Farabi’nin Bilgi Felsefesi, Epistemoloji Anlayışı
Fârâbî’de bilgi probleminin biri psikoloji diğeri mantıkla bağlantılı iki temel boyutu bulunmaktadır.
Bilgi, çeşitli aşamaları olan psikolojik bir süreç sonunda insan zihninde gerçekleşen bir olgudur. Bu bakımdan Fârâbî bilgi problemini nefis ve akıl kavramları çerçevesinde temellendirmeye çalışır. Ona göre düşünce ile varlık arasındaki bağlantı suret üzerinden gerçekleşir. Tür düzeyinde belirlenmeyi ifade eden suret bir bakıma tanımla aynı anlama gelir; dolayısıyla bir varolanın zihindeki karşılığı da suret olmaktadır.
Diğer taraftan tanım bağlamında ayırım (fasl) ve yakın cinsin bilinmesine karşılık gelen suret, kıyasta orta terime karşılık gelir. Fârâbî’ye göre suretin dış dünyada ve zihinde olmak üzere iki tür varlığı söz konusudur: Bunlardan ilki suretin cisimde bulunuşudur; zaten cisim suret almış maddeden ibarettir ve doğal varlık alanındaki her şeyin bir sureti vardır. İkincisi ise duyuda, hayalde ve akılda olmak üzere üç aşamada veya üç şekilde ortaya çıkar. Duyu aşamasında doğrudan sözgelimi “şu ağaç”, “şu at” ve “Ahmet” gibi tikel varlıkların sureti algılanırken, hayal gücünde tam bir soyutlama gerçekleşmez, fakat tikel nesneler bireysel özellikleri ile değil türsel boyutları ile idrak edilirler. Son aşama olan akılda ise suret tikel özelliklerden bütünüyle arındırılmış yahut soyutlanmış bir tümel olarak tasavvur edilir. Şu halde bilme, duyu ve hayal gücünden geçerek akılda gerçekleşen bir soyutlama işlemidir. (Aydınlı, 2008: 55-56)
Bu yaklaşımı çerçevesinde duyu algısını bilginin başlangıcı sayarak Platon’un “doğuştancı” teorisini benimsemediğini gösteren Fârâbî, bilginin kaynağı konusunda bir “duyumcu” (sensualist) gibi davranır. O, duyu ve hayal gücünden gelen izlenimlerin akıl tarafından nasıl bir işlemden geçirildiği yahut aklın soyutlama işlevini nasıl gerçekleştirdiğini açıklarken Aristoteles’ten beri Meşşâî gelenekte devam eden psikolojik akıllar teorisine başvurur.
Psikolojik akıllar teorisi Aristoteles’in güç-fiil ayrımına dayanır. Ona göre güç halindeki bir şey kendiliğinden fiil alanına çıkamayacağı için insan nefsinin bir gücü olan edilgin akıl da kendiliğinden soyutlama yapamaz ve bilgi üretemez. Dolayısıyla onu güç halinden fiil alanına çıkaran sürekli fiil halindeki bir etken bulunmalıdır. Aristoteles’e göre, güç halindeki insan aklına dışarıdan etki eden ve daima aktif durumda bulunan, etkin yahut aktif akıldır.
Muallim-i Evvel’den sonra çeşitli şekillerde yorumlanan bu edilgin ve etkin akıl ayırımını, çeşitli eserlerinde bütün boyutlarıyla inceleyen düşünür, Muallim-i Sânî Fârâbî olmuştur. (Kaya, 1995: 152)
Ona göre akıl öncelikle amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayrılır. Amelî (pratik) akıl, insana özgü her türlü dengeli davranışı ortaya koymada etken olan akıldır. Filozofa göre denizcilik, marangozluk, çiftçilik ve hekimlik gibi sanat ve tekniklerle ilişkili insanî başarıların yanı sıra birey, aile ve devlet yönetimini düzenleyen ahlak ve siyasete ilişkin bilgi ve başarıları mümkün kılan da amelî akıldır. Nazarî (teorik) akıl ise nefis cevherinin gelişip olgunlaşarak akıl cevherine dönüşmesinden ibaret olup insan iradesi ve yapıp etmesinden bağımsız olan matematik, fizik ve metafizik gibi teorik disiplinler ile bu alanlarda kesin bilgi onun eseridir. Özne-nesne ilişkisinde duyulardan gelip hayal gücünde kısmen soyut hale gelen izlenimler nazarî akıl tarafından üç aşamalı bir işlemden geçirilir ki Fârâbî her aşamadaki bilgiyi akıl olarak adlandırır. Bu aşamalardan ilki (a) “güç halindeki akıl”dır (el-aklü’lheyûlânî, el-akl bi’l-kuvve). Bir bakıma nefis veya nefsin bir cüzü ya da gücü olan bu akıl varlığa ait suretleri soyutlayarak kavram haline getirme gücüne sahiptir. Filozofun üzerine damga basılmamış pürüzsüz muma benzettiği güç halindeki akıl, faal aklın etkisi olmadan kendiliğinden harekete geçip soyutlama yapamaz ve bilgi üretemez. Fârâbî bu ilişkiyi güneş ile göz arasındaki ilişkiyle açıklamaya çalışır; nasıl ki güneş ışığını gönderip çevreyi aydınlatmadıkça göz varlığa ait renk ve şekilleri algılayamazsa güç halindeki akıl da faal akıl feyzini göndermediği sürece kavram üretemez ve hiçbir şey bilemez. İkinci aşamada (b) “fiil halindeki akıl” (elakl bi’l-fi’l) yer alır ki bu, güç halindeki aklın aktif duruma geçmesidir. Bu aşamada akıl soyutlama yaparak bütünüyle maddeden yahut tikellikten bağımsız kavram ve bilgilere ulaşır. Bu sayede insan kendini bildiği gibi tümel (küllî) ve önsel bilgileri elde ederek, adeta üzerine damga basılan mumun da bir damgaya dönüşmesi gibi, onlarla özdeşleşir. Filozofun (c) “kazanılmış akıl” (el-aklü’l-müstefâd) dediği üçüncü aşama insanın ulaşabileceği en yüksek düzeydir. Duyu algılarıyla hiçbir ilişkisi bulunmayan kazanılmış akıl, sezgi ve ilhama açık olduğu için artık faal akılla ilişki kurmaya (ittisâl) hazır durumdadır. İnsan, teorik düşünme ve akıl yürütme imkânına ancak kazanılmış akıl aşamasında kavuşur. Fârâbî’nin düşünce sisteminin bütününde geçerli olan sıradüzeni burada da söz konusu olup bir önceki akıl sonraki için madde, o da öncekinin sureti durumundadır. (Fârâbî, 1985: 101-104; 2003: 130-137; Kaya, 1995: 152) Bu sıradüzeninin başında yer alan güç halindeki akıl, bir bakıma insanın türsel sureti ve doğası olup bütün insanlarda özsel nitelik olarak bulunmaktadır. Bir tohum nasıl, tohumu olduğu şeyi kuvve halinde içeriyorsa, bu akıl da kazanılmış aklı kuvve halinde içerir. (Aydınlı, 2008: 107-108)
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı