Feodal Toplumun Özellikleri Nedir?
Feodalizmin ilk kez ne zaman kullanılmaya başlandığına dair değişik görüşlere bakıldığında, bu kavramın Orta Çağ Avrupa’sını kavrayabilmek için kullanışlı bir vasıta olup olmadığı konusundaki kuşkuları bir bağlama yerleştirmek mümkün görünmektedir.
Kelimenin tarihine bakıldığında Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından başlayarak modern döneme kadar giden uzun bir tarihsel dilimde, siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik bir bütünlükten yoksun değişik bölgeleri tek kavramın sunduğu yapısal faktörlerle incelemenin güçlüğü hemen göze çarpmaktadır. Ne gerçekten “feodal” ilişkiler ağı bütün bir Avrupa toplumlarına tamamıyla hakim olmuştur ve ne de bu ilişkiler ağının en azından belirli unsurlarından faydalanılarak yapılan soyutlamalar, Orta Çağ’a dair tatmin edici bir tabloyla neticelenmiştir. Öte yandan, “feodal” kelimesinin veya türevlerinin zaman içinde kazandığı farklı, hatta çelişik olmasa da kimi zaman birbirleriyle ilintisiz görünen anlamlar da bu güçlüğe katkıda bulunmaktadır.
Genel olarak kabul gören bir görüşe göre, “feodal” kelimesi, öncelikle, hukuki risalelerde eski dönemin yönetim tarzını ifade etmek üzere ilk kez Fransızcada kullanılmıştır. 19. yüzyıla kadar “feodal” kelimesinin kullanılması, Roma hukukuyla, daha çok da bu hukukun Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra geçirdiği dönüşümlerle alakalı tartışmalarla sınırlıdır. Aşağıda yapısı hakkında ayrıntılı bilgi verilecek olan, feodal ilişkiler tanımlanırken en çok dayanak olarak alınan “fief” (feudum) sistemini belirleyen hukukun Roma imparatorluğu kaynaklı mı olduğu, yoksa imparatorluğun çökmesinde katkısı bulunan barbar istilaları sırasında barbarlar tarafından mı getirildiği meselesi, bu tartışmaların ana eksenini oluşturmaktadır.
Dolayısıyla, 19. yüzyıla kadar kelime daha çok bir sıfat olarak “feodal” biçiminde kullanılmaktadır. Ancak bu kullanımlarda belirli bir bütünlüğü yakalamak çok zor olduğu gibi Fransa için geçerli olan bir kullanım, İngiltere için geçerli olandan hayli farklı çağrışımlarla yüklüdür. Fransa’da 1789’da yaşanan siyasi devrimle birlikte kraliyet yanında soyluluğa dayalı bütün unsurların da yıkılmasıyla “feodal” bir dönemin sona erişinden bahsedilirken İngiltere’de merkezi yapı ile yerel unsurlar arasındaki hukukun tedrici bir dönüşümüyle “feodal” sistemden çıkıldığı iddia edilmektedir. Kıta Avrupa’sının diğer ülkeleri için ise benzeri “ulusal” tarihler ön plana çıkmaktadır.
Kelimenin bir kavram hâline gelmesi ve konunun “bilimsel” bir incelemeye konu olmaya başlaması, 19. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. Bu dönemde, “feodalizm” Orta Çağ dönemine dair çalışmalara bir kavram olarak hakim olmaya başlamıştır. Dolayısıyla “feodalizm” kavramı bir tarihyazımı sorunu olarak ortaya çıkmıştır. Bu hâliyle “feodalizm” kavramıyla çözümlenmeye çalışılan sorun, Orta Çağ’da, Roma İmparatorluğu çöktükten sonra Avrupa toplumlarına gerçekte ne olduğundan ziyade, bu tarihsel dilimin yeni yeni şekillenmeye başlayan toplum bilimleri mantığıyla nasıl kavranabileceğiyle daha fazla ilgili olmaya başlamıştır. Yine de hem farklı milletlerin kendi tarihlerinde farklı seyirler izlemesi ve hem de sistemi oluşturan unsurlardaki çeşitlilik ve temel alınan unsura göre farklı farklı tanımlanması nedeniyle “feodalizm”i tek bir tanım altında ifade etmek hayli zordur. Bu noktada, kabaca üç ayrı unsurun rol oynadığını ve “feodalizm”in bu unsurlara yüklenen ağırlığa göre tanımlanabileceğini söylemek mümkün görünmektedir. Bunlardan ilki, toprağa dayalı bir örgütlenmenin hiyerarşisini belirleyen kurallar, haklar ve yükümlülüklerle alakalıdır. Bu tamamıyla 19. yüzyıla kadar “feodal” kelimesinin ifade ettiği alanla sınırlı bir kullanımdır. Kısacası, bir yandan “feodal” olanla ifade edilen hukuksal ilişkileri ve diğer yandan da bu ilişkiler ağının ortaya çıkardığı idari biçimleri işaret eder. Ama iktidarın dağılmasını ifade eden ve kimi zaman “kamusal gücün özelleşmesi” diye de nitelendirilen, belirli imtiyazlara sahip yerel hâkimiyet tarzlarının ortaya çıkışına da göndermede bulunur. Burada sözü edilen “kamusal hukuk” keyfi olmayan, belirli kaide ve normlara dayanan hukuk iken bu özelleşmesi ise imtiyazlı kesimlerin kendi iradelerine dayalı olarak hukuk inşa etmelerini işaret eder. Bu iktidar odaklı siyasi bir tanımlamadır.
“Feodalizm”i tanımlayan ikinci unsur, idarenin ademimerkezileşmesinin neticesinde ortaya çıkan hukuksal ve yönetime dayalı niteliklerden ziyade bu ilişkiler ağından geçerli olan toplumsal ve ekonomik niteliklere ağırlık verilmesidir. Bu tanımda, ademimerkezileşmiş bir ortamda belirli imtiyazlara sahip toprak ağaları, derebeyler veya soylular gibi imtiyazlı zümreler ile onlara tabi olan köylüler arasındaki ilişkilerin ekonomik doğası daha ağırlıklı bir rol oynar. İmtiyazlı zümrelerin, aralarındaki hukuku ve kuralları belirledikleri köylülerden, bu koruma karşılığında kira, emek ya da ayni veya nakdi istihkak aldıkları bir ekonomik sistemin oluşturduğu toplumsal ilişkiler ağı, bu tanımda ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar çalışmalarında “feodalizm”e tali bir yer verse de Adam Smith ile daha sonra tabire belirli bir ağırlık kazandıracak olan Karl Marx’ın kullandığı anlamda “feodalizm” daha çok bu anlama yaslanır. Bu tanım ise toplumu düzenleyecek bir piyasanın olup olmadığına bakan, ekonomik ağırlıklı bir tanımdır.
“Feodalizm”i tanımlayan üçüncü unsur ise Orta Çağ’da ortaya çıktığı ifade edilen bu adem-i merkeziyetçiliği kendi içinde bütünleşmiş bir yapı olarak inşa eden anlayıştır. Bu yapıda sadece soylular ya da derebeyleri ile ona tabi köylüler arasındaki ilişki değildir söz konusu olan; neredeyse kendi içinde bağımsız bir yapı içinde, küçük çaplı bir idari sistem ve bu sistemin oluşturduğu hiyerarşik bir siyasal örgütlenme vardır. Yani, yalnızca soylular ya da derebeyleri ile onlara tabi olan köylülerden oluşan bir toplumsal ve ekonomik ilişkiler ağından ziyade; soyluluğun imtiyaz hakkına sahip olduğu toprakları ve üzerinde yaşayanları koruması için gerekli olan askeri gücü destekleyebilecek bir ekonomik ve sosyal ilişkiler ağı vardır. Öncelikle politik bir örgütlenmedir bu; bu politik örgütlenmenin tepesinde asalet bağlarıyla birbirlerine bağlı bir derebeyi zümresi vardır. Hiyerarşinin ikinci ayağı ise kimi zaman küçük çaplı da olsa asil olan, kimi zaman ise bir sözleşmeyle asillere bağlı bulunan “vassal” adı verilen başka bir zümreden oluşur. Bu ikinci zümrenin işlevi, en altta kalan köylülerin toprağı işlemesini sağlamak, gerektiğinde ise mülklerinin korunması için asiller zümresine gerekli olan askeri toplamaktır. Üst zümre mülkün savunulması ve korunması karşılığında vassallardan; vassallar da, bunun karşılığında, gözettikleri köylülerden hizmet beklerler. Bunun yanı sıra, şövalyelerden oluşan ayrı bir zümrenin de bu sistemle bütünleştiğini eklemek gerekmektedir. Ancak feodalizmi tanımlayan bu üçüncü unsurda, kendisini bir şekilde asiller ve şövalyeler zümreleriyle bütünleştirmeyi becerebilmiş kilise hiyerarşisinin de hayli katkısı vardır. Avrupa’nın değişik yerlerine dağılmış bulunan, kendi içinde yeterli ve örgütlü bu yapıların işleyebilmesi için gerekli dini telkinler bu kilise hiyerarşisinin verdiği destekle de mümkün olur. Dahası, önceleri misyonerlik faaliyetleri şeklinde işleyen bu “telkin”lerin giderek yaptırım hâline alması ve otorite hâline gelmesiyle bir “Avrupa” düşüncesi teşkil etmeye başlamıştır. Feodalizmi tanımlayan üçüncü unsur ise daha çok “feodal bir toplum” çerçevesinde yapılan bir tanımlama çabasıdır.
Feodalizmin anlaşılması konusunda, özellikle Marc Bloch’un çabaları yadsınamaz. Bloch, tamamıyla bütüncül bir feodal toplumsal yapı ortaya çıkardığı Feodal Toplum adlı eserinde, Orta Çağlarda hakim olan bir çok unsuru birden işin içine katarak, hayli geniş bir “feodalizm” tanımı yapar: “Teba hâline getirilmiş köylü kesimi; söz konusu bile olmayan ücret yerine hizmete dayalı mülkün (yani, fief ’in) yaygın kullanımı; uzmanlaşmış savaşçılar sınıfının hâkimiyeti; insanı insana bağlayan ve savaşçı sınıf içinde, vassallık adı verilen ayrı bir biçimi öngören itaat ve koruma bağları; otoritenin -kaçınılmaz olarak düzensizliğe yol açan- parçalanması; ve bütün bunların ortasında, başka birliktelik biçimlerinin, ikinci feodal dönem sırasında yeni bir güç kazanan aile ile devletin ayakta kalması: işte bunlar Avrupa feodalizminin temel özellikleri olarak görünüyor”.
Dolayısıyla feodal toplumu, kamusal olarak tebarüz etmeyen, bir şekilde imtiyaz altına alınan topraklarda kendi iktidarını kendisi istediği gibi belirleyen imtiyazlı bir zümre ile bu zümrenin hizmet karşılığı koruması altına aldığı köylü kesimler arasında ortaya çıkan bir “koruyan-korunan” ilişkisi olarak tanımlamak mümkündür. Ne var ki bu “koruyankorunan” a dayalı bağımlılık ilişkisinin, her yerde aynı tarzda teşekkül etmemesi ve bir çok farklılık sergilemesi, onun dikkat çekilmesi gereken başka bir unsurudur.
Ne var ki feodal toplum tartışmalarında esas dikkati çeken husus, bu toplumun nasıl oluştuğu ve nasıl bir toplumsal yapı sergilediği sorusu kadar nasıl dönüştüğü ve sermaye birikime yol açan bir hâle büründüğü sorusudur. Zaten bugün feodalizmin problematik hâle gelmesinin arkasındaki en önemli saik de bu dönüşümü sağlayan unsurların sosyal bilimler mantığı dâhilinde teşhis edilmesidir. Bu sorunun önemi ise kapitalizmi doğuran sermaye birikiminin ve serbest pazarın nasıl ortaya çıktığıyla alakalıdır. Kısacası, bir şekilde kendine yeterli bir ekonomiye sahip olan ve durağan olduğu düşünülen feodal toplumsal yapıların, nasıl olup da kapitalist ilişkilere yola açan bir pazar yarattığı ve sermayenin belirli ellerde temerküz etmesine yol açtığı sorularıyla ilişkilidir.
Kaynak: T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2991 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1994