Felsefe hakkında her şey…

Jean Baudrillard: “Simülasyon ve Simülakrlar”

27.11.2022
710
Jean Baudrillard: “Simülasyon ve Simülakrlar”

Baudrillard, simülasyon kavramını bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun gerçekliğin modeller aracılığıyla yeniden türetilmesi anlamında kullanır. Simüle etmek, -mış gibi yapmak değildir. Birebir gerçeğin yeniden üretilmesidir.

Stevenson’a göre (2002: 149) şu an mevcut olan en karmaşık postmodern kitle iletişim eleştirisini Jean Baudrillard ortaya koymuştur. Baudrillard, iletişim teknolojilerinin gelişmesi, geçici modalar, lunaparklar, duvar yazıları ve post-endüstriyel yaşam tarzları ile birlikte modernite deneyiminin nasıl değiştiğiyle ilgilenmiştir. Baudrillard, tüketim kültürlerinin ortaya çıkışı ile yüksek ve aşağı sanat, derin ile yüzeysel, kültür ile meta, gösteren ile gösterilen ve insan ihtiyaçları fikri ile geç kapitalizmin sundukları arasında çizilen alışılmış ayrımları radikal bir şekilde sorgular.

Baudrillard’a göre modernlik kendisini gelenekle, yani tüm öbür eski ya da geleneksel kültürlerle karşılaştıran medeniyet tarzının karakteristiğidir. Eski ya da geleneksel kültürlerin coğrafi ve simgesel çeşitliliğiyle yüz yüze gelen modernlik, Batı’da saçılarak kendisini tüm dünyaya homojen bir birlik olarak dayatır (Best&Kellner, 1998: 141). Ona göre modern endüstri toplumunun temel anahtarı üretimken, postmodern toplumda ‘gerçek’i önceleyen modeller olarak taklitler (simulakrlar) toplumsal düzene egemen olmaya ve toplumu hipergerçeklik olarak oluşturmaya başlar. Bu durumda artık gerçeğin yerini simülasyon almıştır (Kellner 2000: 372; Thiry-Cherques, 2010). Bugün gerçeklik onun hiper gerçekliği olarak karşımızda durmaktadır (Ritzer, 1997: 96). Gerçeklik simülasyonla üretilip çoğaltıldığı için her zaman fazlasıyla var olacaktır.

Gizlemek (dissimuler), sahip olunan şeye sahip değilmiş gibi yapmak; simüle etmek ise, sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmaktır. (Baudrillard, 2010: 14-15) Birincisi bir varlığa (şu anda burada bulunmayan) diğeriyse bir yokluğa (şu anda burada bulunmamaya) işaret etmektedir.

Bir hastalığı simüle eden kişi, kendinde bu hastalığa ait semptomlar görülen kişidir. Öyleyse der Baudrillard (2010: 16). “mış” gibi yapmak (feindre) ya da gizlemek (dissumuler) gerçeklik ilkesine zarar veremez, yani bunlarla gerçeklik arasında her zaman açık seçik bir fark vardır. Oysa simulasyon bu “gerçekle” “sahte” ve “gerçekle” “düşsel” arasındaki farkı yok etmeye çalışmaktadır. Simüle eden kişi gerçekten hasta mıdır değil midir? Böyle bir kişiyi nesnel bir şekilde hasta ya da sağlam olarak değerlendirmek mümkün değildir. Hakiki bir hastalık olup olmadığı anlaşılamayan bu şey, psikoloji ile tıbbın elini kolunu bağlamaktadır. Her ne kadar her zihinsel rahatsızlık biçiminin, simülatörün bilmediği bir semptomlar düzenine sahip olduğunu ve hekimin bu düzendeki bir aksamanın farkına varmamasının mümkün olmadığını ileri süren bir hekimlik anlayışı varsa da, hekimler, hastanın hastalığı konusunda söylediklerini doğru ya da yanlış olarak değerlendirme konusunda aciz kalmaktadırlar (Baudrillard, 2010: 16-17).

Ordu da simülatörlere karşı bir şey yapamamaktadır. Geçmişte belli kanıtlara dayanarak birçok hastaymış gibi yapanın maskesini düşürebilmişse de bugün ordu bir simülatörü de aynen gerçek bir homoseksüel, bir kalp hastası ya da bir deli gibi çürüğe ayırabilmektedir. “Deliyi bu kadar iyi taklit edebilen biri herhalde delidir” diyen Ordu, deli ile simülatörü birbirinden ayırmada aciz kalmaktadır (Baudrillard, 2010: 17).

Simülasyonun bilinçli olarak seçtiği tıp ve ordunun dışında bir de din olgusunun bulunduğunu söyleyebiliriz. İkonlar ve diğer simulakrlar mabetlere sokulduğunda tanrısal güç yeniden canlandırılabilmektedir. İkonlar aracılığı ile görüntüler algılanabilen ve anlaşılabilen bir Tanrı düşüncesinin yerini alabilmektedir. Baudrillard burada Bizans ikonalarına göndermede bulunarak, imgelerin/göstergelerin her zaman ölümcül bir güce sahip olduklarından bahseder.

“Öldürücü bir güce sahip imgenin karşısına, gerçeğin görünen ve algılanabilen yanlarını sunan yeniden canlandırmanın diyalektik gücüyle çıkılmaktadır. Batı, bu yeniden canlandırma olayının önemine ya da göstergenin derin bir anlama sahip olabileceğine, bir anlamın yerini alabileceğine ve bir şeylerin-bu tabii ki Tanrı’dır- bu değiş tokuşun gerçekleşmesini sağladığına bütün kalbi ve iyi niyetiyle inanmaktadır. Tanrı bile simüle edildikten sonra, Tanrı’ya olan inanç göstergelerine indirgenebildikten sonra gerisini varın siz düşünün” (Baudrillard, 2010: 18-20).

Bu ifadeleri, bir göstergeler çağında yaşadığımızın kanıtı olarak düşünmek mümkündür. Baudrillard, “Sessiz Yığınların Gölgesi” adlı eserinde de, buradaki düşüncelere paralel olarak, kitlelerin her zaman için bir Tanrı düşüncesi yerine bir Tanrı imgesini yeğlediklerinden bahsetmiştir. Çünkü der, Baudrillard, Tanrı düşüncesi hiçbir zaman için resmi bir din kurumu olan kilisenin dışına çıkamamıştır. Tanrı’dan kitlelere şehit ve aziz insanların kıyamet günü ve ölüm dansı hikâyesi, büyücülük, kiliselerdeki gösteri ve törenlerden başka bir şey kalmamıştır. Bütün bunlar, Tanrı düşüncesinin aşkınlığına karşın var olmuşlardır. Çünkü kitlelerde ritüelin içkinliği vardır. Kitleler putperest doğmuş ve putperest kalmışlardır. Kıyamet günü onları hiç rahatsız etmediği gibi boş inançlarını ve şeytanı günlük yaşantılarının içine sokmuşlardır. “Tanrıya inanmanın ruhsal gücüne karşılık aşağılık günlük uygulamalar” içerisinde kitleler yaşamını sürdürmektedirler (Baudrillard, 2006b: 14-15).

Baudrillard bunun tam da bir simülasyon olduğunu yeniden canlandırmanın karşıtı olarak açıklar. O, yeniden canlandırma ile gösterge ve gerçeklik arasında bir eşdeğerlik ilkesi bulunduğunu, simülasyonun ise eşitlik ilkesi ütopyasına tamamen ters bir şey olduğunu kabul ederken, göstergeyi kesinlikle bir değer olarak yadsımakta ve her türlü gönderenin ters yüz edilmesi ve öldürülmesi olarak görmektedir (Baudrillard, 2010: 20, Allan, 2006: 242).

Bu açıklamalara örnek olarak Türkiye’den bir televizyon programı olan “Biri Bizi Gözetliyor” verilebilir. Çünkü gerçekten kimin kimi izlediği, kimin model olduğu, süreç içinde belli değildir. Bu durum hem izlenilen hem de izleyen olarak her türlü gönderenin ters yüz edilmesini doğurmaktadır.

Baudrillard’a göre burada bahsedilen gerçek dışı bir şey değil, bir simülakrdır. “Gönderenden yoksun ve nerede başlayıp nerede bittiği bilinmeyen, hiçbir şeyin durduramadığı bir kapalı devre içinde, gerçeğin değil, yalnızca kendi kendinin yerine geçebilen bir şey” (Baudrillard, 2010: 20).

Baudrillard’ın sanata ilişkin görüşler ise şöyledir: Sanat günümüzde amacından tamamen sapmış durumdadır. Sanatta önemli olan illüzyon yaratmaktır. Çünkü illüzyon gerçekliğe ait bir nesneyle ilgilidir, diğer bir ifade ile gerçeğe bağımlıdır. Oysa günümüzde gerçeklik yitirilmiş olduğundan sanatın temeli olan illüzyonda kaybolmuştur. Önceleri insanları bir illüzyona inandırmak amaçlandırılırken, şimdi artık onları var olmayan bir gerçekliğe inandırmak önemli hale gelmiştir. Baudrillard, simülasyonun gerçeklik ve illüzyonun bittiği yerde başladığını ileri sürmektedir. Simülasyon, gerçeğin tüm verilerine sahip olamama durumu yani gerçek olmayan şeydir. Böylece postmodern dönemde gerçeklik yitirilmiştir. İnsanlar da “gerçeğin yerini almış olan simülakrlar”ın içinde yaşamaktadırlar (Önk 2009).

Kaynak: Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s. 111-113, T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 3552 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 2386

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...