Felsefe hakkında her şey…

Ölüm hakkında bildiğimiz 10 şey: Ölümünüz hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorsanız, bunu bir sürpriz kaçıran uyarısı olarak kabul edin!

04.12.2024
Ölüm hakkında bildiğimiz 10 şey: Ölümünüz hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorsanız, bunu bir sürpriz kaçıran uyarısı olarak kabul edin!

Siyah pelerin, tırpan. iskelet sırıtışı. Azrail, Batı kültüründe ölümün klasik imgesidir; ancak ölüm hakkındaki tek imge değildir. Eski toplumlar ölümü çeşitli şekillerde tasvir etmiştir. Yunan mitolojisinde Thanatos vardır. İskandinav mitolojisinde Hel, Hindu geleneklerinde ise Kral Yama gibi figürler bulunur.

Modern bilim ölümü kişiliksizleştirmiş, yaşayanları ölenlerden ayıran biyolojik ve fiziksel süreçlerin karmaşık bir örüntüsünü açığa çıkarmıştır. Ancak ölüm, bir anlamda, ortaya çıkan bu bilimsel yeniliklerle birlikte çok daha yabancı bir olgu hâlini almıştır.

1) Öleceğimizin farkındayız

Çoğumuz ölümün uykuya dalmak gibi bir şey olduğunu tahayyül ederiz. Başınız ağırlaşır. Gözleriniz dalgalanır ve yavaşça kapanır. Son bir nefes alırsınız ve sonra, karanlık… Bu kulağa çok hoş geliyor. Fakat ne yazık ki ölüm bu kadar çabucak gerçekleşmeyebilir.

NYU Langone’dan Dr. Sam Parnia, ölüm üzerine araştırmalar yapıyor ve bilincimizin biz ölürken de mevcudiyetini sürdürdüğünü öne sürüyor. Bunun nedeni, beyin dalgalarının klinik ölümden sonra yaklaşık 20 saniye boyunca serebral kortekste, yani beynin bilinçli, düşünen kısmında aktif olmasıdır.

Dr. Sam Parnia “LiveScience”a verdiği demeçte şöyle konuşmuştur:

“Bir grup araştırmacının insanoğlunun ‘aşk’ deneyiminin niteliğini incelemesi gibi, biz de insanların ölümü yaşarken deneyimlediklerini tam olarak anlamaya çalışıyoruz; çünkü bunun hepimizin öldüğümüzde yaşayacağımız evrensel deneyimi göstereceğini düşünüyoruz.”

Laboratuvar fareleri üzerinde yapılan çalışmalar, ölümden sonraki anlarda farelerin beyinlerinin harekete geçtiğini, bunun da uyarılmışlık ve hiper-uyanık arasında bir duruma yol açtığını göstermiştir. Eğer bu tür durumlar insanlarda da görülüyorsa beynin, ölümün erken aşamalarında bilinçli bir farkındalık sürdürdüğünün kanıtı olabilir. Ayrıca bu durum, ölümün eşiğinden döndürülen hastaların teknik olarak ölü oldukları sırada meydana gelen olayları nasıl hatırlayabildiklerini de açıklayabilir.

Ama eğer ölümden geri dönüş yoksa neden ölüm deneyimi üzerinde çalışılsın ki?

2) Zombi beyni diye bir şey var!

Kısa bir süre önce Yale Tıp Fakültesi’ndeki araştırmacılar yakınlardaki bir mezbahadan 32 ölü domuz beyni aldılar. Amaçları beyinlere fizyolojik bir diriliş sağlamaktı.

Araştırmacılar beyinleri BrainEx adı verilen yapay bir perfüzyon sistemine bağladılar. Bu sistem beyinlere kan akışını taklit eden bir solüsyon pompaladı ve atıl dokulara oksijen ve besin maddeleri iletti.

Bu sistem beyinleri yeniden canlandırdı ve beynin bazı hücrelerini ölümden sonra 36 saat kadar “canlı” tuttu. Hücreler şeker tüketti ve bunu metabolize etti. Beyinlerin bağışıklık sistemleri bile tekrar devreye girdi. Hatta bazı örnekler elektrik sinyalleri bile taşıyabildi.

Araştırmacılar çözeltiye bilinci temsil eden sinirsel aktivitenin gerçekleşmesini engelleyen kimyasallar da dâhil ettiler. Çünkü çalışmanın asıl amacı, beyni ve beynin hücresel işlevlerini daha uzun süre ve daha kapsamlı bir şekilde incelememize yardımcı olacak bir teknoloji tasarlamaktı. Bu sayede beyin hasarları ve nörodejeneratif hastalıklar için yeni tedaviler geliştirmemiz mümkün olabilir.

3) Ölüm en azından bir parçanız için bir son değildir

Ölümden sonra hayat var. Bir dakika! Hayır, bilim ölümden sonraki yaşamın kanıtını ya da ruhun ağırlığını keşfetmiş değil. Ancak genlerimiz ölümümüzden sonra da varlığını sürdürüyor, bunu biliyoruz.

Kraliyet Cemiyeti‘nin Open Biology dergisinde yayımlanan bir çalışmada, ölü farelerdeki ve zebra balıklarındaki gen akışı incelendi. Araştırmacılar gen akışının kademeli olarak azalıp azalmadığından ya da tamamen durup durmadığından emin değillerdi. Buldukları şey onları şaşırttı. Binden fazla genin ölümden sonra daha aktif hâle geldiği gözlemlendi. Bazı durumlarda, bu artan akış dört güne kadar sürdü. 1

Çalışmanın yazarı ve Washington Üniversitesinde mikrobiyoloji profesörü olan Peter Noble “Newsweek”e konu hakkında şöyle konuştu:

“Bunu beklemiyorduk. Ölüm zamanından 24 saat sonra bir örnek aldığınızı ve genlerin transkriptlerinin aslında giderek arttığını hayal edebiliyor musunuz? Bu bizim için tamamen sürpriz oldu.”

Gen akışı stres ve bağışıklık tepkilerinin yanı sıra büyüme ve gelişme genleri için de gözlemlendi. Noble ve ortak araştırmacıları bunun, vücudun “adım adım kapanma” sürecinden geçtiğini, yani canlıların bir anda değil, kademeli olarak öldüğünü gösterdiğini öne sürüyor.

4) En azından enerjiniz yaşamaya devam eder

Genlerimiz bile nihayetinde kaybolacak ve bizi oluşturan her şey bir gün toprağa geri dönecek. Böyle bir unutuluşu cesaret kırıcı mı buluyorsunuz? Yalnız değilsiniz; ancak bir parçanızın ölümünüzden çok sonra da varlığını sürdüreceği gerçeğiyle belki teselli bulabilirsiniz: Enerjiniz.

Termodinamiğin birinci yasasına göre, tüm yaşama güç veren enerji varlığını sürdürür, dönüşüme uğrar, fakat asla yok edilemez. Komedyen ve fizikçi Aaron Freeman bunu “Eulogy from a Physicist” adlı eserinde şöyle belirtmiştir:

“Ölümünüz üzerine hıçkırarak ağlayan annenize termodinamiğin birinci yasasını hatırlamak isteriz: Evrende enerji yaratılamaz ve var olan hiçbir enerji yok edilemez. Annenizin tüm enerjinizin, her titreşiminizin, sevgili çocuğu olan her parçacığın her dalgasının bu dünyada onunla birlikte kaldığını bilmesini istemez misiniz?”

5) Ölüme yakın deneyimler sıradışı rüyalar olabilir

Ölüme yakın deneyimler çeşitli biçimlerde gerçekleşir. Bazı insanlar bedenlerinin üzerinde süzüldüklerini söylerler. Bazıları doğaüstü bir âleme gitmiş ve ölmüş akrabalarıyla buluşmuştur. Diğerleri ise klasik karanlık tünel-parlak ışık senaryosunun tadını çıkarır. Hepsinde ortak olan bir şey vardır: Neler olup bittiğini hiçbirisi bilmez.

“Neurology”de yayımlanan bir çalışma, ölüme yakın deneyimlerin bir tür uyku-uyanıklık durumundan kaynaklandığını öne sürüyor. Çalışmada ölüme yakın deneyim yaşayanlar ile yaşamayanlar karşılaştırılmıştır. Araştırmacılar, ölüme yakın deneyimler yaşayan kişilerin, uykunun uyanık bilince karıştığı durumlar olan REM nöbetlerine girme olasılığının daha yüksek olduğunu buldular. 2

Kentucky Üniversitesi profesörü ve çalışmanın başyazarı Kevin Nelson BBC‘ye verdiği demeçte şöyle konuştu:

“Ölüme yakın deneyimler yaşayan insanlar, onları REM nibetine yatkın hale getiren bir uyarılma sistemine sahip olabilirler.”

Çalışmanın sınırlılıkları olduğunu belirtmekte fayda vardır. Zira her grupta sadece 55 katılımcıyla görüşülmüş ve sonuçlar anekdotlara bağlı kanıtlara dayandırılmıştır. Bunlar, ölüme yakın deneyimleri incelemedeki temel zorlukları vurgulamaktadır. Bu tür deneyimler nadirdir ve kontrollü bir ortamda tetiklenemez.

Sonuç, yoruma çok fazla açık olan az sayıda veridir; ancak ruhun ölüm sonrası bir gezintiden hoşlanması pek olası değildir. Bir deneyde 1000 hastane odasındaki yüksek raflara resimler yerleştirilmiştir. Amaç ruhları bedenden ayrılıp geri dönen insanlar tarafından bu fotoğrafların görülüp görülmediğini ölçmektir.

Kalp krizinden kurtulan hiçbir kişi bu fotoğrafları gördüğünü bildirmemiştir. Öte yandan, eğer vücutlarındaki zincirleri koparmayı başarmışlarsa bile bu fotoğraflardan başka ilgilenmeleri gereken daha önemli meseleler olabilir…

6) Hayvanlar ölüleri için yas tutar mı?

Emin değiliz; ancak görgü tanıklarının ifadeleri, cevabın “evet” olabileceğini gösteriyor.

Saha araştırmacıları, fillerin, ölen fil aynı aile grubundan olmasa bile ölülerle birlikte bir süre vakit geçirdiğine şahit olmuşlardır. Bu gözlem, araştırmacıları fillerin ölüme karşı “genelleştirilmiş bir tepki” verdiği sonucuna götürmüştür. Yunusların da kendi türlerinin ölen üyelerini korudukları görülmüştür. Bildiğimiz kadarıyla şempanzeler de ölülerle çeşitli sosyal rutinlerini sürdürüyorlar.

Başka hiçbir türün insanların yaptığı gibi soyut düşünce gerektiren anma ritüelleri gerçekleştirdiği görülmemiştir; ancak yukarıdaki örnekler hayvanların ölüme karşı kendilerine has bir anlayışa ve tepkiye sahip olduğunu göstermektedir.

Jason Goldman’ın BBC‘deki yazısı bu konuda şu sözleri içeriyor:

“Yaşamın türümüze özgü her yönü içinde diğer hayvanlarla paylaştığımız yüzlerce şey vardır. Kendi duygularımızı hayvanlara yansıtmaktan kaçınmak ne kadar önemliyse kaçınılmaz bir şekilde kendimizin de hayvan olduğumuzu hatırlamamız gerekir.”

7) Ölüleri gömme fikri nereden kaynaklanıyor?

Antropolog Donald Brown farklı kültürleri incelemiş ve her birinin paylaştığı yüzlerce özellik keşfetmiştir. Bunların arasında, her kültürün ölüyü onurlandırmak ve yasını tutmak için kendine özgü bir yolu olduğu da vardır.

Ama peki ölüleri onurlandırma ve yas tutma eylemlerini ilk kim yaptı? İnsanlar mı yoksa atalarımızın soyundan gelen başka bir insansı mı? Bu sorunun cevabını vermek zordur; çünkü tarih öncesi geçmişimiz oldukça pusludur. Ancak elimizde bir aday var: Homo naledi. 3

Bu soyu tükenmiş insansıya ait birkaç fosil, Güney Afrika’daki Rising Star Mağara sistemindeki bir mağara odasında keşfedildi. Mağaraya ulaşmak öylesine zordu ki bu yolculuk dikey tırmanışlar, zorlu geçitler ve ancak sürünerek geçilebilecek kısımlar içeriyordu.

Bu durum araştırmacıları, bu kadar çok bireyin oraya tesadüfen ulaşmış olma ihtimalinin düşük olduğu fikrine yöneltti. Bazıları odanın bir Homo naledi mezarlığı olarak kullanıldığı sonucuna vardı.

Bugün bu soruyu kesin olarak cevaplayabilmemiz için daha fazla kanıta ihtiyaç vardır.

8) Yürüyen ceset sendromu

Çoğumuz için yaşam ve ölüm arasındaki çizgi keskindir. Hayattayız; dolayısıyla ölü değiliz. Hayatta olmak pek çok kişinin hafife aldığı bir durumdur ve bunu bu kadar zahmetsizce başarabildiğimiz için nedense hiç şaşırmıyoruz.

Cotard sendromundan muzdarip insanlar bu ayrımı bu kadar net göremezler. Bu nadir durum ilk olarak 1882 yılında Dr. Jules Cotard tarafından tanımlanmıştır ve ölü olduklarına, vücut parçalarının eksik olduğuna veya ruhlarını kaybettiklerine inanan insanların içinde bulundukları hâli tanımlar. Bu nihilist sanrı, yaygın bir umutsuzluk duygusu, sağlığın ihmal edilmesi ve dış gerçeklikle başa çıkmada zorluk çekmek şeklinde kendini gösterir. 4

Bir vakada, 53 yaşındaki Cotard sendromlu Filipinli bir kadın kendisinin çürüyen balık gibi koktuğuna inanıyor ve kendi gibilerle birlikte olabilmek için morga götürülmeyi diliyordu. Neyse ki antipsikotik ve antidepresanlardan oluşan bir tedavi rejimi kadının durumunu iyileştirmiştir. Bu zihinsel bozukluğa sahip başkalarının da uygun tedaviyle iyileştiği bilinmektedir.

9) Saçlar ve tırnaklar ölümden sonra uzar mı?

Hayır, uzamaz. Bu tamamen şehir efsanesidir; ancak biyolojik bir kökene sahip bir efsane…

Saç ve tırnakların ölümden sonra uzamamasının nedeni yeni hücrelerin üretilememesidir. Glikoz hücre bölünmesini besler ve hücreler glikozu hücresel enerjiye dönüştürmek için oksijene ihtiyaç duyar. Ölüm, vücudun her ikisini de alma kabiliyetine son verir. Ayrıca su alımını da sona erdirerek dehidrasyona yol açar. Bir cesedin derisi kurudukça tırnaklardan uzaklaşır ve tırnakların daha uzun görünmesini sağlar; deri yüzün etrafında geri çekilir. Bir cesedi mezardan çıkaracak kadar şanssız birisi, bu değişiklikleri kolaylıkla “büyüme belirtileri” olarak algılayabilir.

Ölüm sonrası saç ve tırnak uzaması vampirler hakkındaki söylentileri tetiklemiştir. Atalarımız yeni cesetleri çıkarıp bunların ağız çevresinde kıllanma ve doğal kan birikiminin sonucu olan kan lekeleri gördüklerinde, doğal olarak ölümsüzlüğü düşünmüşlerdir.

Ölümsüz olmak bugün endişelenmemiz gereken bir şey değil. Tabii ki beyninizi Yale Tıp Fakültesi’ne bağışlamadığınız sürece…

10) Neden ölüyoruz?

110 yaşına kadar yaşayan insanlar nadirdir. 120 yaşına kadar yaşayanlar ise daha da nadirdir. Kayıtlara geçen en uzun yaşayan insan, 122 yıl gibi şaşırtıcı bir süre yaşamış olan Fransız Jeanne Calment’tir.

Peki ama neden ölüyoruz? Ruhani ve varoluşsal tepkileri bir kenara bırakırsak basit cevap, doğanın bir noktadan sonra bizimle işinin bittiğidir.

Hayatta başarılı olmak demek, evrimsel olarak konuşursak, kişinin genlerini yavrularına aktarması demektir. Bu nedenle, çoğu tür gen aktarımı hususundaki verimli günleri sona erdikten kısa bir süre sonra ölür. Örneğin somon balıkları yumurtalarını döllemek için nehrin yukarısına doğru yaptıkları yolculuktan kısa bir süre sonra ölürler. Onlar için üreme, tek yönlü bir yolculuktur.

İnsanlar ise biraz farklıdır. Yavrularımıza büyük yatırım yaparız, bu nedenle onlara verdiğimiz ebeveyn bakımını sürdürmek için daha uzun bir ömre ihtiyacımız vardır. Ancak insan ömrü, doğurganlıklarına oranla oldukça uzundur. Bu uzun ömür, torunlarımıza zaman, bakım ve kaynak yatırımı yapmamızı sağlar. Bu, büyükanne etkisi olarak bilinir.

Peki büyükanne ve büyükbabalar bu kadar faydalıysa neden ömür ortalama maksimum 100 küsur yıl olarak belirlenmiştir? Çünkü evrimimiz bunun ötesinde uzun ömürlülüğe yatırım yapmamıştır. Sinir hücreleri belli bir yaştan sonra çoğalmaz, beyin küçülür, kalp zayıflar ve ölürüz. Eğer evrim daha uzun süre yaşamamıza ihtiyaç duysaydı belki de bu öldürme düğmeleri devreden çıkarılırdı; ancak bildiğimiz evrim, adaptif yaşamı desteklemek için ölümü gerektiriyor.

 


Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Kevin Dickinson’ın “10 new things we’ve learned about death” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.

Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım

KAYNAKÇA

  1. Alex E. Pozhitkov, Rafik Neme, Tomislav Domazet-Lošo, Brian G. Leroux, Shivani Soni, Diethard Tautz ve Peter A. Noble (2017) Tracing the dynamics of gene transcripts after organismal death. Royal Society. 7 (1), 28123054. https://doi.org/10.1098/rsob.160267
  2. People With Near Death Experiences Can Differ In Sleep-wake Control. American Academy of Neurology. https://www.sciencedaily.com/releases/2006/04/060417110256.htm
  3. Lee R Berger, John Hawks, Darryl J de Ruiter, Steven E Churchill, Peter Schmid, Lucas K Delezene ve arkadaşları (2015), Homo naledi, a new species of the genus Homo from the Dinaledi Chamber, South Africa. Evolutionary Biology. 4 (-), e09560. https://doi.org/10.7554/eLife.09560
  4. Ruminjo A, Mekinulov B. A Case Report of Cotard’s Syndrome. Psychiatry (Edgmont). 2008 Jun;5(6):28-9. PMID: 19727279; https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/19727279/
BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...