Aşkın kavramsal değerlendirmesi
Aşkın bir mahiyeti olduğunu kabul edersek onun dil mefhumuyla hiç değilse bir seviyede tarif edilebilir olduğunu söyleyebiliriz. Aşkı dil mefhumuyla ele almak da en az felsefi olarak ele almak kadar büyüleyici olabilir. Bu tür değerlendirmeler dil felsefesi’ni devreye sokar. Burada dil felsefesi anlamın salt bağıntılarını ve uygunluğunu değil, aynı zamanda “aşk”ın dayandığı temel ifadelerin de analizini sağlayacaktır.
Aşk var mıdır, varsa bilinebilir midir, kavranabilir midir ve açıklanabilir midir? “Sana âşığım”, “Seni seviyorum” gibi tümcelerde de görülebileceği gibi aşk, başkaları tarafından bilinebilir ve anlaşılabilir olabilir; ancak asıl önemli olan, bu cümlelerde geçen “aşk” sözcüğünün ne anlama geldiğini açıklayabilmektir. Bu bağlamda ilk olarak şunu söyleyebiliriz: “Aşk” kavramı Kantçı mantıksal kesinlik kategorisine, kendinden menkul bir açıklığa, ileri seviye entelektüel müdahaleyi kabul eder bir duruma indirgenemez.
Aşkın epistemolojisi; aşkı nasıl bilebileceğimizi, onu nasıl anlayabileceğimizi, âşık olmak hakkında açıklama yapmanın mümkün veya makul olup olmadığını sorgular. Aşkın epistemolojik açıklaması dil felsefesi ve farklı duygu teorileri ile de yakından ilintilidir. Aşk tamamen duygusal bir durumsa bu durumu yaşayanların dışında kalan kişilerin erişemeyeceği kendine has bir fenomen olarak var demektir. Bu da aşkın dilsel ifadenin dışında kalması anlamına gelir. Dilsel ifadenin dışında kalan aşk hem onu dillendiren hem de dinleyen için, duygusal bir durumun zayıf bir göstergesinden başka bir şey değildir.
Duyguculuk, “Sana âşığım” tümcesinin diğer ifadelere indirgenemez olduğunu, çünkü önermesiz bir ifade olduğunu, dolayısıyla bu tümcenin, mantıksal doğruluğun incelenmesinin ötesinde bulunduğunu savunur. Fenomenologlar da benzer şekilde aşkı bilişsel olmayan bir fenomen olarak ortaya koyabilirler. Zira sevgi sevilen karşısında etkin değildir.
“Aşk”ın sorgulanamayacağı iddia etmek ile “aşk”ın sorgulamaya tabi tutulmaması gerektiğini iddia etmek birbirinden farklıdır. İkincisine göre aşk; anlaşılamazlığına, sağladığı dehşetengiz huşuya, ilahiliğine ya da romantik doğasına duyulan saygı nedeniyle zihnin erişemeyeceği bir yere konulmalı ya da bırakılmalıdır. Ancak kavramsal olarak “aşk” diye bir şeyin var olduğu kabul edilirse ve insanların söylemleri “daha fazla sevgi göstermeli…” gibi nasihatlerle aşkı dile dökerse aşk o zaman felsefi sorgulamaya dâhil edilebilir.
Burada sözü edilen kavramsallaştırma, belirli davranış kalıplarıyla, sesteki tonlamalar ve tavırlardaki vurgularla aşkın dile getirilmesidir. Örneğin birisi için “Çiçeklerine nasıl düşkün olduğunu görüyor musunuz? Onları çok seviyor olmalı.” diye konuşulduğunda, burada bahsedilen aşk, kavramsal bir aşktır ve felsefenin inceleme alanındadır.
Eğer aşk yüz ifadesinden, bir davranış modelinden veya başka bir tür eylemden fark edilebilen ve tanımlanabilen bir “doğaya” sahipse bu kez bu doğanın insanlar tarafından gerektiği hâliyle anlaşılıp anlaşılamayacağı sorgulanacaktır. “Şölen”deki diyaloğunda Sokrates’in iddia ettiği gibi aşkın bir doğasının bulunması mümkündür; fakat bizler onu anlamak için uygun entelektüel kapasiteye sahip olmayabiliriz. Belki onun töz’ü hakkında bir fikir edinebiliriz; ama aşkın gerçek doğası insanoğlunun entelektüel varlığının ötesinde olabilir. Buna göre aşk, kavramın diyalektik veya analitik yorumlanmasında kısmen de olsa tarif edilebilir veya ona atıfta bulunulabilir; ancak aşk asla kendisi içinde salt kendisi olarak anlaşılamaz. Bu nedenle aşk, sevmek eylemiyle üretilen; ancak akıl veya dil tarafından asla kavranamayan epifenomenal bir varlık hâline gelebilir.
Platoncu felsefeden yola çıkılarak bu konuda geliştirilecek başka bir görüş, sevginin bütün insanlar tarafından olmasa da bazı insanlarca anlaşılabileceği yönündedir. Burada hiyerarşik bir epistemolojik bakış ortaya çıkar. Bu anlayışa göre örneğin sadece inisiyatif almayı bilenler, görgülüler, felsefi ya da şiirsel bir zihne sahip olanlar veya müzisyenler gibi aşkın doğasına dair kavrayış geliştirebilenler onu anlayabilirler. Bu bir açıdan, aşkın doğasını yalnızca onu deneyimleyen kişinin bilebileceği iddiasıdır. Varsayımsal olarak herhangi bir deneyim için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Fakat burada felsefi anlamda bir toplumsal anlayış bölünmesi yaşanır ki sonuç olarak yalnızca filozof kralların gerçek aşkı bilebileceği dahi söylenebilir.
İlk çıkarıma göre, aşkı hissetmeyen ve yaşamayan, onun mahiyetini kavrayamaz. İkinci çıkarıma göreyse aşkı tatmamış olanlar aşkı değil, yalnızca fiziksel arzuyu hisseder ve bunu âcziyetle aşk zannederler. O hâlde “aşk” ya herkesin en iyi niteliklerine hitap eder ve bu niteliklerin açığa çıkması eğitim almayı gerektirir ya da tarz ve biçim olarak toplumun üst sınıflarına; rahiplere, filozoflara ya da sanatçılara aittir. Daha önce aşk yaşamamış, dirayetsiz veya genç ve deneyimsiz olanlar, aşkı değil, yalnızca fiziksel arzuyu hissetmeye mahkûmlardır.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım