversitesinde felsefe öğretmenliği yapmaktadır.

Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer YILDIRIM

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...