Son 50 yılın en etkili 5 büyük felsefi fikri: Felsefe eski fikirlere odaklanan “ölü” bir uğraş değildir!
Bu makalede, son 50 yılın en etkili filozoflarından beşini ve onların özgün, ufuk açıcı fikirlerini tartışacağım.
Konu Başlıkları
John Rawls: Rasyonel toplum ve adalet sorunu
John Rawls, rasyonel toplum ve siyasi adalet üzerine çalışan bir yakın dönem filozofudur. Rawls 1993 yılında “Halkların Yasası”nı yazarak uluslararası hukuk, ilişkiler ve uygulamalara yönelik siyasi bir adalet sistemi geliştirmiştir. Onun devletler yerine “halklar”dan bahsetmesinin nedeni, tüm iyi yapılandırılmış toplumların yasalarında ortak ya da temel olanı bulmak istemesidir. “Halklar” terimi, bu toplumlarda etkileşim içinde olan insanları ifade etmektedir. Rawls’a göre bu “halkların” üç temel özelliği vardır:
- (1) İnsanların temel çıkarlarına hizmet eden adil ve anayasal demokratik bir yönetim,
- (2) Ortak duygularla birbirine bağlanmış vatandaşlar,
- (3) Ahlaki bir yapı.
Rawls kitabında her bir ilkeyi titizlikle açıklamış ve bunların nasıl uygulanması gerektiğine dair örnekler vermiştir. Bunların arasından bir tanesi oldukça önemlidir. Rawls İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Japonya’ya gitmiş ve atom bombalarının yarattığı yıkımı görmüştür. Bundan sonra sivillere yönelik “atom bombası” kullanımının “adil” olmadığını savunmuştur. Nagazaki ve Hiroşima’da 130 binden fazla sivilin öldürülmesinin birçok Amerikalının hayatını kurtardığı fikrine karşı çıkmıştır. Böyle bir açıklama, savaş zamanında sivillere uygulamamız gereken istisnai güvenceleri görmezden gelmek demektir. Ayrıca Japonların hayatının değerini Amerikalılarınkinden daha az görmemize de neden olmaktadır. Bu tür bir akıl yürütme, bizim hayatlarımızın onların hayatlarından daha önemli olduğu yönündeki milliyetçi dürtülere hitap etmektedir. Ne yazık ki benzer hatalı akıl yürütmeler İsrail’in Filistin’i işgalinde de görülmekte ve Filistinli sivillerin hedef alınmasını meşrulaştırmaktadır.
Julia Kristeva: Feminizm
Julia Kristeva 1960’lardan 2009’a kadar feminist adalet üzerine fikirler üretmiştir.
Simone de Beauvoir, Kristeva’dan önce yaşamış varoluşçu bir filozoftur. Beauvoir, 1949 tarihli “İkinci Cinsiyet” adlı kitabında feminizm içinde özgün bir varoluş oluşturmaya yönelik fikirler geliştirmiştir. Beauvoir, “İnsan kadın olarak doğmaz, kadın olur.” diyerek, kişinin ancak gerçek bir feminist varoluşu seçerek ve yaşayarak tam anlamıyla kadın olabileceğini ifade etmiş ve Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğunu feminizme genişletmiştir. Beauvoir, kadınların kendilerini erkekler gibi olmaları gerektiği düşüncesinden kurtarmaları gerektiği fikrini ortaya atmıştır.
Kristeva bu kavramları geliştirmiş ve erkek egemen bir dünyanın güç ilkesiyle mücadele etmek isteyen feministlerin güç ilkesinin başka bir biçimini benimseme riski altında olduklarını belirtmiştir. Kristeva’ya göre bu gerçekleşirse feminizm, süregelen iktidar mücadelesinde yalnızca bir yeni halkaya dönüşme riski taşır.
Kristeva genel olarak, feminist adaletin bu güç arayışıyla sağlanamayacağını ve feminist adaleti sağlamak için yeni yollara ihtiyacımız olduğunu savunmuştur. Feminizmin, doğum kontrolü ve kürtaj hakkı gibi toplumsal cinsiyet adaletini sağlayacak bir devrime öncülük etmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Peter Singer: Hayvan hakları
Peter Singer, “Hayvan Özgürlüğü” adlı kitabında “hayvan haklarını” açıklamak için utilitarizm‘i kullanan bir filozoftur. Singer, 18. yüzyılda yaşamış Jeremy Bentham’ın faydacı ahlak anlayışını benimsemekte, hazzı en üst düzeye çıkarmanın ve acıyı en aza indirmenin etik davranışlarımıza rehberlik etmesi gerektiğini savunmaktadır.
Singer, bu etik faydacı ilkelerin hayvanlara da uygulanması gerektiğini söylemiştir. Singer, acı yaratmaktan kaçınmanın faydacı etikte önemli bir durum olduğuna dikkat çekmek ister. Ona göre ister sizin, ister başka bir insanın ya da hatta bir hayvanın acısı olsun, acı acıdır. İnsan olmayan hayvanların acıyı ne ölçüde algılayabildikleri, onların yaşamlarını etkileyen kararlarımızda bize yol göstermeli ve bu tür acılara neden olan faaliyetlerden kaçınmalıyızdır.
Son 100 yılda pek çok hayvanın duyarlı varlıklar olduğu giderek daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Singer, hayvan deneylerinin veya hayvanlardan gıda elde etmenin asla haklı gösterilemeyeceğini söylemek istemediğini, sadece tüm eylemleri tüm duyarlı varlıklar üzerindeki sonuçlarına göre değerlendirmemiz gerektiğini ifade etmektedir.
Jerry Fodor: Düşüncenin dili (Mentalese)
Jerry Fodor 1975 yılında yazdığı “The Language of Thought” (Düşüncenin Dili) adlı kitabında yeni bir evrensel dil önermiştir: Mentalese, yani sembolik düşünce dili.
Tüm insanların bilinçli düşüncelerinde sözel dilden ayrı sembolik bir dil kullandıklarını öne sürmüştür. Ayrıca hepimizin bu düşünce dilinde doğuştan yetenekli olduğumuzu belirtmiştir. Siz Türkçe, Fransızca ya da başkaca bir dilde düşündüğünüzü sanırken Fodor zihinsel dili kendi dilimizle eşleştirdiğimizi ve böylece sembolik olarak düşündüğümüzün farkında olmadığımızı söylemiştir.
Mentalese, yeni doğanların ve bebeklerin henüz dili kullanamamalarına rağmen eylemler yoluyla kendi düşünclerini bir şekilde ortaya koymalarını açıklamaktadır. Fodor’un fikri, günümüzde modern felsefe, psikoloji ve bilişsel çalışmalar için kilit bir referans noktası olan temsili zihin teorisinin merkezinde yer almaktadır.
Jean-François Lyotard: Postmodernizm
Jean-François Lyotard “postmodernizm” fikrini 1979 tarihli “Postmodern Durum” adlı kitabında geliştirmiştir.
Lyotard’a göre 1970’ler öncesinin modern toplumu batıl inançları bir kenara atmış, akıl ve olgular üzerine inşa edilmiştir. Modern insanların bilgiyi kendi bilinçlerinde toplayarak ve bu bilgiyi açıklamak için öyküler kullanarak geliştikleri kabul edilmiştir. Postmodernizm, Lyotard’ın aklın artık insanlık durumunu bu tür bir dizi açıklama ya da tüm bilgiyi ve insanlık tarihini tek bir çerçevede toplayan kapsayıcı yapılar olan “meta-anlatılar” yoluyla özetleyemeyeceği fikridir. Örneğin, tüm kötülükleri kapitalizmle açıklamaya çalışan ve kapitalizmin kötülüğüne cevap olarak komünizmi öneren Marksizm bir üst anlatı örneği olabilir.
Lyotard, birleştirici üst-anlatılara karşı yeni bir şüphecilik geliştirdiğimizi söylüyor. Aslında hepimiz farklı bakış açılarına sahibiz ve farklı bireylerin “mikro-anlatıları” oldukça önemlidir.
Bilgi, tek bir insan beyninin kapsayabileceğinden ve analiz edebileceğinden çok daha karmaşıktır. Bu durum, bilgiye verdiğimiz değerde bir değişime yol açmıştır. Bilginin her birey tarafından bilinemeyeceği, bunun yerine depolanması ve paylaşılması gerektiği fikridir bu. Bu da bilgisayarların, veri ve bilginin hesaplamalı olarak depolanmasının ve karmaşık sistemleri açıklamak için yapay zekânın değerini ortaya çıkarmıştır.
Lyotard, bilginin “dışsallaştığını”, veri tabanlarında depolandığını, hareket ettiğini ve alınıp satıldığını belirtmiştir. Bu durum Lyotard’ın “bilginin ticarileşmesi” kavramını ortaya atmasına yol açmıştır. Lyotard 1980’lerde, bilgi alınıp satılan bir meta hâline geldiğinde, özel şirketlerin insan düşüncesini şekillendirmek için bilgi akışımızı kontrol edebileceği konusunda uyarıda bulunacak kadar ileri görüşlüydü. Bu Google, Twitter ve Facebook gibi şirketlerin tam da onun öngördüğü şeyi yapmaya başlamasından çok önceydi: Bilgi akışını kontrol etmek ve insan düşüncesinin gidişatını şekillendirmek ve denetim altına almak.
Geçtiğimiz 50 yıl üzerine düşündüğümüzde, felsefenin eski fikirlere odaklanan “ölü” bir uğraş olmadığını, aksine sürekli olarak yeni ve önemli kavramların ortaya atıldığı ve aktif olarak tartışıldığı bir alan olduğunu görmek mümkündür.
Hepimizin bundan bir şeyler öğrenebileceğimiz ise açık bir gerçekliktir.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım