Vahşi doğanın ahlaki, manevi bir değeri var mıdır?
Dünyadaki neredeyse büyün insanların yok olduğunu ve geriye sadece birkaç insanın kaldığını düşünelim. Hayatta kalanlar, öfke ya da umutsuzluktan dolayı, doğal dünyayı ellerinden geldiğince yok ederek yıkıcı dürtülerini tatmin ediyor olsunlar. Nehirleri ve gölleri zehirliyorlar, ormanları yakıyorlar, nükleer savaş başlıklarını patlatıyorlar diyelim. Bu insanların vicdanları rahat; çünkü yok ettikleri doğayı ileride kullanacak ya da değerlendirebilecek olan hiç kimse yoktur. Kimseye zarar vermiyorlar; ama, yaptıkları şey kesinlikle yanlış.
Avustralyalı çevre felsefecisi Richard Sylvan bu hikâyeyi doğanın bizim ihtiyaç ve arzularımızdan, hatta varlığımızdan bağımsız bir değeri olduğuna bizi ikna etmek için kullanmıştır.
Onun hayal ettiği bu ikilem bir kurgu olsa da ifade ettiği etik sorun oldukça açıktır. Zira uzmanlar bize insan faaliyetlerinin dünyadaki vahşi yaşamın ve doğanın endişe verici bir hızla yok olmasına neden olduğunu söylüyor. Hatta önümüzdeki yüz yıl içinde vahşi doğa diye bir şey kalmayabilir bile.
Bu gelişmeden üzüntü duyanlar genellikle konunun insan refahına dönük olumsuzluklarına odaklanıyorlar: Artan çevresel bozulma, tür çeşitliliğinin kaybı ve vahşi doğanın sağlayabileceği henüz bilinmeyen nice fayda…
Ancak Sylvan’ın hayatta kalan son insanları içeren ve dolayısıyla insanların gelecekteki refahını dikkate almayan düşünce deneyi, bize çok daha fazlasının tehlikede olduğunu gösteriyor. Ekosistemleri yok etmek ahlaki açıdan yanlıştır; çünkü ekosistemler kendi başlarına bir değere sahiptir.
Değer sorunu
Bazı filozoflar, etrafta ona değer verecek kimse yoksa bir şeyin değerli olabileceğini reddederler. Etik değerlerin yalnızca zihinlerimizde var olduğunu düşünürler. Çoğu felsefi sav gibi bu sav da tartışmaya açıktır. Sylvan ve diğer pek çok kişi değerin madde ve enerji kadar dünyanın bir parçası olduğuna inanmaktadır.
Değerlerin bağımsız varlığını reddedenlerin haklı olduğunu varsayalım. O zaman son insanların yıkıcı faaliyetlerini nasıl kınayabilir ya da vahşi doğanın ve türlerin kaybına, insanlar için yararlı olan bir şeylerin yok olmasından başka bir nedenle nasıl üzülebiliriz?
Bir şeyin sağladığı deneyimlerin türü, onu sadece faydası için değil, olduğu şey için değerli görmenin bir nedeni olabilir. Vahşi doğayı değerli bulanlar, kendilerinin de bu tür bir değere sahip olduklarına inanma eğilimindedirler. Henry David Thoreau Walden‘da şöyle yazmıştır:
“Kendi sınırlarımızın aşıldığına ve bazı yaşamların bizim hiç dolaşmadığımız yerlerde özgürce dolaştığına tanık olmamız gerekir.”
Avustralya’da Bjelke-Petersen Queensland hükûmetinin resifte petrol arama planlarına karşı 1960’lı ve 1970’li yıllarda başlatılan bir protesto hareketine öncülük eden şair Judith Wright, Büyük Mercan Resifi‘nin “çoğu insanın Cennet’e en çok yaklaşacağı yer” olduğunu söylemiştir.
Thoreau ve Wright vahşi doğaya sadece haz ve eğlence kaynağı olduğu için değil, aynı zamanda ya şaşırtıcı güzelliğiyle ya da kendi insan yaşamlarımızı bir perspektife oturtarak bize derin bir şeyler öğretebileceği için de değer vermektedirler. Bu açıdan bakıldığında, vahşi doğa, pek çok insanın büyük sanat eserlerine verdiği değerle aynı nedenlerle değerlidir.
Eğer son insanlar dünyanın tüm büyük müzelerindeki tüm sanat eserlerini yok etmeye kalkışmış olsalardı, onlara vandal derdik. Büyük manevi veya estetik değere sahip nesneler saygıyı hak eder ve buna göre muamele görmelidir. Gelecekte onları değerlendirmeye hazır birilerinin olup olmayacağına bakmaksızın onları yok etmek yanlıştır.
Dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar
Wright ve protestocu arkadaşlarının amacı Avustralyalıların gezegenin başka hiçbir yerinde bulunmayan olağanüstü bir şeye sahip olduklarını fark etmelerini sağlamaktı. Avustralyalıların Büyük Mercan Resifi’ni ulusal bir hazine olarak tanımalarını istiyorlardı. Başarılı da oldular. Resif 1981 yılında Dünya Mirası statüsü kazandı ve 2007 yılında ulusal miras listesine alındı.
Büyük Mercan Resifi aynı zamanda 70’ten fazla Aborijin ve Torres Boğazı Adalı grubun mirası olarak kabul edilmektedir. Batılıların vahşi doğa olarak düşündükleri yerlerin çoğu aslında yerli halkın atalarından kalma topraklarıdır; nesiller boyunca baktıkları ve değer verdikleri topraklar…
Bir vahşi doğa alanını miras olarak kabul etmek, oranın değerinin faydayı aştığını düşünmemiz için bize başka bir neden daha verir.
Miras, insanları kendilerinden öncekilerin yaptıkları, yaşadıkları veya değer verdikleri şeyler nedeniyle kendileri için önemli olan bir geçmişle ilişkilendiren nesneler, uygulamalar ve alanlardan oluşur. Mirasımız bizi bir toplum olarak tanımlamaya yardımcı olur. Bir şeyi miras olarak tanımlamak, onu koruma ve gelecek nesillere aktarma sorumluluğunu kabul etmek demektir.
Büyük Mercan Resifi gibi vahşi doğa alanlarını miras olarak tanımak için pek çok nedenimiz var. Bunlar özel ve eşsizdir. İnsanların topraklarını nasıl anladıkları ve ona nasıl değer verdikleri konusunda tarihte bir rol oynarlar.
Son insanlar miraslarını gelecek nesillere aktaramazlar. Ancak bir şeye miras olarak değer vermek, onu bir ilgi ve saygı nesnesi kılar. Eğer insanlar vahşi ortamlara ve bu ortamlarda yaşayan canlılara değer veriyor ve kendilerini onlara bağlı hissediyorlarsa biz yok olduktan sonra da bu ortamların varlığını sürdürmesini istemelidirler.
Son insanların kaderini paylaşmayan bizler, mirasımızı gelecek nesillere aktarmakla yükümlüyüz. Bu bize, kalan vahşi doğamızın hayatta kalmasını sağlamak için daha da güçlü bir ahlaki neden sunuyor.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Janna Thompson’ın “The moral value of wilderness” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım