Sonbaharın yaşam ve ölüm hakkında bize öğretecekleri var…
Bir tane olarak doğduk ve sonunda trilyonlarcası olduk. Vücudumuzu oluşturan hücreler inanılmaz mikro makinelerdir; örneğin yaklaşık yüz tanesi bu cümlenin sonundaki noktaya sığabilir. Farkında olmasak da bu minicik birimlerin her biri kendi karmaşık görevlerini yerine getiriyor: oksijen solumak ve karbondioksit salgılamak, ikiye bölünerek çoğalmak, etrafta dolaşmak veya bir süre hareketsiz kalmak ve nihayetinde olgunlaşarak matris olarak bilinen belirli türde tutucu bir yapı oluşturmak. Matris hücreyi çevreler ve hücrenin özel işlevini sürdürmesini sağlar; deri için yumuşak matris ve kemik ya da dişler için sert matris gibi.
Bir hücrenin kendi merkezi ya da kontrol paneli bile vardır: çekirdek. Bu çekirdek, bir hücreyi ve bütün bir bireyi inşa etme talimatlarını içerir. DNA olarak bilinen bu dört harfli kod, hücrenin yaşamı boyunca yerine getireceği her bir programlanmış görevi belirler.
İlginçtir ki bir hücrenin işlevi olgunlaştığında ya da matris sekrasyonunu bitirdiğinde sona ermez. Hücrenin işlevi ancak son görevi olan şaşırtıcı bir şekilde ölmesiyle tamamlanır: programlanmış hücre ölümü. “Programlanmış” terimi, ani ve öngörülemeyen bir yıkımdan ziyade hücrenin bileşenlerinin organize, planlı ve dikkatli bir şekilde parçalanmasını tanımlar.
Konu Başlıkları
Hayatı dikkatlice parçalarına ayırmak
Bu planlı süreç bir Lego kalesinin dikkatli bir şekilde sökülmesine benzetilebilir. Yerçekiminin etkisiyle yere düşen yıkıntıların aksine, Lego’da parçalar çıkarılır ve sonunda yeniden kullanılmak ve başka bir karmaşık yapıya yeniden monte edilmek üzere eski yuvalarına geri yerleştirilir. Bir hücrenin yaşamının bu organize ve programlı “sona erişi”ne makul bir şekilde biyolojik bir terim olan “apoptoz” adı verilmiştir. Bu sözcük Yunanca “apo”, yani kapalı/ayrık ve “ptosis”, yani düşen yapraklara atıfta bulunarak düşme anlamına gelir.
Apoptoz sürecinin kendisinden daha ilgi çekici olan şey, isminin arkasındaki analojidir. Sonbaharda yapraklar kurur ve ağaçtan düşer. Geride bariz bir şekilde yapraksız ve görünüşte cansız bir yapı bırakmasına rağmen, ağaç ancak yapraklarını dökerek ani ve sert rüzgârların etkisinden korunabilir ve rüzgârlı ve güneşten yoksun kış mevsiminde hayatta kalabilir.
Başka bir deyişle, kıştan önce yapraklarını döken ağaç, rüzgâr direncini azaltmaya ve ilkbaharda yeniden çiçek açmak için enerji tasarrufu yapmaya hazırlanır.
Bir parçanın -yaprağın- ölümü ne kadar üzücü görünse de bu tüm ağacın yaşaması içindir. Yapraklar düşmezse tüm ağaç ölecek ve kalan yaprakları da beraberinde götürecektir. Benzer şekilde, bir hücrenin apoptozisi tüm vücudun yaşamını korumak için gerekli bir fedakarlıktır.
Hayat devam ediyor…
Kemiklerimizi örnek alırsak, yeni doğan ve ölen hücreler arasındaki denge, sağlıklı iskeletimiz için doğal döngünün anahtarıdır. 1 Aslında, kemik kütlemizin yaklaşık %10‘u her yıl ölen hücreler ve onların yerini alan yenileri ile kendini yenilemektedir. Bu sürecin dengesi bozulduğunda hastalık ortaya çıkar. Çok fazla hücrenin ölmesi, osteoporoz olarak bilinen ve gözenekli kemikler anlamına gelen bir durumda olduğu gibi kemik kütlesinin kaybına yol açar. Çok fazla yeni hücre oluşması ise kemik tümörlerinin oluşmasına neden olur. Programlanmış ölümleri ters giden hücreler, süresiz ve kontrolsüz bir şekilde çoğalır; kanser olarak bilinen durum ortaya çıkar ve bu da tüm vücudu nihai bir ölüme hazırlar. 2
Farklı ölçeklerde -bir ağaç için yaprak, beden için hücre, toplum için birey- ölüm olarak algıladığımız şey aslında yaşamı sürdürme eylemidir. Sevdiğimizden ayrılmanın yasını tutmak, kaçınılmaz ve haklı olarak, hayatın en yalın ve şaşırtıcı gerçeği ve kaçınılmaz kaderi olan ölümü anlamamızın önüne geçer.
Hepimiz nihayetinde ağaçtan düşeceğiz. Aslında doğum ironik bir şekilde ölüme zemin hazırlayan birincil faktör olarak görülebilir; düşmemenin tek garantisi en başta ağaca çıkmamaktır.
Çok geç olmadan
Ağaçlardan öğrenebileceğimiz şeyler olmasına rağmen, biz ağaç değiliz. Duygular varlığımızın bütünleşik bir parçasıdır ve bizi insan yapan şeydir.
Beynimizin nasıl işlediğini inceleyen İngiliz nörobilimci Ruth McKernan, babasının acı çektiği anlarda mücadele etmiş ve ayrılık acısına katlanmış biri olarak, “Billy’s Halo” adlı kitabında bunu şu şekilde ifade ediyor:
“Bu tarafta bilim var ve bu tarafta da gerçek hayat. Ayrılık anlarında, hiçbir teori, bu ayrılığa dayanmayı kolaylaştıramıyor.”
Bu sonbaharda, sonbaharın renk cümbüşünü ve dökülen yaprakları düşünürken kendimize yaşlılarımıza onlar yanımızdayken değer vermemiz gerektiğini hatırlatalım. Rahatımız ve neşemizin eş anlamlı olmadığını kabul ederek, hayatımıza kattıkları için onlara minnettarlıkla yaklaşalım.
Aramızdan ayrılanları hatırlayarak, onların yeni nesillere yol açan miraslarını yad edelim ve elbette aramızdan erken ayrılan sevdiklerimizin yasını tutalım. Ailemiz, dostlarımız, iş arkadaşlarımız ve toplumdaki tüm “yaprak” yoldaşlarımız için, dallarıyla bağımız devam ettiği sürece, nerede ve ne zaman olursa olsun elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışalım.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Samer Zaky’nin “What the season of fall – and science – teaches us about life and death” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım
KAYNAKÇA
- Zaky, S.H. ve Cancedda, R. (209). Engineering Craniofacial Structures: Facing the Challenge. Journal of Dental Research, 88 (12), 1077-1091, https://doi.org/10.1177/0022034509349926
- Silberman, S. (2010). The woman behind HeLa. Nature, 463 (610), https://doi.org/10.1038/463610a