Felsefe hakkında her şey…

Gazzâlî: Hakikat Arayışıyla Geçen Bir Hayat

13.05.2020
1.143

Gazzâlî’nin (ö. 1111) eserleri, Arapça felsefe geleneğinin tarihinde kritik bir aşamaya işaret etmektedir. Klasik eseri Filozofların Tutarsızlığı (Tehâfütü’l-felâsife) dolayısıyla büyük ölçüde İbn Sînâ’nın (ö. 1037) metafizik ve psikolojisinin keskin bir eleştirmeni olarak anılmaktadır.

Aynı zamanda ona, İbn Sînâ’nın felsefî görüşlerini benimsemesi sebebiyle de önem verilmektedir. Bu, ilk bakışta büsbütün tutarsız olmasa bile paradoksal gözükebilir. Aslında o, İbn Sînâ’nın düşüncelerini, mensubu olduğu Eş‘arîliğin vesileci bakış açısıyla yorumladıktan ve kendi kelamî görüşleriyle tutarlı hale getirdikten sonra benimsemiştir.

Gazzâlî tanınmış bir fakih, bir mütekellim ve fakat bütün bunların yanında bir sûfî idi. Ölümünden birkaç yıl önce yazdığı otobiyografisinde, kesinlik peşindeki arayışının kendisini aklî ve manevî yolculuğa sevk ettiğini ve nihayetinde aradığı kesinliği, “tat” anlamındaki tasavvufî bir terim olan zevk, yani doğrudan mistik tecrübede bulduğunu belirtmektedir.

İki eseriyle katkıda bulunduğu Eş‘arî kelam okulu içinde yetişmesine rağmen kelam disiplinine karşı eleştirel bir tavra sahipti. Bu durum, İbn Sînâcı felsefî düşünceleri yeniden yorumlayıp mal ettiği kelamıyla tasavvufunun aralarının açık olup olmadığı sorusunu gündeme getirmiştir. Bir sûfî olduğu dönem boyunca yazdıklarının -doğru bir bağlamda- yakından okunması, bu sorunun aslında sözkonusu bile olmadığını göstermektedir. Bizim de işaret etmek istediğimiz üzere tasavvufî ve kelamî-felsefî görüşleri birbirini tamamlamaya eğilimli kabuller içermektedir.

1058’de kuzey doğu İran’daki Tûs şehrinde veya bu şehrin civarında bir yerde doğan Gazzâlî, geleneksel İslamî eğitimini, fıkıh çalışmalarına yoğunlaşan dinî üniversiteler konumundaki medreselerde aldı. Tûs ve ardından Cürcân’da tahsil gördükten sonra Şâfi‘î (ö. 820) fıkıh mezhebinin kadısı ve Eş‘arî (ö. 935) kelam mezhebinin önde gelen mütekellimi olan meşhur İmâmu’l-Harameyn el-Cüveynî’den okumak için Nîşâbûr’a gitti (ykl. 1077). Muhtemelen Nîşâbûr’daki tahsili sırasında felsefenin bir parça etkisinde kaldı. Felsefe konusundaki yoğun çalışmalarını daha sonra Bağdat’ta iken gerçekleştirdi.

Cüveynî 1085’te vefat etti. Öyle görünüyor ki Gazzâlî, Nîşâbûr’da yaklaşık altı yıl daha kaldı. Şâfi‘î fıkhına dair eserler veren parlak bir ilim adamı olarak şöhret kazandı. 1091’de vezir Nizâmü’l-Mülk onu Bağdat’taki Nizâmiye’ye fıkıh profesörü olarak atadı. Bu, ismini kurucusu Selçuklu Türk sultanlarının veziri Nizâmü’l-Mülk’ten alan ve Şâfi‘î fıkhını öğretmek üzere tesis edilen çok sayıdaki medrese içinde en itibarlı olanıydı. Selçuklu sultanları Bağdat’ta gerçek gücü ellerinde bulunduruyorlardı, ancak bu güçleri Abbasî halifesi tarafından meşrulaştırılmıştı. Selçuklu Türkleri İslam’ı Sünnî şekliyle kabul etmişlerdi ve dolayısıyla Kahire’deki hilafet karşıtı Şiî Fatımîlerle mücadele içindeydiler. Nizâmiye medreseleri bir ölçüde Fatımîlerin dinî öğretilerini etkisiz hale getirmeyi de hedefliyordu. Gazzâlî’nin Bağdat’a geldiğinde Abbasî halifesi el-Mustazhir’in (ö. 1118) talebi doğrultusunda yazdığı eserlerden birisi olan Bâtınîlerin Rezaletleri (Fedâihu’l-bâtıniyye), Fatımîlerin öğretisine karşı kelamî bir hücum niteliğindedir.

Gazzâlî Bağdat’ta 1091’den 1095’e kadar tedris faaliyetini sürdürdü. Muhtemelen bu dönemin başlarında bir şüphecilik devresi geçirdi. Otobiyografisinde de belirttiği üzere, kesinlik arayışında artık duyulara güvenemezdi. Duyuların en güçlüsü olan görme duyusuna bir kimse nasıl güvenebilirdi? Gölgeye bakıyor ve onu durur halde görüyoruz, fakat daha sonra onun hareket ettiğini, hatta devamlı bir surette tedricen duyulara konu olamayacak şekilde hareket ettiğini öğreniyoruz. Yine güneşe baktığımızda güneş bize bir bozuk para büyüklüğünde görünüyor, ancak astronomik delil, onun dünyamızdan bile daha büyük olduğunu gösteriyor. Bu şüphecilik akla kadar uzanmıştır. Şayet duyular güvenilmezse kişi akla nasıl güvenebilir?

Gazzâlî bu noktada aklın öncelikli ilkelerinin -mesela, üçüncü halin imkansızlığı ilkesi- güvenilebileceğine dair de bir garanti bulamamıştır. Zira bir kimse bu ilkelerin doğruluğunu kısır döngüye düşmeden, onların doğruluğunu varsaymadan ispatlayamamaktadır. Gazzâlî’nin bize söylediğine göre bu şüphecilik, Allah akla dair inancını iade edene kadar iki ay boyunca muzdarip olduğu bir hastalıktı. Gazzâlî bu şüphe dönemini otobiyografisinde şöyle anlatmaktadır:

“Biliniz ki -yüce Allah tuttuğunuz yolu güzelleştirsin ve hakkı kabul etmenizi kolaylaştırsın-, insanların din ve inançlar konusundaki görüş ayrılıkları; sonra ümmetin, fırkaların çokluğu ve [benimsenen] yöntemlerin farklılığı sebebiyle mezhep konusunda yaşadığı ihtilaflar, küçük bir azınlık dışında pek çok kimsenin boğulduğu derin bir denizdir. Oysa her bir fırka kendisinin kurtulduğunu sanır. [Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur]: “Her bölük kendi inancından memnundur” [er-Rûm, 30/32]. Bu hususu bize peygamberlerin sadık ve güvenilir efendisi -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; bunlardan kurtuluşa eren bir tanedir” hadisiyle haber vermiş ve verdiği bu haber de gerçekleşmiştir.

Ergenlik çağına yaklaştığımdan beri, yirmi yaş öncesi delikanlılık döneminden bugüne kadar -şimdi yaş elliyi aştı- bu derin denizin dalgalarıyla boğuşmaya, çekingen ve korkak değil, cesurca derinliklerine dalmaya, karanlık olan her şeyle didişmeye, her zorluğun üzerine gitmeye, her tehlikeye atılmaya, haklı ile haksız olanı, Sünnet’e bağlı olanla bid‘atçıyı ayırmak için her fırkanın inancını araştırmaya, her kesimin mezhebine ait incelikleri keşfetmeye devam etmekteyim. Bütün bunları yaparken hiçbirini peşinen dışlamaksızın bir bâtınînin bâtınîliğinin iç yüzünü öğrenmek isterim; bir zahirînin zahirî oluşunun sonucunu bilmek dilerim; bir felsefecinin felsefesinin mahiyetine vâkıf olmayı amaçlarım; bir kelâmcının tartışma ve mücadelesinin amacından haberdar olmaya çalışırım; bir sûfînin sûfîliğinin sırrına ermeyi çok arzularım; bir âbidin ibadetinden ne elde ettiğini gözetip görmek isterim; pasif bir tanrı anlayışını benimseyen bir zındığın bu görüşe cüret edişinin arkasındaki sebepleri araştırıp öğrenmek isterim.

Her şeyin hakikatini anlayıp kavramaya karşı susuzluğum gençlik çağımdan beri yüce Allah’ın mayama kattığı, doğuştan gelen bir âdetim olup kendi irade ve çabama bağlı bir şey değildir. Böylece taklit bağından kurtuldum ve benim açımdan daha çocuk denecek yaşta geleneksel inançlar anlamını yitirdi. Zira Hıristiyan çocuklarının yalnız Hıristiyan, Yahudi çocuklarının sadece Yahudi, Müslüman çocuklarının da ancak Müslüman olarak yetiştiğini gördüm ve Hz. Peygamber’den (s.a.s.) rivayet edilen “Her doğan fıtrat üzere doğar; sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi olarak yetiştirir” hadisini işitince içimde aslî fıtratla, anne babayı ve öğretmenleri taklit sonucu oluşan ve telkine dayalı inançların gerçekliğini araştırma ve bunları birbirinden ayırt etme arzusu uyandı. Bu durumda hak olanı batıl olandan ayırt etme hususunda birçok ihtilaf bulunduğunu görerek kendi kendime dedim ki: Benim amacım sadece her şeyin gerçek bilgisine ulaşmaktır. O halde gerçekte bilginin ne olduğunu araştırmak gerekir. Anladım ki kesin bilgi, bilinenin hiçbir şüphe taşımayacak, yanılma ve hayale yer bırakmayacak, zihnin (kalb) bunlara imkân ve ihtimal tanımayacak derecede açık seçik hale gelmesidir. Aksine, hataya düşmemenin güvencesi şudur: Bilgideki kesinlik öyle olmalıdır ki, mesela bir kimse taşı altına, asayı ejderhaya dönüştürerek bilginin yanlışlığını ortaya koymaya yeltense, bu durum hiçbir şüphe ve ihtimale (imkân) yol açmamalıdır. Mesela ben on sayısının üçten daha çok olduğunu biliyorsam, biri çıkıp bana “Hayır, üç daha çoktur” dese ve bunu kanıtlamak için “Ben asayı ejderhaya dönüştürürüm” iddiasında bulunsa ve bunu yapsa, ben de bunu gözümle görsem yine de bundan ötürü bilgimden şüphe etmem. Bu olaydan dolayı sadece onun buna nasıl güç yetirdiğine şaşarım; bildiğimden şüphe etmeye gelince… Asla!

Sonra anladım ki, bu tarzda bilmediğim ve bu tür bir kesin görüşe varmadığım hiçbir bilgiye güvenilemez ve o bilgi hatadan emin olamaz. Halbuki hatadan emin olmayan hiçbir bilgi kesin bilgi sayılmaz.

Sonra kendi bilgilerimi yokladım; duyulara dayalı ve zorunlu nitelikte [aksiyomatik] olanlar dışında bu özellikte bir bilgiden yoksun olduğumu gördüm. Kendi kendime dedim ki: Ortada bu çaresizlik varken şimdi meseleleri çözmek için duyulara dayalı ve zorunlu nitelikte olan bilgiler anlamındaki apaçık bilgilerden başka bir ümit yoktur. O halde öncelikle duyu bilgilerine ve zorunlu bilgilerin hatasız olduğuna dair güvenimin, daha önce geleneğe (taklîd) dayalı bilgilerime olan güvenim türünden mi, çoğu insanın teorik bilgilere olan güveni cinsinden mi, yoksa kapalılık ve tehlikeden uzak mutlak bir güven mi olduğunu anlayıp pekiştirmem gerekir. Bunun üzerine duyuya dayalı ve zorunlu nitelikteki bilgiler hakkında çok ciddi düşünmeye, bunlardan şüphelenmemin mümkün olup olmadığını incelemeye başladım. Uzun süren şüphe [döneminden] sonra duyu bilgilerine güvenmeye de aklım (nefs) yanaşmadı. Zihnimdeki bu şüphe gittikçe artmaya ve “Duyulara nasıl güvenilir?!” demeye başladı. Bunları en güçlüsü olan görme duyusu gölgeye bakıp onun hareketsiz durduğuna, dolayısıyla hareketin olmadığına hükmeder. Bir süre sonra deney ve gözlem gölgenin hareket ettiğini, bu hareketin bir anda değil aşamalı olarak yavaş yavaş gerçekleştiğini, hatta hiçbir an durmadığını anlar. Yine yıldıza bakarak onu madenî bir para kadar küçük görür; sonra geometrik deliller onun yerküreden daha büyük olduğunu gösterir. Bu ve benzeri duyulur nesneler hakkında duyu hâkimi yargıda bulunur, fakat akıl hâkimi onu savunamayacak derecede yalanlayarak yalnız bırakır.

Kendi kendime dedim ki: Duyulara olan güven yıkıldı; belki de “On sayısı, üçten daha büyüktür; aynı şey hakkında hem olumlu hem olumsuz yargıda bulunulamaz; bir şey hem var hem yok, hem zorunlu hem imkânsız olamaz” ifadelerimizdeki gibi ancak akla dayalı önsel bilgilere güvenilebilir. Bu defa da duyular dedi ki: “Akla dayalı bilgilere olan güvenin de duyu bilgisine olan güven gibi olmayacağından nasıl emin olabilirsin?! Zira önceleri bana güveniyordun, fakat akıl hâkimi ortaya çıkıp beni yalanladı. Akıl hâkimi olmasaydı beni doğrulamaya devam edecektin. Belki de akıl hâkiminin ortaya çıkıp duyu yargısını yalanlaması gibi, aklın idrakinin ötesinde de, ortaya çıktığında aklın yargısını yalanlayacak olan bir başka hâkim vardır. Böyle bir idrakin ortaya çıkmayışı, onun imkânsız olduğunu göstermez.”Bu cevap karşısında akıl (nefs) biraz duraksadı ve meselesini uyku olayıyla destekleyip dedi ki: “Görmüyor musun, uykudayken birçok şeyin varlığını kabul ediyor, nice halleri hayalen yaşıyor, bunların sabit birer değer olduğuna inanıyor ve o hallerin varlığından şüphe etmiyorsun; sonra uyanınca bütün bu hayal ve inançlarının aslı-faslı olmadığını anlıyorsun. O halde uyanıkken, bulunduğun duruma göre gerçek sayılan duyu ve aklın bütün verilerine nasıl güvenebilirsin?! Fakat senin, uyanıklığa nispeti, uyanıklığın uykuya nispeti gibi olan bir hal yaşaman pekâlâ mümkündür. Bu durumda uyanıklığın o hale göre uyku sayılabilir! O hal gerçekleştiğinde aklınla varsaydığın şeylerin asılsız hayaller olduğunu kesin olarak anlarsın. Belki de sözkonusu o hal, sûfîlerin yaşadıklarını iddia ettikleri haldir. Çünkü onlar, duyuları aşıp iç dünyalarına daldıklarında, aklın verileriyle bağdaşmayan bu gibi halleri yaşadıklarını sanırlar. Belki de o hal ölüm halidir, zira Hz. Peygamber “İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar” buyurmuştur. Belki de dünya hayatı âhiret hayatına nispetle bir uykudur. İnsan öldüğünde şu anda gördüğü şeylerin tam tersiyle karşılaşabilir. İşte o zaman denilir ki: “And olsun ki sen bundan habersizdin; şimdi senin perdeni kaldırdık, bugün artık gözün çok keskindir” [Kâf, 50/22].”

Bu düşünceler hatırıma gelince ruhumu etkiledi ve bir çare aramaya başladım, fakat kolay olmadı. Çünkü bu gibi düşünceler ancak delille ortadan kaldırılır, delilin ortaya konulması ise yalnız önsel bilgilerle kurulan önermelerle oluşturulur. Doğruluğu kabul edilen bir bilgi bulunmadıkça delili düzenlemek de mümkün değildir. Bu hastalık müzminleşerek iki aya yakın devam etti. Bu süreçte ben düşünce ve ifadede değilse bile psikolojik olarak bir sofist idim. Nihayet yüce Allah beni bu hastalıktan kurtardı ve zihnim tekrar sağlığına ve dengesine kavuştu; bu sayede zorunlu aklî bilgiler tekrar geçerli ve güvenli hale dönerek kesinlik kazandı. Bu durum, mantıkî deliller getirmek ve söz düzenlemekle değil, yüce Allah’ın kalbe bıraktığı bir nurla oldu. O nur birçok bilginin anahtarıdır. Eğer bir kimse [ilmî] keşfin sadece kitaplarda yazılı delillere bağlı olduğunu sanırsa yüce Allah’ın geniş rahmetini daraltmış olur. Hz. Peygamber’e (s.a.s.) “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar (…)” [el-En‘âm, 6/125] ayetindeki “açma” (şerh) kelimesinin manası sorulduğunda: “O, yüce Allah’ın kalbe bıraktığı bir nurdur” diye cevap vermişti. Bunun belirtisi sorulduğunda ise: “Aldatan yurttan uzaklaşıp ebediyet yurduna bağlanmaktır” demişti. Ona selâm olsun, bu konuda yine buyurmuştur ki: “Yüce Allah varlığı karanlıkta yarattı, sonra üzerlerine kendi nurunu saçtı.” İşte keşfi bu nurda aramak gerekir. Bazı zamanlarda bu nur ilâhî lütuf olarak taşıp akar, işte o zamanı gözetlemek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.): “Bazı günlerde Rabbinizden esintiler vardır; o günleri gözetip kollayın” demiştir. Bunları anlatmaktan maksat, hakikati tam bir ciddiyetle aramanın, aranmaması gerekeni aramaya kadar vardığını bilmendir. Çünkü apaçık olan bilgileri aramak gerekmez; onlar zaten hâlihazırda mevcuttur. Hâlihazırda mevcut olan ise arandıkça kaybolur ve gizliliğe bürünür. Aranılmaması gerekeni arayan kimse, aranılması gerekeni aramakta kusur ettiğinden dolayı da suçlanamaz.”

Nizâmiye’deki dört yıllık tedris faaliyeti aynı zamanda Gazzâlî’nin felsefe konusunda yoğun olarak çalıştığı ve bu alanda birkaç eser kaleme aldığı yıllardır. Bu eserler içinde en önemlisi Filozofların Tutarsızlığı’dır. Ayrıca İbn Sînâ’nın Farsça [Prens] ‘Alâ’î [ed-Devle] İçin Bilgi Kitabı’na (Dânişnâme-yi ‘Alâ’î) büyük ölçüde benzeyen ve filozofların görüşlerini ortaya koyan Filozofların Amaçları’nı (Makâsıdü’l-felâsife) da yazmıştır. Amaçlar Latince tercümesi sayesinde ortaçağ Batısında da tanınmış, ancak yanlışlıkla Gazzâlî’nin kendi felsefesinin bir ifadesi olarak düşünülmüştür. Bu eserin başlangıç ve sonunda Gazzâlî, Tutarsızlık’ta İslam filozoflarının teorilerini reddedişine bir başlangıç olmak üzere bu eseri onların teorilerini açıklamak için kaleme aldığını belirtmektedir. İlginçtir, Tutarsızlık bu eserden ne açıkça ne de üstü kapalı bir şekilde bahsetmektedir. Gazzâlî’nin başlangıçta Amaçlar’ı, üzerinde çalıştığı felsefî teorileri kendisi için özetlemek üzere yazmış olması, daha sonra onu piyasaya sürmek istediğinde de başına Tutarsızlık’a başlangıç olarak kaleme aldığına dair ifadeleri eklemiş olması mümkündür. Yine de bu bir spekülasyondur. Bu döneme ait bir başka eser, Tutarsızlık’la açıkça irtibat halindeki Bilgi İçin Ölçüt’tür (Mi‘yaru’l-ilm). Bunun Tutarsızlık’a bir ek olarak yazıldığı açıktır. Temelde İbn Sînâ mantığının yeniden ifadelendirilmesidir, ancak bu, mantığa dair yazdığı birkaç eser içinde en kapsamlı olanıdır.

En önemli kelam eseri İtikatta Orta Yol (el-İktisâd fi’l-i‘tikâd) da bu döneme aittir. Orta Yol, Gazzâlî’nin meseleleri üst düzeyde ele aldığı bir Eş‘arî eseridir. Tutarsızlık’tan sonra yazıldığından, onunla yakından ilişkilidir. Tutarsızlık’ın amacı Gazzâlî’nin de açıkça belirttiği üzere filozofları çürütmektir, doğru öğretiyi tasdik etmek değil. Öğretinin tasdiki, Orta Yol ve kısa bir tamamlayıcı Eş‘arî eser olan İtikadın İlkeleri’nde (Kavâ‘idü’l-akâid) gerçekleştirilmiştir. Bu son eser daha sonra tasavvuf yolunu takip için Bağdat’ı terk ettikten sonra kaleme aldığı hacimli Dinî İlimlerin Canlandırılması’na (İhyâu ‘ulûmi’d-dîn) dahil edilmiştir.

Bağdat’ı terk etme kararı, manevî bir krizin sonucudur. Otobiyografisinde belirttiği üzere, kariyerini bir hoca ve yazar olarak sürdürüşünü sağlayan şey dünyevî başarıydı, yani sahih bir dinî istek değildi. Bu daha derin bir sebebi, yani dine tamamen doktrinel ve aklî olarak yaklaşmanın doğurduğu rahatsızlığı da ima etmektedir. Bu tür yaklaşımlar dinî hayatın en özlü yönünü -yukarıda atıfta bulunduğumuz doğrudan tecrübî olan yönünü, zevk- işlevsiz bırakmıştır. Gazzâlî sûfîlerin eserlerini okumuş ve onların uygulamalarını takip etmek istemiştir. Bu, inzivaya çekilme ve kendini dünyevî ilgilerle meşguliyetten tamamen alıkoyma demekti. Bağdat’ı ve sahibi olduğu en itibarlı hocalık görevini bırakmaya karar verdi. Yetkililerden herhangi bir itiraz gelmemesi için sebep olarak Mekke’ye hacca gitme niyetinde olduğunu söyledi. Ailesinin geçimi için gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra Suriye’ye gitti ve Şam’daki camide inzivaya çekildi. Daha sonra Kudüs’e ve Kubbetü’s-Sahra’ya gitti, ayrıca Halil’i ziyaret etti. Ardından Mekke ve Medine’yi de ziyaret etti.

Yaklaşık on bir seneyi bir sûfî olarak tedris faaliyetinden uzak geçirdi. Bu dönemde geleneksel Müslüman inancıyla tasavvufu uzlaştırmaya çalışan şaheseri İhyâ’yı kaleme aldı. Bu türden eserlerinde Gazzâlî, sûfîlerin benliğin Tanrı’da “yok olması” (el-fenâ) adını verdikleri şeyi, geleneksel İslam inancı açısından daha kabul edilebilir bir tarzda, ilahî sıfatlara “yakınlık” (kurb) olarak yorumlama eğiliminde olmuştur. İhyâ, İslamî dindarlığı beslemek ve kısmen de tasavvuf yolunu takip niyetinde olanları zorunlu bir ihtiyaç olarak zahidane hayat tarzına teşvik etmek üzere düzenlenmiş tavsiyeler ihtiva etmektedir. 1106’da İslam fıkhı tedrisine önce Nîşâbûr’da sonra da 1111’de vefat ettiği Tûs’ta yeniden başladı. Fıkıh tedrisine bu seferki dönüşünde, bu alana dair temel eserini, yani Dinî İlkelerin Seçilmiş Temelleri’ni (el-Mustasfâ min usûli’d-dîn) yazdı. İhyâ’dan sonra Gazzâlî çok sayıda küçük hacimli eser kaleme aldı. Onlardan bazıları şunlardır: Allah’ın Güzel İsimlerinin Açıklanmasında En Yüce Amaç (el-Maksadu’l-esnâ fî şerhi esmâi’llâhi’l-hüsnâ), İnanç ve İnançsızlığı Tefrik İçin Kesin Ölçüt (Faysalu’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendaka), İhyâ’nın bazı temel düşüncelerini özetleyen Kırklar Kitabı (Kitâbu’l-erba‘în), iki tasavvufî eser: Farsça Mutluluğun Kimyası (Kîmîâ-yi sa‘âdet) ve Nurların Nişi (Mişkâtu’l-envâr), otobiyografisi Dalaletten Kurtarıcı (el-Munkız mine’d-dalâl) ve son eseri Halkı Kelam İlminden Uzak Tutma (İlcâmu’l-avâmm an ilmi’l-kelâm).

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...