Tanrı’nın varlığını akla dayandırmaya çalışmak, ateizmin güçlenmesine katkı mı sağlamıştır?
Tanrı’nın var olup olmadığı konusu en önemli felsefi problemlerden biridir. Tanrı’nın varlığını kanıtlarla ortaya koymaya çalışma geleneği, 17. ve 18. yüzyıllarda altın çağını yaşayan erken modern dönemle birlikte oldukça eskiye dayanmaktadır.
Tanrı’nın varlığını kanıtlama girişimleri bugün de devam etmektedir. Ancak bunlar yüzlerce yıl öncesiyle aynı ölçekte değildir; sekülarizm artık filozoflar arasında olduğu kadar genel nüfus arasında da yaygındır.
Çağdaş düşünürler Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırken genellikle Tanrı’ya inanmanın aslında akla uygun olduğunu göstermeyi amaçlarlar. Örneğin, New Proofs for the Existence of God adlı kitabında Robert J. Spitzer, “süper zeki, aşkın, yaratıcı bir güce duyulan makul ve akla uygun inancı temellendirebilecek” bir dizi kanıt ileri sürmektedir.
Böyle bir amaç, erken dönem modern filozoflara garip gelebilirdi; çünkü o zamanlar varsayılan görüş Tanrı’ya inanmanın tamamen akla uygun olduğu yönündeydi. Gerçekten de erken modern zamanlarda, dinî inanç Avrupa’da o kadar yaygındı ki Tanrı’nın varlığını yürekten inkâr eden birinin mevcudiyeti fikri, düşünülemez değilse bile, genellikle saçmalık olarak kabul edilirdi.
Peki erken dönem modern filozoflar neden zaten yaygın olarak doğru olduğuna inanılan bir şey için kanıtlar inşa etme ihtiyacı hissetmişlerdir? Filozoflar genellikle Tanrı’nın varlığının kendi felsefi düşüncelerinde oynadığı temel açıklayıcı ya da kuramsal rol nedeniyle bunu kanıtlamaya çalışmışlardır.
Rene Descartes (1596-1650) kusursuz bir Tanrı’nın varlığını kanıtlamanın dış dünyanın gerçekliğinden emin olabilmenin tek yolu olduğunu iddia etmiştir. Kusursuz bir Tanrı’nın aldatmacaya başvurmayacağı ya da kendisine güvenilmez duyular vermeyeceği şüphe götürmez olduğundan, kendisine gerçek gibi görünen şeylerin gerçek olduğunu savunmuştur.
Baruch Spinoza (1632-1677) için, bir Tanrı’nın var olup olmadığının kanıtlanmasının sadece dünya hakkında bildiklerimiz için değil, aynı zamanda nasıl yaşamamız gerektiği konusunda da önemli sonuçları vardı. Spinoza, bu hayatta yaşayabileceğimiz en büyük olası memnuniyetin, şeylerin özüne dair bilgimizden geldiğine ve bunun da Tanrı’nın sıfatlarını anlamaktan kaynaklandığına inanıyordu. Her şeyi bu şekilde ne kadar iyi anlarsak, güçlü duygular bizi o kadar az rahatsız edecek ve ölümden o kadar az korkacağız. O hâlde, erken modernitenin büyük düşünürleri için Tanrı’nın varlığını kanıtlamak son derece büyük önem taşıyordu diyebiliriz.
Erken modern filozoflar ile günümüz filozofları arasındaki bir diğer büyük fark da onların ileri sürdükleri kanıtlara duydukları güvendir. Kendine en çok güvenen çağdaş filozoflar bile, argümanlarının yalnızca Tanrı’nın varlığını olası kıldığını iddia edebilirler. Örneğin, Richard Swinburne The Existence of God (Tanrı’nın Varlığı) adlı eserinde, Tanrı’nın varlığının var olmamasından daha olası olduğunu göstermek için bir araya getirdiği çeşitli kanıtlar sunar.
Böyle bir iddia, kendi kanıtlarının Tanrı’nın varlığını her türlü makul şüphenin ötesinde kanıtlayabileceğini, hatta kanıtladığını düşünen erken dönem modern düşünürler için oldukça yumuşak görünebilir. Gerçekten de John Locke (1632-1704) gibi bazı düşünürler kendi kanıtlarını matematiksel kanıtlarla aynı seviyede görmüşlerdir; öyle ki bu kanıtlarla karşılaşan herhangi biri, rasyonel yetileri sağlam olduğu sürece, bu kanıtlar tarafından ikna edilmekten kaçınamazdı.
Ancak belki de Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya yönelik çağdaş ve erken modern girişimler arasındaki en büyük fark, bu kanıtlara yönelik muhalefetin kaynağında yatmaktadır. Günümüzde Tanrı’nın varlığını kanıtlama çabalarına karşı çıkanların çoğu ya Tanrı’nın olmadığını iddia eden ateistler ya da Tanrı’nın var olup olmadığı konusunda tarafsız olan agnostiklerdir. Hem ateistlerin hem de agnostiklerin Tanrı’nın varlığına dair kanıtları baltalamakta çıkarları vardır.
Ancak 17. ve 18. yüzyıllarda ateistler ve agnostikler nadirdi, hatta bazıları o dönemin büyük bir kısmında bu görüşlerin var olmadığını söyler ve var olanlar da seslerini çok fazla çıkarmama eğilimindedir.
Yine de bu, Tanrı’nın varlığına dair kanıtlara karşı çıkılmadığı anlamına gelmiyordu. Erken modern dönem düşünürleri münazara ve kendi görüşlerine yönelik itirazlarla mücadele etme pratiği konusunda eğitimlilerdi. Eğer görüşlerine karşı gerçek bir rakip yoksa o zaman onları icat etmeye ve bu hayali rakiplerin yapabileceği itirazları bulmaya cesaret ediyorlardı.
Voltaire (1694-1778) gibi bazıları kendilerini bu işe o kadar kaptırmışlardı ki kanıtlarının ana hatlarını çizmekten çok kanıtlarına yönelik itirazları düşünmeye zaman harcıyorlardı. Bu alıştırmanın tüm amacı teistlerin olası tüm itirazları çürütebilmeleri ve görüşlerini daha sağlam bir zemine oturtabilmeleriydi.
Böyle bir uygulama akademik açıdan mantıklı olsa da bu uygulamanın öngörülemeyen bir sonucu vardı. Erken modern teistlerin kendi kanıtlarına ve çağdaşlarının kanıtlarına karşı ileri sürdükleri sofistike itirazlar, ateizmi sağlam bir rasyonel zemine oturtma çabasıyla bu itirazları geliştiren ve güçlendiren daha sonraki ateist düşünürler tarafından benimsendi.
Dolayısıyla erken dönem modern filozoflar kendi kanıtlarına itirazlar uydurarak, ateizmi entelektüel açıdan daha saygın bir konuma getirmek suretiyle, istemeden de olsa ateizmin sonraki yükselişine yardımcı olmuşlardır.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Lloyd Strickland’in “Four centuries of trying to prove God’s existence” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım