Tesadüf, kaos ve yaptığımız diğer şeyler: Sosyal bilimciler gerçekliğin basit modellerine tutunurlar ve bunun sonuçları felaket olabilir. Bunun yerine kaos teorisini benimsemek mi gerekiyor?

Sosyal dünya bizim varsaydığımız hâliyle işlemiyor. Çoğu zaman bu dünyanın net kurallar ve kalıplarla tanımlanmış, yapılandırılmış düzenli bir sistem olduğuna inanmaya yönlendiriliyoruz. Örneğin ekonominin arz-talep dengesine göre işleyen bir sistem olduğu düşünülür. Siyaset bir bilimdir. İnsanların inançları dahi şemaya oturtulabilir, grafiğe dökülebilir. Ve doğru geri beslemeyi kullanarak insanlık durumunun en şaşırtıcı unsurlarını bile akla uydurabiliriz. Bu baskın ve mağrur sosyal bilim paradigması içinde, dünyamız anlaşılabilir, kontrol edilebilir ve kaprislerimize göre düzenlenebilir bir dünya olarak ele alınıyor. Ama aslında işler hiç de öyle değildir.
Tarihimiz, düzensizlik, şans ve kaosla tanımlanan bir evrene düzen, katiyet ve rasyonalite getirmeye yönelik bitmek bilmeyen ama nafile bir mücadele şeklinde geçmiştir. 21. yüzyılda, sosyal dünyadaki felaketler daha da öngörülemez bir hâl aldıkça bu eğilim daha da artacağa benziyor. 11 Eylül‘den mali krize, Arap Baharı‘ndan popülizmin yükselişine ve küresel salgından yıkıcı savaşlara kadar, modern dünyamız felakete yol açabilecek “sarsıntılara” her zamankinden daha yatkın görünüyor. Elimizde dağlar kadar veri ve sofistike örnekler bulunmasına rağmen, köşede bizi neyin beklediğini anlamakta pek de başarılı olamıyoruz. Sosyal bilimler bu ani gelişmeleri öngörme konusunda tamamen başarısız oldu.
Sosyal dünyayı anlamaya yönelik çoğu titiz girişim, onun kaotik niteliğini basitçe görmezden geliyor; bunu “gürültü” olarak nitelendiriyor ve böylece karmaşık gerçekliğimizi daha düzgün, daha derli toplu modellerle ifade edebiliyoruz. Ancak nedenselliğin altında yatan yapıya daha yakından baktığınızda, tesadüflerin ve şans faktörünün rolünü görmezden gelmek imkânsız bir hâl alıyor. Sosyal modellerimizin kaosu daha ciddiye alması gerekmiyor mu dersiniz?
Sorun şu ki sosyal bilimciler kaosun doğrusal olmayan doğasını işin içine nasıl dâhil edeceklerini bilmiyor gibi görünüyorlar. Çünkü psikoloji, sosyoloji, ekonomi ve siyaset bilimi gibi disiplinler, bir günlük gezi kadar küçük ya da uçup giden bulutlar kadar geçici bir şeyin dünyayı değiştiren etkilerini nasıl anlayabilir ki?
30 Ekim 1926’da Henry Stimson ve Mabel Stimson çifti Japonya’nın Kyoto kentinde buharlı bir trenden indiler ve yirmi yıl sonra 300 km uzaklıktaki bir şehirde 140.000 kişinin ölümüne yol açacak olan kesintisiz bir olaylar zincirini harekete geçirdiler.
Amerikalı çift Japonya’nın eski imparatorluk başkentindeki kısa tatillerine tren garından yakındaki Miyako Otel’deki odalarına yürüyerek başladı. Mevsim sonbahardı. Akçaağaçlar kıpkırmızı olmuş ve ginkgo ağaçları sarının altın tonuna bürünmüştü. Henry günlüğüne “tamamıyla gezmeye ayrılmış fevkalade bir gün” diye not düşmüştü. Henry on dokuz yıl sonra, İkinci Dünya Savaşı‘nda askerî operasyonları denetleyen en üst düzey sivil olan Birleşik Devletler Savaş Bakanı olacaktı ve yakında ilk atom bombasının nasıl kullanılacağına karar vermekle görevli asker ve bilim adamlarından oluşan gizli bir komiteye katılacaktı. Bu Japon şehrinin birkaç açıdan önemi vardı fakat burası öncelikle eski imparatorluk başkentiydi. Hedef Komitesi Kyoto’nun yok edilmesi gerektiğine karar verdi. Taktiksel bir bombalama haritası hazırlandı ve Stimsonların 1926’da kaldıkları Miyako Oteli’nin hemen köşesindeki şehrin demiryolu bölgesini hedef almaya karar verdiler.
Stimson, Başkan Harry Truman’a Kyoto’yu bombalamaması için ricada bulundu. İtiraz telgrafları gönderdi. Generaller Kyoto’dan Stimson’ın “gözde şehri” olarak bahsetmeye başladılar. Sonunda Truman bu teklifi kabul etti ve Kyoto’yu hedef listesinden çıkardı. 6 Ağustos 1945’te ise Kyoto yerine Hiroşima bombalandı.
Konu Başlıkları
Bu tür rastgele olaylar bu kadar çok ölüme yol açabiliyorsa, insan toplumunun kaderini nasıl kestirebiliriz?
Bir sonraki atom bombası Japonya’nın güneyindeki Kyushu adasının ucundaki Kokura kentine atılacaktı. Hiroşima’nın yok edilmesinden üç gün sonra, 9 Ağustos sabahı, aralarında taarruz uçağı Bockscar‘ın da bulunduğu altı ABD B-29 bombardıman uçağı havalandı. Saat 10.45 civarında Bockscar taşıdığı mühimmatı bırakmaya hazırlanıyordu. Ancak, uçuş günlüğüne yazılanlara göre, hedef “yerdeki yoğun pus ve duman nedeniyle belirsizleşmişti” ve hedefe doğru bir atış mümkün değildi. Mürettebat atom bombasını yanlışlıkla başka yere atma riskini almamaya karar verdi.
Bockscar daha sonra ikincil hedef olan Nagazaki‘ye yöneldi. Ama o da bulutlar ve sis nedeniyle görülemiyordu. Yakıtı azalan uçak üsse dönmeye hazırlanırken bulutlarda oluşan anlık bir boşluk, bombardıman pilotunun şehri net bir şekilde görmesini sağladı. Nagazaki, Kokura üzerinden geçen bulutlar nedeniyle aşağıdaki hiç kimsenin haberi olmadan bombalandı. Japonlar bugün bile, farkında olmadan bir felaketten kurtulduklarında “Kokura’nın şansına” gönderme yaparlar.
Kyoto ve Kokura yerine Hiroşima ve Nagazaki’ye yapılan saldırılarda yaklaşık 200.000 kişi öldü ve bunların büyük ölçüdeki nedenleri bir çiftin yirmi yıl önceki tatili ve oradan geçen bulutlar idi. Ancak bu tür rastgele olaylar bu kadar çok ölüme yol açabiliyor ve küresel çapta yıkıcı bir savaşın yönünü değiştirebiliyorsa insan toplumunun kaderini nasıl anlayabilir ya da tahmin edebiliriz? Sosyal değişim modellerinde, seyahat güzergâhları ve bulutlar için hangi değişkenleri, hangi noktada belirlememiz gerekir?
1970’lerde İngiliz matematikçi George Box, “Tüm modeller yanlıştır; ama bazıları kullanışlıdır.” şeklinde bir espri yapmıştı. Ancak bugün, sosyal dünyamızı tanımlamak için kullandığımız modellerin çoğu ne doğru ne de faydalıdır. Daha iyi bir yol var be bu, yaşamın çıldırtıcı karmaşıklığı içinde düzenli kalıplar için boşuna bir arayış gerektirmiyor. Bunun yerine, sosyal dünyalarımızın kaosunda gezinmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Bilimsel devrimden önce, insanların başlarına gelen olayların nedenini anlamaları için çok az olanakları vardı. “Fırtına filomuzu neden batırdı?” sorusu sadece tanrılara ya da daha sonrası için, Tanrı’ya atıfta bulunularak cevaplanabilecek bir soruydu. Daha sonra, 17. yüzyılda Isaac Newton bu tür olayların doğa yasalarıyla açıklanabileceği bir çerçeve ortaya koydu. Yerçekiminin keşfiyle birlikte bilim, fiziksel evrenin daha önce gizemli olan işleyişini; gelgitlerin değişimini, göksel hareketleri, nesnelerin düşüşünü araştırılabilecek sorunlara dönüştürdü. Newton fiziği, nedensellik hakkındaki insan fikirlerini bilinemezden sadece bilinmeyene doğru itmeye yardımcı oldu. Tanrılar tarafından yönetilen bir dünya, ölümlüler için temelde bilinemezdir, ancak Newton’un denklemleriyle cehaletimizin geçici olduğunu hayal etmek mümkün oldu. Belirsizlik entelektüel yaratıcılıkla ortadan kaldırılabilirdi. Örneğin 1814 yılında Fransız bilim adamı Pierre-Simon Laplace, Newton’un fikirlerinin bilginin sınırları üzerindeki olası etkilerini tasavvur eden bir makale yayınladı. Laplace, Newton’un deterministik evrenindeki her parçacığın konumlarını ve hızlarını her zaman bilen varsayımsal bir varlık olan Her Şeyi Bilen İblis fikrini kullandı. Laplace’ın iblisi bu gücü kullanarak gerçekliğin tüm muazzamlığını işleyebilir ve geleceği de geçmiş kadar net bir şekilde görebilirdi.
Bu fikirler, dünyamızın temel doğasına ilişkin kavrayışımızı değiştirdi. Eğer biz tanrıların oyuncağıysak o zaman dünya temelde ve kaçınılmaz olarak kuralsızdır, görünmeyen entrikalar, hilekâr tanrıların kaprisleri ve yukarıdan şimşek gibi çakan görünüşte rastgele sarsıntılar tarafından yönlendirilir. Ama eğer denklemler bizim gerçek efendilerimizse o zaman dünya zor da olsa zarif bir düzen tarafından belirlenmiştir. Bu denklemlerin sırlarını çözmek, insani cehaletimiz nedeniyle sadece asi görünen şeyleri evcilleştirmenin anahtarı olacaktır. Ve bu denklemler dünyasında gerçeklik kaçınılmaz olarak bir dizi genel yasaya doğru yakınsayacaktır. Bilimsel ilerleme 19. ve 20. yüzyıllarda yükselirken Laplace’ın iblisi giderek daha akla yatkın hâle geliyor. Daha iyi denklemler belki de tanrısal bir öngörüye öncülük edebilir.
Başlangıç koşullarındaki küçük değişikliklerin nihai olgularda çok büyük farklılıklara yol açması mümkündür. İlkinde meydana gelecek olan küçük bir hata, ikincisinde muazzam bir sapmaya yol açacaktır.
Kalıplar, kurallar ve yasalar konusundaki arayış sadece fizik alanıyla sınırlı değildir. Biyolojide, Darwinci ilkeler türlerin yükselişi ve düşüşü için yeni bir rehber sundu: Doğal seçilim yoluyla evrim, tüm yaşam için düzenli bir güvenlik şeridi gibi hareket eder. Doğa bilimlerinin başarıları arttıkça, kültür dinamiklerini inceleyen akademisyenler, biyoloji ve fizik kurallarının insan davranış kalıplarını tanımlamak için de kullanılabileceğine inanmaya başladılar. Eğer yerçekimi gibi gizemli bir şey için teorik bir yasa varsa belki de insan davranışının gizemlerine uygulanabilecek benzer kurallar da vardır? Böyle bir fikri harekete geçirenlerden biri Fransız sosyal teorisyen Henri de Saint-Simon’du. Bilimsel yasaların toplumsal davranışın temelini oluşturduğuna inanan Saint-Simon, toplumsal örgütlenme ve yönetime daha sistematik ve bilimsel bir yaklaşım önerdi. Ona göre sosyal reform, bilimsel araştırmalardan kaçınılmaz olarak doğacaktı. Saint-Simon’un çağdaşı ve sosyoloji disiplininin kurucusu olan Fransız filozof Auguste Comte, insan toplumlarının incelenmesinden ‘sosyal fizik’ olarak bile bahsetmiştir. Görünüşe göre Fransız Devrimi’nin en az gezegenlerin dönüşü kadar açık bir şekilde anlaşılması sadece bir zaman meselesiydi.
Ancak bu ölçüm ve tahmin dünyasında, Fransız matematikçi Henri Poincaré’nin 1908’de öngördüğü bazı pürüzler vardı:
“Başlangıç koşullarındaki küçük değişikliklerin nihai olgularda çok büyük farklılıklara yol açması mümkündür. İlkinde meydana gelecek olan küçük bir hata, ikincisinde muazzam bir sapmaya yol açacaktır.”
Bu pürüzlerin ilki ABD’li matematikçi ve meteorolog Edward Norton Lorenz tarafından keşfedildi. 1917 doğumlu Lorenz, küçük bir çocukken hava durumuna hayranlık duyuyordu, ancak 1930’ların ortalarında Harvard Üniversitesinde matematik okumaya başladığında bu ilgisini bir kenara bıraktı. Bu çalışmalar sırasında İkinci Dünya Savaşı patlak verdi ve Lorenz bir hava tahmin ekibi için işe alım ilanı gördü. Çocukluk merakına geri dönme fırsatını kaçırmadı. Savaş 1945’te sona yaklaşırken Lorenz, Japonya üzerindeki bombardıman uçuşları için bulut örtüsü tahmini yapmaya başladı. Bu çalışma sayesinde hava tahminlerinin ciddi sınırlılıklarını anlamaya başladı; tahmin kesin bir bilim değildi. Böylece savaştan sonra matematiksel çalışmalarına geri döndü ve insanlığa geleceği daha doğru bir şekilde görebilmeleri için bir araç sunma umuduyla hava tahmin modelleri üzerinde çalıştı.
Lorenz, 1961 yılında bir gün, basit, premodern bir bilgisayarda küçük bir dizi değişken kullanarak hava durumunu modellerken yarıda bırakılan bir simülasyonu yeniden başlatarak zaman kazanmaya karar verdi. Aynı simülasyon daha önce de çalıştırılmıştı ve Lorenz araştırmasının bir parçası olarak tekrar çalıştırıyordu. Değişkenlerin çıktısını aldı, ardından sayıları makineye geri yükledi ve simülasyonun daha önce olduğu gibi ortaya çıkmasını bekledi.
İlk başta her şey yolunda görünüyordu ama zamanla hava durumu çarpıcı biçimde farklılaşmaya başladı. Bilgisayarda bir hata olması gerektiğini düşündü. Veriler üzerinde uzun süre kafa yorduktan ve kaşlarını çattıktan sonra Lorenz, sistemik değişim anlayışımızı sonsuza dek değiştirecek bir keşif yaptı. Simülasyonu çalıştırmak için kullandığı bilgisayar çıktılarının değerleri üç ondalık noktadan sonra kestiğini fark etti. Örneğin 0.506127 değeri 0.506 olarak yazdırılıyordu. Şaşırtıcı keşfi, en küçük ölçüm farklılıklarının, görünüşte sonsuz küçük, anlamsız yuvarlama hatalarının, bir hava sisteminin zaman içinde nasıl geliştiğini kökten değiştirebileceğiydi. Altıncı ondalık noktadan fırtınalar çıkabilirdi. Laplace’ın iblisi var olsaydı ölçümleri sadece neredeyse mükemmel olmazdı; kusursuz da olmalıydı. Sistemin herhangi bir parçasında yüzde puanın trilyonda biri kadar bile bir hata olması, gelecekle ilgili tahminleri boşa çıkarırdı. Lorenz kaos teorisini keşfetmişti.
Teorinin temel prensibi şuydu:
Kaotik sistemler başlangıç koşullarına son derece duyarlıdır.
Bu, bu sistemlerin tamamen deterministik olduğu ama aynı zamanda tamamen öngörülemez de olduğu anlamına gelir. Poincaré’nin 1908’de tahmin ettiği gibi, koşullardaki küçük değişiklikler muazzam hatalar üretebilir. Lorenz bu hassasiyeti göstererek Poincaré’nin haklılığını kanıtladı.
Kaos teorisi, bugüne kadar hava tahminlerimizin neden bir ya da iki haftadan sonra işe yaramadığını açıklamaktadır. Meteorolojik değişiklikleri doğru bir şekilde tahmin edebilmek için Laplace’ın iblisi gibi bizim de hava sistemlerini kusursuz bir şekilde anlamamız gerekir ve süper bilgisayarlarımız ne kadar gelişmiş görünürse görünsün asla öyle olamayacağız. Dolayısıyla öngörülebilir bir geleceğe güvenmek şarlatanların ve aptalların işidir; ya da ABD’li ilahiyatçı Pema Chödrön’ün dediği gibi:
“Eğer güvenilirliğe ve kesinliğe yatırım yapıyorsanız yanlış gezegendesiniz demektir.”
Tesadüfler önemlidir
Düzenli, belirgin dünya anlayışımızdaki ikinci pürüz, 20. yüzyılın başlarında başlayan kuantum mekaniği keşiflerinden kaynaklandı. Şaşırtıcı kuantum denklemlerinde görünüşte indirgenemez bir rastlantısallık keşfedildi ve dünyamızın baskın bilimsel anlayışı determinizmden indeterminizme kaydı; zira kuantum fiziğinin bazı yorumları deterministik bir evrenle uyumlu olmaya devam etse de örneğin ‘birçok dünya’ yorumu, ‘pilot dalga teorisi’ olarak da bilinen Bohm mekaniği ve daha az öne çıkan süperdeterminizm teorisi de orada öylece durmaya devam etti. Kuantum fiziğindeki bilimsel atılımlar, Evren’in asi doğasının ne tanrılar ne de Newton fiziği tarafından tam olarak açıklanabileceğini göstermiştir. Dünya, en azından kısmen, açıklanamaz rastlantısallık veren denklemler tarafından tanımlanabilir. Ve bu sadece kısmen rastgele bir dünya da değildir. Şaşırtıcı derecede gelişigüzeldir.
Örneğin, Darwinci evrimin görünüşte düzenli ilerleyişini düşünün. Charles Darwin ile aynı dönemde evrimi keşfeden Alfred Russel Wallace, yaşam ilkelerinin yapılandırılmış bir amacı olduğuna, yani teleolojik nitelik taşıdığına inanıyordu. Darwin ise daha şüpheciydi. Ancak her iki düşünür de evrimsel dönüşümün ne kadar keyfi olacağını tahmin edememişti.
1960’larda Japon evrimsel biyolog Motoo Kimura, moleküler düzeyde evrimi yönlendiren genomik ince ayarların çoğunun ne yararlı ne de zararlı olduğunu keşfetti. Bunlar temelde keyfi, hatta tesadüfidir. Kimura buna ‘nötr moleküler evrim teorisi’ adını verdi. Virüsleri, meyve sineklerini, kör köstebek farelerini ya da fareleri inceleyen diğer bilim insanları da bunu fark etti. Türlerdeki birçok evrimsel değişimin yapılandırılmış veya düzenli seçilim yoluyla gerçekleşmediğine dair kanıtlar birikmeye başladı. Bunlar şans faktörü tarafından yönlendiriliyordu.
ABD’li biyolog Richard Lenski’nin 1988’den beri devam eden kapsamlı uzun vadeli evrim deneyi, bir türün (E coli gibi) gelişmesine yardımcı olan önemli adaptasyonların, genel olarak anlamsız mutasyonlar zincirinden sonra ortaya çıkabileceğini gösterdi. Bu gelişigüzel ve görünüşte ‘yararsız’ ince ayarlardan herhangi biri gerçekleşmemiş olsaydı, daha sonraki faydalı adaptasyon mümkün olmazdı. Bazen net bir sebep, net bir model yoktur. Bazen her şey kendiliğinden olur.
Kimura’nın kendi hayatı, dünyamızı yöneten keyfi güçlerin bir örneğiydi. 1944 yılında, Japon ordusuna katılmamak için entelektüel arayışlarına devam etme umuduyla Kyoto Üniversitesine kaydoldu. Eğer Henry Stimson 1926’daki gezisi için farklı bir yer seçmiş olsaydı, Kimura ve öğrenci arkadaşları muhtemelen kör edici bir atom ışığı patlamasıyla kül olacaklardı.
Önemli değişimler genellikle kaostan kaynaklanırken toplumsal değişimi nasıl anlamlandırabiliriz? Bu, bilinen evrende var olan en asi, kaotik sistem üzerindeki kalıpları tespit etmeye ve bu sistem üzerinde kontrol sağlamaya çalışan bir alan olan sosyal bilimin ehlileştirilemez lanetidir: Sürekli değişen bir dünyaya gömülü etkileşim hâlindeki 8 milyar insan beyni. Düzen ve kalıpları ararken bariz ama önemli bir gerçeğe odaklanmak için daha az zaman harcıyoruz: Tesadüfler önemlidir.
Her ne kadar 19. yüzyılda İngiliz filozof John Stuart Mill ve onun entelektüel takipçileri gibi bazı akademisyenler insan davranışlarını yöneten yasalar olduğuna inansalar da sosyal bilimler basit bir sosyal fiziğin mümkün olduğu fikrinden hızla uzaklaştı. Bunun yerine çoğu sosyal bilimci, ABD’li sosyolog Robert K. Merton’ın ‘orta menzilli teori’ olarak adlandırdığı, araştırmacıların daha sonra insan toplumunun daha geniş teorik temellerini türetmek için bir araya getirilebilecek belirli küçük alanlardaki düzenlilikleri ve kalıpları tanımlamayı umdukları şeyi amaçlamıştır. Bazı sosyal bilimciler bu tür daha geniş teorik temellerin varlığına şüpheyle yaklaşsa da sosyal bilimlerdeki en yaygın yaklaşım, nedenler ve sonuçlar arasındaki istikrarlı ilişkilere işaret eden düzenli kalıpları ortaya çıkarmak için geçmişten gelen ampirik verileri kullanmaktır. İç savaşların başlamasıyla en iyi hangi değişkenler ilişkilidir? Hangi ekonomik göstergeler resesyonların en doğru erken uyarı işaretlerini sunar? Demokrasinin arkasında ne vardır?
Doğrusal regresyon
20. yüzyılın ortalarında, araştırmacılar artık yerçekimi gibi fiziksel bir yasanın sosyal karşılığını aramıyorlardı; ancak yine de sosyal dünya içinde net kalıplar oluşturmanın yollarını araştırıyorlardı. Bu olanağı sınırlayan şey teknolojiydi. Lorenz’in İkinci Dünya Savaşı’nın Pasifik bölgesinde hava durumunu tahmin ederken mevcut teknoloji tarafından kısıtlanması gibi, sosyal bilimciler de hesaplama gücü eksikliği nedeniyle kısıtlanmıştı. Bu durum, ucuz ve sofistike bilgisayarların sosyal dünyaları anlamak için yeni araçlar hâline geldiği 1980’ler ve 90’larda değişti. Birdenbire sosyal bilimciler (sosyologlar, ekonomistler, psikologlar ya da siyaset bilimciler) çok sayıda değişkeni alıp SPSS ve Stata gibi istatistiksel yazılım paketlerine ya da R gibi programlama dillerine ekleyebildiler. Karmaşık denklemler daha sonra bu veri noktalarını işleyerek insan gruplarının zaman içinde nasıl değiştiğini açıklamaya yardımcı olmak için bir ‘doğrusal gerileme (regresyon)’ kullanarak ‘en iyi uyum çizgisini’ buldu. Niceliksel bir devrim başladı.
2000’li yıllara gelindiğinde, daha önce araştırmalarını dünyanın dört bir yanını dolaşarak ve kendilerini belirli kültürlere yerleştirerek yapan alan çalışmaları uzmanlarının yerini, sayıları işleyebilen ve sofistike sayısal analizin yükselişinden önce belirsiz olan saklı ilişkilere dair kanıtlar sunabilen ofise bağlı veri bağımlıları aldı. Bu süreçte sosyal bilimler, diğerlerinin üzerinde bir hesaplama aracının hâkimiyetine girdi: Doğrusal regresyon.
Sosyal değişimi açıklamaya yardımcı olan bu araç, değişkenler arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmak için geçmiş verileri kullanır. Bir regresyon, hangi değişkenlerin değişime neden olduğunu belirleme amacıyla potansiyel pürüz unsurlarını ‘kontrol’ ederken, gerçek dünya veri noktaları kümesine uymaya çalışan basitleştirilmiş bir denklem üretir. Araştırmacılar bu aracı kullanarak, zor soruları yanıtlamaya çalışırken bir modeli sonsuz gibi görünen bir veri dizisiyle besleyebilirler. Petrol demokrasiyi engeller mi? Yoksulluk siyasi şiddeti ne kadar etkiliyor? Suçun sosyal belirleyicileri nelerdir? Doğru veriler ve doğrusal bir regresyon ile araştırmacılar, savunulabilir, veriye dayalı denklemlerle örüntüleri makul bir şekilde tanımlayabilirler. Şu anda sosyal sistemler hakkındaki bilgilerimizin çoğu bu şekilde üretilmektedir. Yalnızca göze batan bir sorun var: Sosyal dünyamız doğrusal değil, kaotiktir.
Doğrusal regresyonlar, insan toplumu hakkında açıkça yanlış olan bazı varsayımlara dayanmaktadır. Doğrusal bir denklemde, bir nedenin büyüklüğü etkisinin büyüklüğü ile orantılıdır. Sosyal değişim ise bu şekilde işlemez. Örneğin, tek bir kişinin Arşidük Franz Ferdinand’ı öldürmesinin Birinci Dünya Savaşı’nı tetiklediğini ve yaklaşık 40 milyon kişinin ölümüne neden olduğunu düşünün. Ya da 2010 yılının sonlarında Tunus’un merkezinde kendini yakarak Suriye iç savaşına yol açan, yüz binlerce insanın ölümüne ve birçok otoriter rejimin yıkılmasına neden olan olayları ateşleyen tek bir sebze satıcısını düşünün. Daha yakın bir tarihte, Pennsylvania’da bir kurşun Donald Trump’ı öldürmekten kıl payı sıyrıldı: en küçük bir rüzgar ya da tek bir vücut seğirmesi kurşunun yörüngesini değiştirseydi, 21. yüzyıl farklı bir yola girebilirdi. Bu durum, başlangıç koşullarındaki küçük değişikliklerin sayısız insanın kaderini değiştirebildiği sosyal dünyadaki kaos teorisini örneklemektedir.
Göze çarpan bir başka sorun da çoğu doğrusal regresyonun neden-sonuç ilişkisinin zaman içinde sabit olduğunu varsaymasıdır. Ancak sosyal dünyamız sürekli değişim içindedir. Kabartma tozu ve sirke, nerede ve ne zaman karıştırılırsa karıştırılsın, her zaman bir köpük üretirken bir sebze satıcısının kendini yakması nadiren bölgesel bir kargaşaya yol açacaktır. Aynı şekilde, pek çok arşidük ölmüştür; ama sadece bir tanesi bir dünya savaşını tetiklemiştir.
Zamanlama da önemlidir. Aynı koronavirüsteki aynı mutasyon aynı yerde patlak verse bile, 2020 yerine 1990’da ortaya çıksaydı takip eden pandeminin ekonomik etkileri ve sosyal sonuçları büyük ölçüde farklı olurdu. İnternet olmasaydı milyonlarca insan evden nasıl çalışacaktı? Pandemiler, pek çok karmaşık sosyal olgu gibi, istikrarlı, düzenli kalıplar tarafından tekdüze bir şekilde yönetilmez. Bu, ekonomistler tarafından ‘durağan olmama’ olarak bilinen bir sosyal gerçeklik ilkesidir: Nedensel dinamikler ölçülürken değişebilir. Sosyal modeller genellikle bu sorunu görmezden gelerek ele alır.
Doğrusal regresyonların çoğu, dünyamızın iki temel yönünü modellemede de etkisizdir: sıralama, olayların gerçekleştiği kritik sıra; mekân, bu olayların meydana geldiği belirli fiziksel coğrafya. Doğrusal regresyonun sunduğu kapsayıcı açıklamalar, olayların gerçekleşme sırasını göz ardı eder ve bu yaklaşım bazen işe yarasa da diğer zamanlarda olayların sırası çok önemlidir. Bir kek pişirdikten sonra un eklemeyi deneyin ve ne olduğunu görün. Benzer şekilde, doğrusal regresyonlar fiziksel coğrafyamızın karmaşık özelliklerini kolayca bir araya getiremez veya insanların uzayda gezinme yollarını belirleyemez. Sosyal modeller, belirli bir arazide sürekli etkileşim halinde olan çeşitli, uyumlu bireyleri görmek yerine, ekonomik çıktı rakamları veya demokrasi derecelendirmeleri yoluyla makro düzeydeki değişiklikleri kavramsallaştırma eğilimindedir. Antarktika’da yaşayan insanlar için hayat, Mumbai’nin merkezinde, And Dağları’nda ya da Avustralya’nın taşrasında yaşayan insanlara kıyasla çok farklı görünüyor.
Genellikle hatalı ve nadiren faydalı olan çok fazla model üretiyoruz. Ama daha iyi bir yol var…
Doğrusal regresyonlar, neredeyse sonsuz düzeydeki karmaşıklığı törpüleyerek, doğrusal olmayan dünyamızın tek bir sıralı çizginin izlediği konforlu ilerlemeyi takip ediyormuş gibi görünmesini sağlar. Bu bir hokkabazlık numarasıdır. Ve bunu başarıyla tamamlamak için bilim insanlarının uygun olmayan her şeyi temizlemesi gerekir. ‘Sinyali’ tespit etmeleri ve ‘gürültüyü’ silmeleri gerekir. Ancak kaotik sistemlerde gürültü önemlidir. Titanik‘in yolculuğunun yüzde 99.8’inin sorunsuz geçmesi ya da Abraham Lincoln’ün vurulmadan önce seyrettiği piyesin büyük bölümünden keyif almış olması gerçekten de umurumuzda mı?
Sosyal modellemenin son derece kusurlu varsayımları, ekonomistler ve siyaset bilimciler aptal olduğu için değil, sosyal soruları yanıtlamak için kullanılan baskın araç on yıllardır anlamlı bir şekilde güncellenmediği için devam etmektedir. 1990’lardan bu yana bazı önemli gelişmeler kaydedildiği doğrudur. Artık daha dikkatli veri analizi, sistematik yanlılığın daha iyi hesaba katılması ve nedensellik çıkarımı için daha sofistike yöntemlerin yanı sıra rastgele kontrol denemeleri kullanan deneyler gibi yeni yaklaşımlarımız var. Ancak bu yaklaşımlar, karmaşıklık ve kaosla mücadelede süregelen pek çok sorunu çözememektedir. Örneğin, hangi faktörlerin iç savaşları kesin olarak tetiklediğini belirlemek için etik olarak nasıl bir deney yürütebilirsiniz ki? Ve bir yerde ve zamanda yapılan bir deneyin bir yıl sonra dünyanın farklı bir yerinde benzer bir sonuç vereceğini nasıl bilebilirsiniz?
Bu eksiklikler, teknolojideki muazzam gelişmelere rağmen doğrusal regresyonların sosyal araştırmaların modası geçmiş hükümdarı olmaya devam ettiği anlamına gelmektedir. ABD’li ekonomist J Doyne Farmer’ın Making Sense of Chaos (2024) adlı kitabında belirttiği gibi:
“Ana akım ekonominin temel varsayımları gerçeklikle uyuşmuyor ve bunlara dayanan yöntemler küçük sorunlardan büyük sorunlara kadar iyi ölçeklenemiyor.”
Farmer’a göre bu yöntemler öncelikle teknoloji ile sınırlıdır. Farmer’a göre bu yöntemler, “veri ve teknolojideki devasa gelişmelerden tam anlamıyla yararlanamamaktadır.”
Bu dezavantajlar aynı zamanda sosyal araştırmaların genellikle zayıf tahmin gücüne sahip olduğu anlamına gelir. Ve sonuç olarak, sosyal bilim gerçekten tahmin yapmaya bile çalışmamaktadır. Oxford Üniversitesinde araştırma görevlisi olan Mark Verhagen, 2022 yılında çeşitli disiplinlerdeki en iyi akademik dergilerde yer alan on yıllık makaleleri incelemiştir. American Economic Review‘da 2.414 makaleden sadece 12’si tahminlerde bulunmaya çalışmıştır. En iyi siyaset bilimi dergisi olan American Political Science Review‘da ise bu rakam 743 makaleden 4’üdür. American Journal of Sociology‘de ise tek bir makale bile somut bir tahminde bulunmamıştır. Bu durum, birçok sosyal bilim modelinin hiçbir zaman kesin olarak yanlışlanamayacağı gibi tuhaf bir dinamiği ortaya çıkarmıştır, bu nedenle bazı son derece kusurlu teoriler, ölmeyi reddeden zombi fikirler olarak süresiz olarak varlığını sürdürmektedir.
Sosyal bilim araştırmalarının temel amaçlarından biri önlenebilir sorunları önlemek ve insan refahını artırmaktır. Elbette bu, daha fazla araştırmacının bir noktada dünya hakkında öngörülerde bulunmasını gerektirir – kaos teorisi bu iddiaların muhtemelen yanlış olacağını gösterse bile.
Genellikle yanlış ve nadiren faydalı olan çok fazla model üretiyoruz. Ama daha iyi bir yol var. Ve bu yol, sosyal bilimcilerin çoğunlukla göz ardı ettiği alanlardan alınan derslerin sentezlenmesiyle ortaya çıkacaktır.
Kaos teorisi 1960’larda ortaya çıktı ve sonraki yıllarda David Ruelle ve Philip Anderson gibi matematiksel fizikçiler Lorenz’in görüşlerinin gerçek dünyadaki dinamik sistemleri anlamamız açısından önemini fark ettiler. Bu fikirler yayıldıkça, bir dizi disiplinden aykırı düşünürler, kendi alanlarındaki ana akım geleneklerle çelişen yeni bir düşünce biçimi etrafında birleşmeye başladı. Buna ‘karmaşıklık’ ya da ‘karmaşık sistemler’ araştırması adını verdiler. Bu ilk düşünürler için Mekke, New Mexico’daki Santa Fe Enstitüsü’ydü; atom bombasının doğduğu sazlarla kaplı tepelerden çok da uzakta değildi. Ancak Mekke’nin aksine Santa Fe Enstitüsü küresel bir hareketin merkezi hâline gelmedi.
James Gleick’in popüler bilim kitabı Kaos‘un (1987) yayınlanması ve Jurassic Park (1993) filminde Jeff Goldblum’un canlandırdığı karakterin önemli bir atıfta bulunmasıyla 1980’ler ve 90’larda kaos ve karmaşıklığa yönelik kamuoyu ilgisi arttı. Kendisinden kaos teorisini açıklaması istendiğinde “Kısaltması kelebek etkisidir” diyor. “Bir kelebek Pekin’de kanatlarını çırpabilir ve Central Park’ta güneş açacakken onun yerine yağmur yağar.” Ancak disipliner silolardan kurtulan birkaç uç düşünür dışında, sosyal bilimler karmaşıklık çılgınlığına çoğunlukla omuz silkerek karşılık verdi. Bu, toplumla ilgili en temel sorulardan bazılarını eksik anlamamıza neden olan derin bir hataydı. Kaos ve karmaşıklığı ciddiye almak yeni bir yaklaşım gerektiriyor.
Doğrusal olmayan sistemlerde dayanıklılığın incelenmesi, önlenebilir felaketleri önleme yeteneğimizi büyük ölçüde geliştirecektir
Buna ek olarak, sosyal bilimciler düzenlilik ve örüntü arayışının sınırlarını kabul ederek kaotik dinamikleri sürece dâhil edebilirler. Bunun yerine, eşikte olan, önemli bir devrilme noktasına yakın sistemleri tahmin etmeye ve tanımlamaya çalışabilirler; hoşnutsuz bir sebze satıcısı tarafından patlatılabilecek veya öldürülen bir arşidük tarafından tetiklenebilecek sistemler. Fizik ve karmaşıklık bilimindeki ‘kendi kendini organize eden kritik yapı’ çalışmaları, sosyal bilimcilerin bu tür kırılganlıkları anlamlandırmasına yardımcı olabilir. Fizikçiler Per Bak, Chao Tang ve Kurt Wiesenfeld tarafından önerilen bu kavram, felaketle çökebilecek sosyal sistemler için faydalı bir benzetme sunuyor. Bir sistem kendini kritik bir duruma doğru organize ettiğinde, tek bir şans eseri sistemin aniden değişmesine neden olabilir. Benzetme yapmak gerekirse modern ticaret ağları optimize edilmiş ancak kırılgan bir duruma doğru ilerlemektedir: 2021’de bir geminin Süveyş Kanalı‘nı tıkamasında olduğu gibi, tek bir rüzgâr bir tekneyi yana doğru çevirebilir ve milyarlarca dolarlık ekonomik zarara neden olabilir.
Kendi kendini organize eden eleştirellik teorisi, sistemlerde basamakların veya çığ olaylarının nasıl ve neden meydana geldiğini değerlendirmek için kullanılabilecek kum yığını modeline dayanıyordu. Bir kum yığınına her seferinde bir kum tanesi eklerseniz, sonunda tek bir kum tanesi bir çığa neden olabilir. Ancak kum yığını sınırına kadar yükseldikçe bu çöküş daha olası hale gelir. Sosyal bir kum yığını modeli, karmaşık sosyal sistemlerin dayanıklılığını analiz etmek için faydalı bir entelektüel çerçeve sağlayabilir. Tanrı korusun, Türkiye’de birinin kendini yakmasının bir iç savaşa ya da rejimin çöküşüne yol açması pek olası değildir. Çünkü Türkiye’deki kum yığını Arap Baharı’na yol açan yüksek kum yığınına kıyasla daha alçaktır, sınırına kadar daha az gerilmiştir ve bu nedenle beklenmedik basamaklara ve devrilme noktalarına daha az eğilimlidir.
Ekolojik çöküşün doğrusal olmayan değerlendirmelerinden sosyal araştırmalar için çıkarılacak başka dersler de vardır. Örneğin biyolojide, ‘kritik yavaşlama’ teorisi, bir devrilme noktasına yakın sistemlerin, alglerle istila edilen zor durumdaki bir mercan resifi gibi, küçük düzensizliklerden kurtulmasının daha uzun süreceğini öngörmektedir. Bu tepki, çöküşün eşiğindeki ekosistemler için bir erken uyarı sistemi görevi görüyor gibi görünüyor.
Sosyal bilimciler, karmaşık sistemler ve ilgili araştırma alanlarındaki bu yenilikleri görmezden gelmek yerine onlardan faydalanmalıdır. Doğrusal olmayan sistemlerde esneklik ve kırılganlık üzerine daha fazla çalışma yapılması, önlenebilir felaketleri önleme becerimizi büyük ölçüde geliştirecektir. Buna rağmen, pek çok sosyal araştırma hâlâ dünyamızın kaotik yapısını basit bir denkleme, temelde düzensiz bir dünyanın basit ve düzenli bir temsiline dönüştürme gibi modası geçmiş bir hayalin peşinde koşuyor.
Sosyal dünyamızı açıklamaya çalıştığımızda, aptalca bir şekilde tesadüfleri görmezden geliyoruz. Sosyal değişimin kaldıraçlarının ve tarihin dişlilerinin kaotik değil, kısıtlı olduğunu hayal ediyoruz. İstikrarlı kalıplar keşfetmeyi umarak gerçekliğin sadeleştirilmiş, hikâye kitabı versiyonuna sarılıyoruz. Karmaşık belirsizlik ile rahatlatıcı ama hatalı kesinlik arasında bir seçim yapma şansı verildiğinde, çoğu zaman rahatlığı seçiyoruz.
Gerçekte, genellikle kaosla yönetilen asi bir dünyada yaşıyoruz. Ve bu dünyada, hayatlarımızın, toplumlarımızın ve tarihlerimizin yörüngesi, güzel bir gezi günü için buharlı bir trenden inmek kadar küçük veya geçen bulutlar kadar geçici bir şeyle sonsuza kadar saptırılabilir.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım