Felsefe hakkında her şey…

Ioannes Duns Scotus’un Bilgi Felsefesi

05.11.2019
1.564

Bütün Ortaçağ filozoflarının kabul ettiği Aristotelesçi bilgi anlayışını, genel anlamda Duns Scotus da kabul etmektedir. Bu genel anlayışa göre bütün bilgimiz duyulardan kaynaklanmaktadır. Duyularımız aracılığıyla elde ettiğimiz imgelerdeki maddi unsurlar etkin akıl (intellectus agens) tarafından soyutlanmaktadır.

Soyutlama (abstractio) aracılığıyla ortaya çıkan anlaşılabilir nesneler (res intelligibilis) edilgin akılda (intellectus possibilis) yer almaktadır. Bu anlaşılabilir nesnelerin tümü de bilinen nesneleri temsil yeteneğine sahiptir. Duns Scotus’un kabul etmiş olduğ u bir başka özellik de insan aklının doğuştan boş (tabula nuda veya tabula rasa) olmasıdır. Bununla birlikte o, aklın sezgisel ve soyutlayıcı yönü üzerinde daha ağırlıklı olarak durmaktadır (Aspell, 1999: 255; Dumont, 2006: 361-362).

Duns Scotus’a göre, fizik dünyadaki bireysel varoluşların tümü doğrudan doğruya duyular tarafından algılanır ve daha sonra da akıl tarafından kavranır. Bu, Boethius’tan itibaren şekillenen, daha aşağıdaki bir etkinlik biçiminin daha yukarıdaki tarafından bilinmesi; fakat tersinin söz konusu olmaması tarzındaki düşünceye dayanmaktadır. Buna paralel olarak zihinsel sezgi, bütün aktüel bireysel varoluşlar bakımından gerekli olan bir tarzdır. Duns Scotus’un buradaki bireysel varoluşlar deyişiyle ifade ettiği şey, doğru olumsal önermeler, tümevarım ve sezgidir. Bireysel varoluşlardaki sezgi gerekliliği, Duns Scotus’a göre, soyutlamanın sezgiyi önceden varsaymasıdır. Ona göre “tümelleri, nereden soyutlanacaklarını bilmeden bireysel olanın içinden soyutlamak asla olanaklı değildir.” (Aspell, 1999: 255, Duns Scotus, In De Anima, XXII, 3).

Duns Scotus’a göre insanın en yüksek güçleri onun aklı ve iradesidir. Aslında ona göre, ruhun güçleri arasında formel olarak belirlenmiş bir ayırım söz konusuysa da bu güçler temel itibariyle birbiriyle özdeştir. Yukarıda da dile getirilmiş olduğu gibi Duns Scotus, akılda etkin ve edilgin olarak iki kısım olduğunu kabul etmektedir. Bununla birlikte bu kısımların, bilgi elde etmek konusundaki işlevleri tamamen Duns Scotus’a özgü bir içerik taşımaktadır. Etkin aklın, Thomas Aquinas’ta olduğ u gibi duyu imgeleri üzerine eğilerek bir soyutlama işlemine girişmesine gerek yoktur. Akıl, doğrudan doğruya duyulanabilir nesneye yönelmekte ve o nesnedeki anlaşılabilirlikten tümel kavramlar ortaya çıkarmaktadır (Maurer, 1982: 237).

İşaret edilebilir dünyada olup bitenlere ilişkin bilgimizi, soyutlama yoluyla elde ettiğimizi ileri süren Duns Scotus’a göre sezgisel bilgi, adına gerçeklik dediğimiz aktüel varoluşların dünyasında yer alan şeylerin bilgisidir. Söz gelimi, bir masanın, masanın üzerindeki bir kalemin, bahçedeki bir ağacın bilgisi sezgisel bilgidir. Soyutlayıcı bilgi ise gerçeklik denen aktüel varoluşlar dünyasında bulunmayan bir şeyle ilgili de olabilir (Maurer, 1982: 237). Temel olarak her iki türden bilgi de bireysel bir şey hakkındadır. Bununla birlikte soyutlayıcı bilgi, bütün bireysellerde ortak olan bir yapı hakkında da ortaya çıkabilir. Bunların aralarındaki biricik fark, sezgisel bilginin varolan bir şey hakkında olması; soyutlayıcı bilginin ise varoluştan soyutlanmasıdır (Maurer, 1982: 238; Aspell, 1999: 255).

Duns Scotus’a göre, akılda ortaya çıkan bu durum duyusal bilgide de geçerlik kazanmaktadır. Ona göre, görme sezgiseldir; bunun nedeni, görmenin nesnesine şimdi ve burada (hic et nunc) ulaşabilmesidir. Bununla birlikte imgelem (imaginatio) doğası itibarıyla soyutlayıcıdır. Bundan anlaşılması gereken şey şudur: İmgelemin nesnesinin şimdi ve burada olması gerekli değildir. fiu anda aktüel olarak gözümüzün önünde olmayan bir şey; hatta dünya varolduğundan beri hiç varolmamış bir şey de imgelem tarafından canlandırılabilir. Zaten, Duns Scotus’un da içinde yaşadığı on dördüncü yüzyılın en önemli tartışmalarından biri, şimdiye kadar anlatılanlar etrafında ortaya çıkmaktadır (Maurer, 1982: 238).

Duns Scotus’un da ilgilendiği bu önemli soru şudur: Acaba, nesnesi varolmadığı halde sezgisel bilgi mümkün müdür? Duns Scotus’a göre, bu soruya olumlu cevap verenler bir şekilde şüpheciliği desteklemektedirler. Zira, algıladığımız nesnelerin gerçekten varolup olmadıklarını kesin bir şekilde bilmenin olanaksızlığı, o nesnelerin bilgisine ilişkin ciddi bir sorgulamayı da beraberinde getirmektedir. Ortaçağ felsefe tarihinde Ghent’li Henry olarak bilinen Henricus de Gandavo isimli bir düşünür, aklın kesinliğinin değişmez hakikatler (doğrular) ile ilgisi olduğu için her an değişmekte olduğunu ve bundan dolayı duyuların nesnesi olan duyulanabilir şeylerden hareketle kesinliğin asla elde edilemeyeceğini ileri sürmüştür. Dolayısıyla Gandavo’ya göre bu tür bir değişmez, sabit durumun açığa çıkması için gene onun gibi sabit, dolayısıyla ilahi bir aydınlanma (illuminatio) gereklidir. Platon’dan itibaren bazı filozofların gündeminde olan bu anlayışa göre, böyle bir ilahi benzerlik söz konusu değilse, şeylerdeki hakikat kesinlik derecesinde elde edilemeyecektir.

Duns Scotus Ganvado’nun bu düşüncelerine hemen karşı çıkmıştır. Ona göre, en azından üç alanda, yukarıda sözü edilen ilahi aydınlanma olmaksızın şeylerin bilgisindeki doğruluk kesin bir şekilde elde edilebilir. Henricus de Gandavo ile olan tartışmasında Duns Scotus’un belirlemiş olduğu üç alan şöyledir: 1) İlk ilkeler ve onlardan çıkartılan her şey. İlk ilkelere örnek olarak “varlık vardır” veya “parça bütünden küçüktür” gibi doğruluğundan kesin olarak emin olduğumuz ifadeleri verebiliriz. Bu türden ifadeler, Duns Scotus’a göre, mantıksal işlemler aracılığıyla (tasım vb.) ortaya çıkmaktadır ve bilimsel içerikteki önermeler bu türden ilkeleri kendisine dayanak yaparak biçimlenmektedir.

Bilimsel nitelikteki önermeler, aslında aklın kavrayabildiği ve duyulanabilir evrende izlenebilir bir düzeni içinde barındıran doğrulardan oluşmaktadır veya bu doğrulara dayanmaktadır. Bu doğrular (veya hakikat) etki/neden/sonuç ilişkisi içinde gözlemlenebilmektedir. Duns Scotus’a göre “herhangi bir şey düzenli bir şekilde cereyan ediyor ve serbest bir nedene dayanmıyorsa, bu şey o nedenin doğal bir etkisidir.” (akt. Aspell, 1999: 259; Duns Scotus, Opus Oxoniense, I, d. 3, q. 4, n. 9). Burada dikkat edilmesi gereken önemli nokta, akıl ile fizik evren arasındaki ilişkiyi uygun şekilde kurabilmemizi sağlayan “düzen” kavrayışıdır. Nedenin serbest olmaması da, olumsallığı engelleyen ve yinelenmenin/aynen tekrarın garantisini veren bir başka önemli noktadır. Dolayısıyla, “ilk ilkeler temelinde insan aklı, duyu verilerinin fizik dünyanın gerçekte olduğu gibi olduğunu bildirişini, kesinlik içinde ve eleştirel bir tarzda yargılayabilir (yani bunlara ilişkin bir yargıda bulunabilir. ç.n.)” (Aspell, 1999: 259).

2) Duns Scotus’a göre, sadece ilk ilke olarak andığımız tümel önermeler, fizik evrenle ilgili olan bilimsel ilişkimizi biçimlendirmez. Biz, aynı zamanda duyu tecrübelerimiz aracılığıyla da şeyler arasındaki düzenli ilgiyi bulup ortaya çıkartabiliriz. Gözlemlediğimiz şeylerdeki düzenlilik, bizim o şeye ilişkin belli bir kural ortaya koymamıza neden olabilir. Bazı şeyler arasındaki ilişkilerin düzenli gözlemi sonucunda ortaya çıkan kural, o şeylerin gelecekteki olası tavır alış biçimlerini önceden kestirebilmemize de olanak tanıyacaktır. Bilim, o halde, sınırlı sayıda gözlemden hareket ederek, benzer durumlardaki bütün olaylarda geçerli olan bir genel yasa üretebilir. Üstelik, bu şeyler hakkındaki olası bütün bireysel durumların tüketilmesi de gerekli değildir. Bu tarz bir bakış açısı, Aristoteles’in bilim anlayışına çok yakın durmaktadır. Aristoteles’e göre, duyu tecrübesi (empeiria) ilişkilerdeki olguyu, analiz de onun nedenini (aitia) ortaya çıkarmaktadır (Aspell, 1999: 259; Dumont, 2006: 363).

3) Duns Scotus, kesin bilgi elde edebileceğimiz üçüncü alanın kendimize ait eylemlerimizle ilgili olduğunu söyler. Bu eylemler; duyulama, imgeleme, anlama gibi eylemlerdir. Bunlar, Scotus’a göre, her ne kadar olumsal türden eylemler olsalar da, gene de içlerinde doğrudan doğruya kavranabilecek bir kesinlik söz konusudur. Sözgelimi, içsel eylem olarak adlandırabileceğimiz anlama edimlerimizin sezgisinden hareketle ortaya çıkan psişik doğrular, tıpkı fizik dünyadaki şeyleri anlamamız için gerekli olan ilk ilkeler gibi anlaşılabilirler. Bir başka deyişle, ruh, bizzat kendi varoluşuna ilişkin sezgisel bir bilgiye ulaşır; bu bilgide bulunan bütün niteliklerin soyutlanması sonucunda da, bizzat kendi yalın doğasının bilgisini elde etmiş olur (Aspell, 1999: 260).

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...