Ölüm, kabullenilmesi gereken bir olgu mudur?
“Hayatta olmak iyidir, ölmek ise kötüdür” fikri oldukça doğaldır. Yine de pek çok kişi, hatta çoğu insan bu fikre karşı çıkıyor ve bunun nedeni de sadece ölümden sonraki yaşama inanmaları değil. Bu direncin bir kısmı, daha uzun yaşarsak dünyanın başına neler gelebileceğine dair duyulan endişelerden kaynaklanıyor: Aşırı nüfus! Ekonomik durgunluk! Sosyal güvenlik ve emeklilik krizleri! Bunlar gayet makul endişelerdir. Sonuçta birey için iyi gibi görünen bir şeyin toplum için o kadar kötü etkileri olabilir ki bu, hiç kimse için iyi olmaz. Ancak, insanlar, doluca bir yaşamın ardından ölümün geleceğini kabullenmiş gibi görünüyorlar; ölüme itiraz etmiyorlar, sadece “zamansız ölüm” konusunda eleştireller.
Yazar David Ewing Duncan Amerika Birleşik Devletleri’ni dolaşarak biyoteknoloji ve yaşam süresinin uzatılması üzerine konuşmalar yaptı. 4
Anlattığımız hikâyelerin birçoğu apolojist bir mesaj veriyor. Yaşlanma, hastalık ve ölümle birlikte geldiği için insanlık durumu acımasız görünüyor. Ancak, verilen mesaja göre, aslında bizim için en iyisi budur ve eğer buna direnir ve bunu değiştirmeye çalışırsak kötü bir şey olması kaçınılmazdır. Bu, MÖ 18. yüzyıla ait bilinen en eski edebiyat eserlerinden biri olan “Gılgamış Destanı”nın anlatısında vardır. Arkadaşının ölümüyle acı çeken ve korkan Gılgamış, sonsuz yaşamın sırrını bulmak için yola çıkar. Bir noktada bunu okyanusun derinliklerinden çıkardığı bir bitkide bulur. Yıkanmak için bitkiyi dikkatsizce yere bıraktığında, bir yılan onu çalar. Tüm çabaları benzer şekillerde başarısız olur. Sonunda şunu öğrenir:
“Aradığın hayatı asla bulamayacaksın; çünkü tanrılar insanı yarattıklarında, ölümün onun nasibi olmasına izin verdiler ve yaşamı onların ellerinden aldılar.”
Bu aynı zamanda Yunanlıların da gözde temalarından biridir. İnsanın kibri, kendi sınırları içinde kalmayı reddetmesi cezalandırılır: Güneşe çok yakın uçmamalıyız. Tithonus’un hikâyesinde, Şafak Tanrıçası Eos, Tithonus’a âşık olur ve Zeus’tan onu ölümsüz yapmasını ister. Zeus Tithonus’un dileğini yerine getirir, ancak bir şartla. Tithonus ölemese de yaşlanmaya devam eder. Sonunda, bunamış yaşlı adamı hâlâ tutarsızca gevezelik ettiği bir odaya kilitlemekten başka bir şey yapamazlar. Sisifos’un tanrılar tarafından sonsuza kadar bir kayayı tepeye itmekle nasıl cezalandırıldığını hepimiz biliyoruz. Peki bu cezayı hak etmek için ne yapmıştır? Hikâyenin arka planı şöyle: Sisifos, Ölüm’ü kelepçe takması için kandıran bir kraldır. Daha sonra Ölüm’ü bir dolaba kapatır ve sonuç olarak artık kimse ölmez. İnsanlar hala savaş alanında birbirlerini katletmeye çalışıyorlardı ama nafile. Düzen yeniden sağlandıktan ve ölüm eski haline döndükten sonra Sisifos, dilediği şey, yani ölümsüzlük verilerek cezalandırıldı, ama yine bir hileyle. Apolojist’e göre bu uygun bir cezadır; çünkü ona göre ölümün olmadığı bir yaşam aslında hiç bitmeyen, cehennemi bir kaya itişidir. En derin uykudan bile daha huzurlu olan ölüm, bizi Sisifos’un kaderini paylaşmaktan kurtarır. Teşekkürler, Ölüm!
Bunlar elbette eski efsaneler ve kibir kavramına çok daha az saygı duyulan bir zamanda yaşıyoruz; ancak en popüler eserlerimizden birçoğu ölümü kabullenme geleneğini devam ettiriyor. Bu, üzerinde düşünene kadar fark edilmeyebilir. Yine de hangi popüler sanat eserinde ölümsüzlük arayışı iyi biter ki? Hangi sanat eserinde kahraman ölümsüzlüğü arar; ama kötü adam tarafından durdurulur ki? “Yüzüklerin Efendisi”, “Narnia”, “Harry Potter” ve “Yıldız Savaşları” serileri, en sevilen ve en çok tanınan metinlerdir ve hepsi apolojist anlatıyı güçlendirmektedir. Hem J. R. R. Tolkien’in hem de C. S. Lewis’in fantastik destanları, her iki yazarın da Julian Huxley, J. B. S. Haldane ve Olaf Stapledon gibi yazarlar tarafından ileri sürülen insanlık için rahatsız edici ve insanlıktan çıkarıcı bilim odaklı vizyonlar olarak gördükleri şeylere yanıt olarak yazılmıştır.
“Yüzüklerin Efendisi”nde yeryüzü cenneti düşük teknolojili pastoral bir eski Britanya şeklindeyken kötülük Sauron’un endüstriyel ocaklarında yaratılmaktadır. Hikâye, taşıyıcısına yaşamı uzatmak da dâhil olmak üzere büyük güçler kazandırabilen büyülü Yüzük etrafında dönmektedir. Ama Yüzük aynı zamanda taşıyanını yozlaştırmaktadır: Yüzüğe sahip olanlardan biri, doğal ömrünün beş katını yaşadıktan sonra, kelimenin tam anlamıyla iğrenç bir sürüngen hâline dönüşen Gollum‘dur. Sadece büyücüler de dâhil olmak üzere Ainurlar ve elfler ölümsüzdür. İnsanlar, cüceler, hobbitler ve diğer ırkların çoğu sonsuza dek yaşayamazlar ve bu nedenle yaşlanmaya ve doğal ölüme tabidirler. Tolkien’in evreninde, pek çok kişi bunu arzulasa da ölümlü olanlar için ölümsüzlük arzu edilen bir şey değildir. Her ırkın belirli bir ömrü vardır; bu süreyi aşmak acı demektir.
Kitaplardan uyarlanan filmleri yöneten Peter Jackson, Yüzük‘ün bilim ve teknolojiyi ve bunların görünüşte kontrol edilemez güçlerini temsil ettiği yorumunda yalnız değildir. En iyi niyetli olanlar bile onu kontrol edemez. Kendimizi kurtarmak için onun güçlerinden vazgeçmeli ve daha doğal bir varoluş tarzına dönmeliyiz.
C. S. Lewis’in “Narnia” serisinin ilk iki bölümünde, genç bir prenses olan Jadis, Lion’un yasasını ihlal eder ve Gümüş Ağaç’tan büyülü bir elma yer, bu ona tükenmez güçler ve ölümsüzlük verir ama aynı zamanda onu psikopat, kitlesel katliam yapan baş kötü karakter Beyaz Cadı’ya dönüştürür. J. K. Rowling’in “Harry Potter” serisinde baş düşman, “görünüşe göre hiçbir şeyin ölümden daha kötü olmadığına inanan; belki de en büyük zayıflığı sevememek olan” korkunç kara büyücü Voldemort’tur. Lewis, Rowling ve Tolkien’in kitapları birlikte ele alındığında 600 milyon kopya satmıştır ki bu rakam birkaç dinî metin dışında diğer tüm edebiyat eserlerinden çok daha fazladır. Film uyarlamaları olarak -yine birlikte ele alındığında- tüm zamanların en çok hasılat yapan 40 filminin dörtte birini oluşturarak diğer tüm serilerden daha fazla hasılat elde etmişlerdir.
Filmlerden bahsetmişken, “Star Wars” destanının ilk üç bölümü ne kibirle ne de ölümle ilgileniyor gibi görünmese de prequeller, en azından kısmen, ölümü kabul etmezsek ne olacağına dair bir başka ibretlik hikaye olarak kendilerini gösterdiler. Darth Vader’ın bir zamanlar genç bir Jedi Şövalyesi olduğunu ve karanlık tarafa son dönüşünün sevgili prensesini doğum sırasında ölmekten kurtarma çabası olduğunu öğreniyoruz. Bilgeliğin kişileşmiş hali olan Jedi Üstadı Yoda, kıssadan hisseyi özetliyor:
“Ölüm hayatın doğal bir parçasıdır. Tutma, onlar için yas. Duyma, onlar için özlem. Bağlılık kıskançlığa yol açar. Gölgesidir hırsın, bu. Kendini, kaybetmekten korktuğun her şeyden vazgeçmek için eğit.”
Sanatın ötesine geçen apolojizm, önde gelen biyoetikçilerimizin de inancıdır. “Life, Liberty, and the Defense of Dignity” adlı kitabında ölümün “farkında olsun ya da olmasın her insan için bir lütuf olduğunu” yazan Başkanlık Biyoetik Konseyi eski başkanı Leon Kass, “gençliği uzatma arzusunun gelecek nesillere bağlılıkla bağdaşmayan çocukça ve narsist bir isteğin ifadesi olduğundan” şikayet etmektedir.
Konsey üyelerinden Francis Fukuyama, yaşlanan nüfusun ekonomik çöküşten ülkemizi savunamamaya kadar geniş bir yelpazede tehditler oluşturduğu konusunda uyarıda bulunuyor. Bir diğer önde gelen biyoetikçi Daniel Callahan ise tıbbın kullanımına sınırlar getirilmesi gerektiğini savunuyor. İnsanların iyi yaşamalarını sağlamalıyız; ancak yaşamlarını uzatmaya çalışmamalıyız. Örneğin kalp nakilleri, nispeten yeterli kaynaklara sahip olsalar bile, genç hastalara saklanmalıdır; oysa yaşlı hastalarda öncelik, kalan yıllarında en iyi yaşam kalitesini sağlamaktır. Callahan, 65 yaşına kadar tam bir insan hayatına ulaşmanın mümkün olduğuna inanmaktadır. 80’inden sonra kişinin ölümü hâlâ üzücüdür ama bir trajedi değildir; bu katlanılabilir bir ölümdür. Callahan tahammül edilebilir ölüm fikrini “doğal yaşam süresi” kavramına dayandırıyor ve bunu da “kültürümüzde ve diğer kültürlerde bir hayatı yaşamanın ne anlama geldiğine dair kalıcı bir yargı kalıbına” dayandırıyor. Callahan’ın bahsettiği bu “ısrarcı yargı kalıbı” benim Bilgece Bakış olarak adlandırdığım şeydir.
Sovyet tarzı psikolojinin bir yansıması olarak, psikologlar kabullenmeyi ölüme karşı aklı başında, uyumlu tek tepki olarak bile tanımlamışlardır. Ruh sağlığı uzmanlarına göre Thanatofobi, yani ölüm korkusu, örümcek, açık alan ya da palyaço korkusundan daha rasyonel değildir. “İntrapsişik yapısal gerilim”, “infantil çatışma” ya da pejoratif olarak etiketlenmiş başka bir durumun ürünüdür. Kübler-Ross’un inkâr, öfke, çaresizlik, depresyon ve nihayet kabullenme aşamalarından geçerek ölüm ve diğer ciddi kayıp biçimleriyle nasıl yüzleşileceğine dair popüler yas döngüsü modeli, başlangıçta kesinlikle tanımlayıcı olmayı amaçlıyordu. Ancak, genellikle sağlıklı bir zihnin normatif bir modeli olarak benimsenmiştir: İnkârdan kabullenmeye geçmeliyiz ve eğer bunu yapmazsak o zaman bizde bir sorun var demektir.
Kendimizin ya da sevdiğimiz birinin ölümünün kesinlikle korkunç olduğu konusunda safiyane bir şekilde ısrar edersek filozoflar, din adamları ve psikologlar bilgelikleriyle bize öfkelenip isyan etmememizi, rahatlamamızı ve ölümü kabullenmemizi söylemeye hazırdırlar; çünkü hayatın bir sonu vardır; çünkü bir başlangıcı vardır ve yılın mevsimlerinden farklı olarak her birinin kendine özgü bir anlamı ve cazibesi olan farklı aşamalardan oluşur. Ölüm sınaması bahisleri yükseltir; her anı anlamlı, her seçimi önemli kılar ve hayata ciddiyet ve anlam kazandırır. İyi bir yaşam aramalıyız, ille de uzun bir yaşam değil.
Ölüm, eksiksiz bir yaşam için yerinde bir doruk noktası, hak edilmiş bir dinlenmedir.
Ölümden korkmak ahmakçadır; çünkü ya varlığınız sona erer ve bu nedenle hiçbir şekilde zarar göremezsiniz; çünkü öyle değilsinizdir; ya da daha iyi bir yere gidersiniz. Ölümsüzlük, kendi tikel varoluşumuza açgözlülükle tutunarak, teslim olmayı ve yer açmayı kabul etmeyerek aranmamalıdır. Ölümsüzlük aşkınlıkta, yaşam ateşini çocuklarımıza aktarmakta, insanlığın başarılarına katkıda bulunmakta ve tüm varlığın temel birliğinin dinsel ve felsefi olarak kavranmasında aranmalıdır. Birçok insanın ne pahasına olursa olsun gençliğini uzatmaya ve ölümü ertelemeye çalışması bencilliğin ve çöküşün bir işaretidir. Bu kibirli, Prometheusçu ve pozitivist bir tutumdur. Ölüm harika olabilir.
Bu ikna edici gelebilir, ancak buna inanmamalıyız. Hakimiyetine, seçkin savunucularına ve etkileyici kökenine rağmen Bilgece Bakış yanlıştır. Eğer ölüm bir son ise, o zaman tek kelimeyle korkunçtur ve bu korkunçluğu kabul etmemizin zamanı gelmiştir.
Ölümden sonra bir yaşam olmadığı sürece, hepimiz öleceğiz, bu inkâr edilemez. Ama 90 yaşında mı yoksa 150 yaşında mı öleceğimiz önemli. Ve 50 yaşından sonra hızla çökmeye devam edip etmeyeceğimiz ya da yaşlanmayı yeterince geciktirip bunun çok ötesinde sağlıklı bir şekilde devam edip edemeyeceğimiz de önemli. Gerçekten de kişisel sağlık ve sağlık hizmetleri açısından bakıldığında, hiçbir şey yaşlanmayı ele almaktan daha büyük bir olumlu etkiye sahip olamaz. Bunun önleyeceği acılardan bahsetmeye gerek bile yok.
Statükoyu muhafazakâr bir şekilde kabul eden Bilgece Bakış, yaşlanmanın ne olduğunu bulmaya ve onu yavaşlatmaya, durdurmaya ve hatta belki de tersine çevirmeye yönelik daha büyük bir toplumsal taahhüdün önünde durmaktadır. Neyse ki kendimizi, insan ölümlülüğünü öven eski anlatıların etkisini yitirmeye başladığı bir dönüm noktasında buluyoruz. Ölümü adil bir ilahi ceza olarak görmeye daha az istekliyiz, ölümden sonraki yaşamdan daha az eminiz, doğada olan her şeyin dolayısıyla iyi olduğunu kabul etmeye daha az eğilimliyiz ve artık ölüm konusunda hiçbir şey yapılamayacağından emin değiliz. Eylemlerimizin zaten söylediği şeyi açıkça kabul etmeye başlıyoruz: Gençliği ve yaşamı istiyor, yaşlanmaktan ve ölümden tiksiniyoruz.
Öyle görünüyor ki ölüme karşı bir ayaklanmayla karşı karşıyayız.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Patrick Ingemar’ın “A philosopher’s case against death” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım
KAYNAKÇA
- David Ewing Duncan (2012), How Long Do You Want to Live?, https://www.nytimes.com/2012/08/26/sunday-review/how-long-do-you-want-to-live.html, Erişim: 2 Aralık 2024/efn_note] Her gittiği yerde dinleyicilere 80 yıl, 120 yıl, 150 yıl ya da sonsuza kadar yaşamak isteyip istemediklerini sordu. İnsanlar tıp alanındaki yaşlanma karşıtı atılımları konusunda da bilgilendirildi. Bu çalışmaya katılan 30 bin kişiden yaklaşık yüzde 60’ı 80 yıl, yüzde 30’u 120 yıl, yaklaşık yüzde 10’u 150 yıl ve yüzde 1’den azı da sonsuza kadar yaşamak istediğini belirtti. Elde edilen sonuçlar, Pew Araştırma Merkezi tarafından 2013 yılında yapılan ve Amerikalıların ölümle ilgili görüşlerini ele alan bir anketin sonuçlarıyla benzerlik göstermiştir. 1Pew Research Center (2013), Survey of Aging and Longevity, https://www.pewresearch.org/religion/dataset/survey-of-aging-and-longevity/l, Erişim: 2 Aralık 2024/efn_note] Amerikalılara ne kadar yaşamak istedikleri sorulduğunda, katılımcıların yüzde 69’u 78 ila 100 yıl arasında bir yaşam süresi cevabını vermiştir. Ortalama ideal yaşam süresinin yaklaşık 90 olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanların sadece yüzde 8‘i 100’den fazla yıl yaşamak isteyeceğini söylerken sadece yüzde 4‘ü 120’den fazla yaşamak isteyeceğini belirtmiştir.(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
Ölüm felsefesi üzerine bir lisans dersleri verme deneyimim bu bulguların bazılarını doğruluyor. Her dönemin başında sınıfıma ideal olarak ne kadar yaşamak istediklerini soruyordum. Beklediğimizin aksine, büyük çoğunluk doğal bir yaşam süresinden memnun görünüyordu. Ölüm hakkında pek endişelenmiyorlardı. Sınıfın yarısı ölüm hakkında gerçekten hiç düşünmediklerini söylüyordu. Elbette bunun nedeni genç olmaları olabilir.
Ben ölümü korkunç bir ihtimal olarak gören biri olarak, ölüme karşı bu rahat tavrı tuhaf buluyorum. İlk başta bunu ciddiye almadım. Herhalde sadece kendilerini ve birbirlerini rahatlatmak için ölümü kabullenmiş gibi davranıyorlar, diye düşündüm. Ancak çevremdeki insanları bu konuda zorladığımda, onlar da ölümü kabul ettiklerini söylediler. Bunun nedeni, Amerikalıların yüzde 80’i gibi onların da ölümden sonra yaşama inanmaları değildi. Konuştuğum insanlar genellikle agnostikti ve soğukkanlılıklarını cennete atıfta bulunarak gerekçelendirmiyorlardı. Aksine, ölümü kabullenmişlerdi ve onunla “barıştıklarını” söylüyorlardı. Yaşlanma konusunda da aynı duygulara sahiplerdi. Yaşamlarımızın sınırlayıcı koşulları onlar için oldukları gibi iyiydi. Yavaş yavaş fark ettim ki bana apaçık görünen şey, yani yaşlanmanın ve ölmenin kötü bir şey olduğu analyışı, aslında bir karşıt kültür düşüncesi olabilir…
Zeno’dan Marcus Aurelius’a kadar Stoacı filozoflar bize sadece ölümü kabullenmemizi değil, onu doğanın kozmik ve adil düzeninin bir parçası olarak sevmemizi öğütlemişlerdir.
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});Bundan sonra ölüm hakkındaki fikirleri incelemeye başladım. Bulduğum şey, ölümün kabulünün kültürlerimizde derin bir şekilde yerleşik olduğuydu. Ölümle ilgili literatürde bu görüş genellikle “apolojizm” olarak adlandırılır ve prolongevizm ile karşılaştırılır; ancak aynı zamanda “felsefi görüş” veya “bilgece bakış” olarak da adlandırılabilir; çünkü insanlık tarihinin en önemli filozofları ve bilginleri bizlere ölümden korkmamamız gerektiğini öğretmişlerdir.
Sokrates dünyevi varoluşu bir cezaya ve hastalığa benzetmiş ve ölümün bir rahatlama, dört gözle beklenecek bir şey olduğunu söylemiştir. Buddha da benzer şekilde yaşamın acı çekmek anlamına geldiğini öğretmiş ve nihai ve mutlak yok oluşumuzu en yüksek iyilik olarak görmüştür. Zeno’dan Marcus Aurelius’a kadar Stoacı filozoflar bize sadece ölümü kabullenmemizi değil, onu doğanın kozmik ve adil düzeninin bir parçası olarak sevmemizi öğütlemişlerdir. Platon ve Stoacıların etkisi altındaki Montaigne, denemelerinden birinin ünlü başlığı olan “Felsefe Yapmak Nasıl Ölüneceğini Öğrenmektir”de felsefi bilgeliği ölümü kabul etmekle özdeşleştirecek kadar ileri gitmiştir. Epikürcüler; Platoncular ve Stoacılarla boy ölçüşmüş, ancak ölümün korkulacak bir şey olmadığı konusunda bu muhalif ekollerle hemfikir olmuşlardır.
Romalı Epikürcü filozof Lucretius’un “Şeylerin Doğası Üzerine” adlı eserinin III. kitabında, “Ölümden Korkmanın Anlamsızlığı Üzerine” adlı bölümde, yok olmaktan korkmamak için bugün işittiğimiz temel nedenlerin neredeyse tamamını buluruz: (a) öldüğümüzde hiçbir şey deneyimlemeyiz, bu yüzden ölüm kötü olamaz; (b) iyi bir hayatımız olduysa o zaman “ziyafetten doymuş bir misafir gibi köşemize çekilmeliyiz”; (c) kötü bir hayatımız olduysa o zaman “neden yaşamaya ve sıkıntılara son vermeyelim ki?”; (d) hayat nihayetinde sıkıcı bir hâl alacaktır; çünkü ‘her şey eskisi olacaktır’; (e) genç nesle ‘teslim olmalıyız’; çünkü ‘bir şeyin diğerinin pahasına yenilenmesi gerektiği’ doğal yaşam döngüsünde, ‘bir şeyin diğerinden doğması asla sona ermeyecektir ve hayat hiç kimseye mülk değildir, herkese geçici olarak bahşedilmiştir’; ve (f) aşırı nüfustan kaçınmak için ölmeliyiz; çünkü ‘gelecek nesillerin gelişebilmesi için yeterli kaynağa ihtiyaç vardır’.
Bunlar ölümün ateşli savunucularından birkaç örnektir ve bu liste akla gelen herhangi bir filozofun ya da peygamberin adı eklenerek devam ettirilebilir. Bir düşünürün ölüme karşı olma ihtimali zayıftır. Ölüme karşı tutumlarımız üzerine yakın zamanda yayınlanan bir kitapta yazarlar, biraz da şaşkınlıkla şu sonuca varıyor:
“Baktığımızda, ölümün korkunç bir ihtimalden başka bir şey olmadığını, hayal edilebilecek en kötü aldatmaca olduğunu savunan tek bir büyük filozof veya dünya dini düşünemiyoruz.” 2Thomas Cathcart ve Daniel Klein (2013), Heidegger and a Hippo Walk Through Those Pearly Gates, https://www.penguinrandomhouse.com/books/303769/heidegger-and-a-hippo-walk-through-those-pearly-gates-by-thomas-cathcart-and-daniel-klein/, Erişim: 2 Aralık 2024/efn_note]
Ölüm hakkındaki fikirlerimizin tarihi üzerine yapılmış ünlü bir çalışmanın yazarı olan Gerald J. Gruman da benzer şekilde şu sonuca varmaktadır:
“Batı’nın önde gelen entelektüel akımlarına apolojizm, yoğun bir şekilde sızmıştır: Uzun ömürlülüğün ne mümkün ne de arzu edilir olduğu inancı.” 3Gerald J. Gruman (1966), A History of Ideas about the Prolongation of Life: The Evolution of Prolongevity Hypotheses to 1800. Transactions of the American Philosophical Society, 56 (9), s. 1-102, https://www.jstor.org/stable/1006096