Aristoteles: De Anima (Ruh Üzerine)
Platon, ruhun ve bedenin esas olarak birbirinden farklı olduğunu, insanın aslında ölümlü bir bedende geçici bir süre için hapsolmuş, ölümsüz bir ruhla özdeş olduğunu öne sürmüştür. Buna karşın, Platon’un öğrencisi Aristoteles’e göre ruh ve bedenin bir bileşkesi olan insan, aynen diğer bireysel tözler gibi var olan birincil tözdür. Ruh ve beden farklı olmalarına rağmen bireyin ayrılamaz parçasıdırlar. Aristoteles, insana has özellikleri, diğer canlı türlerinden ayırt edebilmek için, son derece kapsamlı bir teori geliştirmiştir.
De Anima, Aristoteles’in psikolojik konularla ve genel olarak Psyche ile ilgili görüşlerini ortaya koyduğu kitaptır. Yunanca bir terim olan Psyche, literatürde Aristoteles’in kullandığı anlamda, kimi zaman ruh, kimi zaman da canlılık ilkesi olarak çevrilmiştir. Aristoteles’in kullandığı anlamda anima, ne teolojinin kullandığı anlamda ruhla aynı şeydir, ne de Platon’nun iddia ettiği gibi bedenden ayrı bir zihin anlamına gelir. De Anima’da Aristoteles, Platon’un ruh anlayışından iyice uzaklaşarak, duyumsal etkinliğe dayanan bir ruh anlayışı geliştirmiştir (Malone, 2009: 73). Anima’nın Aristoteles için dinamizmi, eylemi ve süreci ifade eden çok yönlü bir kavram olduğunu ve aşağıdaki niteliklere sahip olduğunu belirtir:
- Anima bedenden ayrılamaz; salt bedenin içinde bulunan bir şey değildir; [bedene içkindir].
- Durağan bir şey değildir; biçimlendirici bir güce sahiptir.
- Yaşamsal işlevlerin tümünü içerir.
- Bedene canlılık veren ilkedir.
- Bedendeki organların işlevlerini yerine getirmesini sağlar.
Aristoteles, De Anima’da ortaya koyduğu bu görüşünü, canlı ve cansız varlıklar arasındaki farklara dayanarak geliştirmiştir.
Aristoteles’e göre, insanlar, bitkiler ve hayvanlar ortak olarak canlı olmayı gerektiren bazı özellikler taşımaktadırlar. Canlı varlıkları canlı olmayan varlıklardan ayıran özellik, canlı varlıkların ruha sahip olmasıdır. Peki öyleyse nedir bu ruh? Ruh canlı olmakla ilgilendirilebilecek bütün işlevlerden sorumlu bir ilkedir. Bu işlevler de beslenme, büyüme ve üremedir. Ruhu bedenin formu, yani maddesel bedene her ne ise o olma özelliğini kazandıran ilke olarak tanımlayan Aristoteles’e göre ruh entelekheia’dır.
Entelekheia tamamlanma ya da mükemmellik durumu, edimsellik, kendini gerçekleştirme anlamına gelen Yunanca bir terimdir. Aristoteles bu terimi, ruhun gizil güç halinde varlığı kendini gerçekleştirmek üzere düzene sokması ve yönlendirmesi anlamında kullanmıştır.
Aristoteles’e göre, ruh ile beden arasındaki ilişki daha ziyade bir heykel onun formu arasındaki ilişki gibidir. Nasıl bir heykelin şekli ya da formu heykelin kendisinden ayrı ve bağımsız olarak düşünülemezse ruh da aynı şekilde bedenden ayrı ve bağımsız bir varlığa sahip değildir. Aristoteles’e göre ruh ile beden arasındaki ilişki maddeyle form arasındaki ilişki gibidir, yani saklı olanağın (potansiyel) olanın gerçekleşmesi, varlığa gelmesidir: “Ruh amaçtır ve canlı cisimlerin biçimsel cevheri olarak da nedendir… Çünkü; her şey için varlığın nedeni biçimsel cevherdir. Oysa bütün canlı varlıklarda, onların varlıklarını oluşturan şey hayattır; hayatlarının nedeni ve ilkesi ruhtur” (De Anima, 415b-10).
Çarpıcı bir metaforda Aristoteles “gerçekte eğer göz bir hayvan olsaydı, görme onun ruhu olurdu: Çünkü; gözün biçimsel cevheri görmedir” der (De Anima, 412b-20). Göz ve görme beden ve formdur; eğer göz görmezse artık göz değildir, göz bu durumda sadece bir isimden ibarettir. Bu görüşe göre, ruh bedenin eylemde bulunmasıdır, bedenin çeşitli bilinç halleridir, yani, duyumsama, arzulama, düşünme ve benzeri zihinsel durumlar sadece bedenin çalışmasının yan ürünleridir. De Anima’da ruhun bedenden ayrı olamayacağını net bir şekilde savunan Aristoteles, Platon’u ve onu takip edenleri, ruh ve bedeni birbirine indirgenemez şekilde birbirinden ayırdıkları için eleştirir. Biz, der Aristoteles “ruhun, doğal ve organize olmuş doğal bir cismin ilk entelekheia’sı olduğunu söyleyeceğiz. Bu nedenle ruh ve bedenin tek bir şey olup olmadığını araştırmak zorunda değiliz; aynı şekilde bunu ne balmumu ve iz için ne de genel olarak herhangi bir şeyin maddesi ve biçimi için yapamayız” (De Anima, 412b-5).
Aristoteles’e göre ruh yaşamı açıklamak için gereklidir, ama ruhlar arasında hiyerarşik bir sınıflandırma vardır. Aristoteles farklı yeteneklerine ya da kapasitelerine göre ruhun üç türü olduğunu söyler. Aristoteles’in insan felsefesi ve etiği, ruhlar hiyerarşisine ait bu genel fikir üzerine kurulmuştur. En alt düzeyde ruh, en düşük gizil güce sahiptir. En ilkel ruh, bitkisel ya da besleyici ruhtur. Bitkisel veya besleyici ruh bütün hayat formları için geçerli olan büyüme, beslenme, üreme gibi hayatın devam ettirilmesine ilişkin işlevleri içeren ruhtur. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar doğar, büyür, yemek yer, ürer, vs., yani bazı ortak özellikleri taşırlar. Aristoteles’ e göre ağaçlar ve diğer bütün bitkiler yalnız beslenme yetisine ya da bitkisel ruha sahiptir (De Anima, 414a-30).
Hayvanlar ve insanlar, temel yaşam fonksiyonlarının yanı sıra, ağaçların ve bitkilerin sahip olamadığı diğer bazı işlevlere de sahiptir. Köpekler, kediler, vs., çevrelerini algılayabilirler, duyu organları aracılığıyla çevrelerinin farkındadırlar. Kendi kendilerine hareket etme yetileri vardır. Duyu organları yoluyla çevrelerinden aldıkları uyaranlara çeşitli şekillerde cevap verebilirler. Ayrıca kediler, köpekler ağrı hissederler, oysa ağaçlar ağrı duymazlar. Böylece kediler, köpekler ağaçlar, çiçekler arasındaki farkı nasıl açıklamak gerektiği konusuna Aristo’nun cevabı kedilerin, köpeklerin yani hayvanların “duyumlama yetisine ve dolayısıyla isteme yetisine sahip olduklarıdır. Çünkü; iştahın, cesaretin ve iradenin kaynağı isteme yetisidir” (De Anima, 414b-5). Duyusal ruh da aynen bitkisel ruh gibi, temel yaşam işlevlerine sahip olmakla beraber çevreyi algılama, duyumlama, mekân içinde yer değiştirme gibi bazı özelliklere de sahiptir.
Hayvanlar ve insanlar aynı yaşam fonksiyonlarına sahiptir. Hepsi de çevrelerini algılarlar, duyu organları yardımıyla aldıkları uyaranlara cevap verirler, hareket edebilirler, ancak diğer hayvanlardan farklı olarak insanlar akıllarını kullanırlar. İnsanlar, örneğin Pythagoras teoremini anlarlar, göreceliğin ne anlama geldiğini bilirler, bilimsel cümleler kurabilirler, karmaşık felsefi problemler üzerine düşünüp tartışabilirler, tanrının varlığını tartışabilirler, insanın evrendeki yeri üzerine ya da kendilerinin bir ruha sahip olup olmadığı üzerine düşünebilirler. Köpekler, kediler diğer hayvanlar, bu tür işlevlerde bulunmazlar.
O zaman hayvanlarla insanlar arasındaki farklılıkları nasıl açıklayacağız? Aristoteles’e göre, farklılığın sebebi insanlarda akıllı ruh olmasıdır. Ruh “bitkilerde ve hayvanlarda onlara canlılık sağlayan işlevlerin ilkesidir”. İnsanda bulunduğu biçimiyle ruh ise “hareketin, düşüncenin, yargının ve algılamanın ilkesidir” (De Anima, 427a-20). İnsanı diğer canlılardan ayıran, insan yapan özelliği, ruhunun bir yanının, aklın (logos) taşıyıcısı olmasıdır. Çünkü ruh, canlı varlıkların “hayatlarının nedeni ve ilkesi” (De Anima, 415b-10) olarak insanda olduğu gibi, bitkilerde ve hayvanlarda da vardır ve onlara canlılık verir.
İnsanın sahip olduğu ruh, us (nous) ve usun bir ürünü olan düşünme gücüyle bitkilerde ve hayvanlarda bulunan ruhtan daha farklı bir yapı oluşturur (De Anima, 413b-25). Yalnızca insanda bulunan biçimiyle ruh, yaşamanın ve algılamanın yanı sıra düşünmeyi de sağlar. İnsan ruhuna diğer canlılardan farklı olarak “düşünme ve yargıda bulunma” özelliklerini katan nous’tur. İnsan, usu sayesinde uyarıcılara anlık tepkiler vermenin ötesine geçer, geleceğe yönelik eylemlerde bulunabilir (Metafizik; 1071b-35). Böylece “düşünce… yalnızca usa (nous) sahip olan bir canlıda ortaya çıkar” (De Anima, 427b-10).
Aristoteles, bitkisel ve hayvani ruhun, fiziksel bedenden ayrı ve bağımsız bir varlıkları olduğunu iddia etmez. Ruhun bedenden ayrı bir işlevi olmadığı kızgınlık, cesaret, tutku, görme, dokunma gibi duyumlar için de kesinlikle doğrudur. Düşünmenin ruha ait olduğu ve bedenden bağımsız olduğu kabul edilir, ama Aristoteles düşünmenin büyük oranda imgelemi içerdiğini, bu sebeple de bedene ihtiyaç duyduğunu söyler. Bedenin duyum organları olmaksızın görsel ya da işitsel bir imge nasıl olanaklı olabilir? Ruhun bir etkinliği olan algılama da Aristoteles’e göre bedenin aracılığıyla ruhta meydana gelen bir değişmeden ibarettir, daha doğrusu algılanan nesnenin formunun algılayan özneye iletilmesinden ibarettir.
Aristoteles dokunma, tatma, görme, koklama ve işitme gibi özel duyulurdan türemiş olan ve onlarla birlikte bulunan ortak duyu adını verdiği altıncı duyudan söz eder. Ancak hareket, dinginlik, biçim, büyüklük, sayı, birlik gibi ortak duyulurların rengin görmeye ya da sesin işitmeye ait olduğu gibi, belli bir duyuma ait olmadıklarını belirtir. Bu ortak duyulurların özel bir duyusu olsaydı, onları, diğer duyulardan biriyle ilineksel olarak kavrardık; örneğin, görme tatmayı yalnızca ilineksel olarak algılar. Bunun nedeni, özel duyulurların, yalnız kendilerini, özü gereği algılayan duyuya etki etmeleridir. Ama ortak duyulurlar, beş duyuyla ilineksel olarak algılanmazlar, onlar bir hareketle algılanır: “Büyüklüğü ve ardından şekli de bir hareketle algılarız, çünkü şekil belli bir büyüklüktür, hareketsiz nesne, hareketin yokluğuyla… algılanır” (De Anima, 425a-15). İlineksel olarak duyuluru, hangi anlamda alırsak alalım, ortak duyulurlar ilineksel olarak değil, fakat özü gereği duyulurlardan her biriyle duyumlanırlar, çünkü; ortak duyulurlar duyu üzerine bir etkide bulunurlar (De Anima, 425a-25).
Ortak duyunun ikinci işlevi, hem ortak duyulurları duyumlaması hem de duyumlamakta olduğumuzu duyumlamasıdır. Biz bir şeyi sadece görmekle kalmayız ama, aynı zamanda onu gördüğümüzün de farkındayızdır. Ve hem gördüğümüzün, hem de işittiğimizin farkındayızdır. Ayrıca farklı duyumları birbirinden ayırabilir ve farklı duyumların sonuçlarını birbiriyle karşılaştırabiliriz (De Anima, 425b-15-25). Örneğin; suya sokulmuş bir tahta parçası eğri görünür, ama düzgün olduğunu biliriz. Bu tür bir farkındalık hiçbir duyumla bağlantılı değildir (De Anima, 425a-27). Aristoteles’in burada sözünü ettiği bilinç görüşü, zihnin işleyişine ilişkin kuramını temellendirmektedir.
Aristoteles’e göre ruh “akıl” (logos) anlamında ölümsüzdür. Her ne kadar kesin bir şekilde iddia etmese de Aristoteles, duyusal ruhun formu olduğu bedene bağlı olduğu için, zorunlu bir şekilde bedeniyle beraber öldüğünü, ancak akıllı ruhun bedenden ayrı ve bağımsız bir varlığının olmasının olası olduğunu, dolayısıyla bedenin ölümünden etkilenmeden varlığını sürdürmeye devam ettiğini düşünmektedir (De Anima, 430a-25). Aristoteles’e göre us (nous), ruhun “bilmesini ve anlamasını sağlayan yeti”dir (De Anima, 429a-10). Düşünme etkinliğini gerçekleştirme yetisi olarak usun, düşünme nesneleri karşısındaki konumu, algılama yetisinin, algı nesneleri karşısındaki durumu gibidir. Duyuların, algı sırasında, duyu nesneleri tarafından biçimlendirilememeleri gibi, us da düşünme nesneleri tarafından belirlenemez. Yani us, nesnelerden etkilenmeksizin, farklı türden nesnelerin bilgisini üretebilecek, onları düşünebilecek yapıda bir bilme olanağı olarak ruhta mevcuttur. Böylece “ruhun düşünmesini ve kavramasını” sağlayan yeti olarak us, olanak halinde bir bilme yetisidir ve ancak düşünme etkinliğinde bulunulduğunda gerçeklik kazanır. Böyle bir yeti olarak da “üzerinde yazılı hiçbir şeyin bulunmadığı bir tablet” (De Anima, 430a) gibi olması zorunludur. Dolayısıyla bireyde düşünme kapasitesi, gerçek düşünme eylemini önceler; insan dünyaya, potansiyel olarak her şeyi almaya hazır olan, ama üstünde hiçbir iz bulundurmayan, temiz yazılmamış bir levha gibi olan bir zihinle gelir.
Aristoteles’in insan zihninin doğuştan boş ama her şeyi almaya hazır bir olanağa sahip olduğu görüşünü Aristotelesçiler tabula rasa in qua nihil est scriptum yani üstünde hiçbir şey yazılı olmayan boş bir levha olarak belirlemişlerdir. 17. yüzyılda zihnin doğuştan boş bir levha (tabula rasa) olduğu görüşü John Locke tarafından yeniden canlandırılmış ve tabula rasa deneyselci felsefenin diktumu haline gelmiştir.
Aristoteles’e göre duyum adı verilen bilgi edinme yetisi iki aşamalıdır; duyum önce edilgin, sonra etkindir. Duyu organı nesnenin etkisiyle karşılaştığında edilgin bir şekilde nesnesinin biçimini edinir. Bunu takip eden etkinlik evresindeyse duyum nesnesiyle özdeşleşerek onu özümser, yani etkin bir şekilde nesnenin bilgisini edinir. Düşünme, akıl yürütme ve anlama daha önceki duyum deneyimine dayanır ve bu geçmiş deneyimlerin kalıntısı bellekte ve imgelemde saklanır. Ama bunlar, belirli duyumsal nitelikler ya da belirli nesnelerle ilgili değil, daha ziyade tümellerle ilgilidirler (De Anima, 417b-22). Aynen duyu organlarının duyumsal niteliklerin formuna, madde olarak yönelmeleri gibi, zihin ya da akıl (logos) da özlerin, evrensel doğruların formuna madde olarak yönelir. Bunu yapmak için, kendisinin bir formu olması gerekmez, yalnızca bilinebilecek herhangi bir şeyin formunu alabilecek kapasitede olması gereklidir (De Anima, 428a-20). Bunu yapabilmek için de bedenden bağımsız olmalıdır.
Zihnimiz bilgiye ulaşabilmek için nesneden etki almak, yani duyum bilgisine sahip olmak zorundadır. Bu nedenle Aristoteles De Anima’nın son bölümünde usun (nous) iki yanını, yani her şeye sebep olan ve her şey olanı, bir başka deyişle, etkin ve edilgin olanı, birbirinden ayırır. Aristoteles yalın bir bilme ve düşünme yetisi anlamındaki usa “edilgin us” adını verir (pathetikos nous). Soyutlama yapan yeti olarak us ise “etkin us”tur. Soyutlama yapmak usun gerçek özüdür. Ona göre yalnız bu anlamdaki us ölümsüz ve ebedidir, tanrısaldır (De Anima, 430a-20). Bu anlamda us, kavramlar arasında bir bağ kurma, birleştirme işlevi görür (De Anima, 430b). Edilgin us, duyu verilerini edinirken etkin us, insanı evrensel bilgiye, bilime ulaştırır, edilgin akıl yoluyla edinilen duyu verilerini bütünleştirerek bilgiyi oluşturur. Bununla beraber düşüncemiz, bireysel bir şey olarak, her iki yetinin birlikte etkinliğinin sonucudur.
Aristoteles Nikomakhos’a Etik başlıklı kitabında usu (nous), yalnızca bir bilme yetisi ya da kavramlar arasında bağlantılar kuran, soyutlama yetisi değil, ama algılama yetisiyle bağlantılı olarak, bir nesne hoş ya da hoş olmayan olduğunda o nesneyi onaylayarak ya da reddederek, o nesnenin peşinden gitmeyi ya da ondan kaçınabilmeyi de sağlayan insanı eylemler alanında yönlendirme gücü olan bir yeti olarak tanımlar: Akıl sahibi olmak da insanın eylemleriyle bağlantılıdır.
Aristoteles’in De Anima’da yaptığı bölümlemeye göre ruhun, akılla hiçbir ilintisi olmayan besleyici yanı, akılla dolaylı bir şekilde bağlantılı olan duyusal yanı, ruhun akıllı yanına uyduğund, bu yolla kişi, “kendine egemen olduğunda” bir şekilde akla (logos) katılır. Böylece ruhta iki anlamda akıl sahibi yan vardır: “Biri asıl ve kendisi akıl sahibi olan, ötekiyse babanın sözünü dinleyen [akıl alan] yan anlamında” (Nikomakhos’a Etik: 1985 1102a-1103a). Akıl (logos), Aristoteles’e göre, tek tek kişiler için bir olanaklar bütünüdür. Tek tek kişiler, eğer “dış iyiler”den yeterince pay alabilmiş ve yeteri derecede kendilerini eğitebilmişlerse logos’un taşıdığı olanakları gerçekleştirebilirler.
Kaynak: ZİHİN FELSEFESİ, s. 45-49, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2337 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1334