Saatler yokken toplumsal yaşam nasıl yürütülüyordu?
Dört yaşındaki çocuğum zaman kavramını anlayamıyor. Burada “zaman” derken Einsteincı bir zaman anlayışından değil, zamanın temel birimlerinden bahsediyorum. Oğlum dakikanın ya da saatin ne olduğunu bilmiyor. Onun için “dün”, bir önceki gün de olabilir, kasım ayı da… Bana yumurtanın pişmesinin ne kadar süreceğini sorduğunda, “Biraz sürecek” diye cevap veriyorum. Sorun şu ki o “biraz” sözcüğünün ne anlama geldiğini de bilmiyor. Ben de kısa süre sonra bu tip ifadelerin ne kadar yetersiz kaldığını fark ettim. Bu yüzden oğluma zamanı anlatabilmek için analojiler kullanmaya başladım. Örneğin ona artık “Bir banyo süresi kadar sürecek” ya da “Bir öykünün okunma süresi kadar” diyorum. Hâlâ neyden bahsettiğimi anladığını sanmıyorum; ama en azından deniyorum.
Yaptığım şey eşine az rastlanır bir şey değil. Binlerce yıl önce insanlar saat olmadan yaşıyordu. Onlar da benim zamanı anlatmaya çalışırken küçük oğlum için yaptığımın aynısını yapıyorlardı: Metaforlar kullanıyorlardı. Örneğin Orta Çağ İngiltere’sinde “Pater Noster Whyle” denen bir zaman ölçütü vardı. Bu, Luka ve Matta İncillerinde yer alan “Babamız” adlı duanın okunma süresini ifade ediyordu.
Peki, saatler olmadan hayat neye benziyordu ve saatler hem kendimizi hem de dünyayı görme tarzımızı ne kadar değiştirdi?
Saatten önce hayat nasıldı?
Orta Çağ’ın sonlarına kadar insanlar zamanı yaptıkları işlerden ayrı bir şey olarak düşünmezlerdi. Örneğin tarlayı biçmek “beş saat” sürmezdi; tarlayı biçmek için gereken zaman kadar sürerdi. Tarihçiler buna “görev odaklı” yaşam tarzı adını veriyorlar. Bu, zamanın, görevin ne kadar sürdüğü açısından değerlendirildiği anlamına gelir; zaman saatlere, dakikalara veya saniyelere bölünemez.
Oliver Burkeman’ın “Four Thousand Weeks: Time Management for Mortals” adlı kitabında belirttiği gibi:
“İnekleri sağılması gerektiği zaman sağardınız ve ekinleri hasat zamanı geldiğinde hasat ederdiniz. Bunlardan herhangi birine dışarıdan bir süreç dayatmaya çalışan, örneğin bir aylık süt sağımını bir günde yaparak aradan çıkarmayı veya hasadı erkenden yapmayı dile getiren birine haklı olarak kaçık gözüyle bakılırdı.”
Saatin icadından önce “9-5 mesaisi” diye bir şey yoktu. Saat olmadığı için saati takip etmek de mümkün değildi. Ürün toplanır ve iş bitirilirdi. Çoğu insan gündüzleri çalışmayı tercih ederdi, bu da yazın uzun, on altı saatlik günler ve kışın çok daha kısa, sekiz saatlik gündüzler anlamına geliyordu. Bugünkü gibi yapay zaman kısıtlamalarına uymak amacıyla bir işi bitirmek için acele etmek söz konusu olmazdı. Yaşamını yavaşça sürdüren her eski toprağın da söyleyeceği gibi, işler “Ne kadar sürerse o kadar sürer”di.
Zamanın sanayiyle imtihanı
Elbette bu yazıyı inek sağmakla geçen zor bir günün ardından okumadığınızı tahmin ediyorum. Günümüzde çoğu insan bir ofiste ya da fabrikada çalışıyor. Eğer bir odada belli kişilerle bir toplantı yapacaksanız onlara “Öğle yemeğinden sonra toplanalım” demeniz muğlak bir anlatım olacaktır. Trene “dişlerimi fırçaladıktan sonra” binmek ya da sinemaya “güneş battıktan sonra” gitmek de zordur.
Avrupa sanayileştikçe tarımsal yaşamın görev odaklı çalışma esnekliği de sona erdi. Saatleri düzenli olarak kullanan ilk büyük şirket İngiliz posta servisi oldu. Onun ardından tren işletmeleri geldi. Çok geçmeden mesai saatlerine göre yaşamanın sağladığı avantajları herkes görmeye başladı. Belli mesai saatleri olmadan fabrika işçilerini organize etmek ve üretimin akışını sağlamak çok zordu. Sanayileşme, işçilerin işlerine “zamanında” gitmelerini gerektiriyordu. Üretim, verimlilik ve tasarruf, saati kullanmayı gerekli kılıyordu.
İnsanın saatle imtihanı
Düşünce tarihine bir göz attığınızda kendi hayatınızı daha önce yaşamış olanların hayatlarına benzetmek çoğu zaman kolay bir iştir. Saat olmadan toplumun nasıl idare edildiğini hayal etmek zordur. Tersine ise bugünkü hayatlarımızı bir Orta Çağ çiftçisi görseydi onun için bizim hayatımız tamamen yabancı veya distopik olurdu.
Saatler dünyayı nasıl algıladığımızı tamamen değiştirdi ve yeniden biçimlendirdi. Telefonunuzdan ya da kol saatinizden saatin kaç olduğunu hangi sıklıkla kontrol ettiğinizi bir düşünün. Hayatınız saat tarafından idare ediliyor gibi öyle değil mi? Sanki yaşamı küçük bloklara ayırmışız ve kendimizi parça parça bu blokların içine yerleştirmişizdir.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, eskiden her şey “görev odaklı” idi. Hayat, akışına göre ilerlerdi. Şimdi ise saatin dayattığı gereklilikleri yerine getirmek için dünyamızı esnetmeye ve bölmeye çalışıyoruz. Sonuçta saat asla yalan söylemez ve biz asla geç kalmamalıyızdır. Zira Saatin Efendileri bundan hoşnut olmayacaktır.
Yine de kimi zaman zincirlerimizi kırıp atmamız gerekir. Hayattaki her şey, bir okuldaki dersler gibi düzgün bölümlere ayrılmak zorunda değildir. Bazen olayları akışına bırakmak gerekir. Sadece bu gerçeği kabul etmekle kalmamalı, diğer insanlara da “ne kadar sürerse o kadar sürer” demeliyizdir.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Jonny Thomson’ın “How humanity became slaves to the clock” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer YILDIRIM