Felsefe hakkında her şey…

İnsan en üst düzey canlı varlık mıdır? Yoksa tamamen kendimizi mi kandırıyoruz…

12.09.2024
İnsan en üst düzey canlı varlık mıdır? Yoksa tamamen kendimizi mi kandırıyoruz…

Düşünme yoluyla ileri bir iletişim düzeyine ulaşan insanlar, uzun bir süredir kendilerini biyolojik dünyanın geri kalanından farklılaştırmaya çalışmaktadır. Öyle ki 19. yüzyılın sonlarına kadar insanlığın evrim ağacının tepesinde olduğu düşünülüyordu.

İnsanları evrimin en üst basamağı olarak tanımlayan bu insanmerkezci görüş, insanlığın Tanrı tarafından seçilmiş olduğunu öne süren ya da Tanrı’nın bizi kendi suretinde yarattığına işaret eden ya da Tanrı’nın zaman zaman kendisini insan görünümü altında gösterebildiğini savunan çeşitli dinlerde tanımlanan ahlaki ve dinî gelişmelerle birlikte ilerlemektedir. Bunlardan sonuncusu, tanrıların özellikle çekici genç kadınları baştan çıkarmak için kolaylıkla insan görünümüne bürünebildiği çok tanrılı Yunan ya da Latin dinlerinde olduğu gibi tek tanrılı inançlara mahsus değildir. Öykünün ötesinde, bu tarihli filogenetik ağaçlar ve çok daha eski inançlar, insanoğlunun kendisini diğer biyolojik organizmalardan üstün görme eğilimini yansıtmaktadır. Yoksa bu, kendimizi avutmak için mi?

İnsan üstün mü yoksa güvensiz mi?

Neden diğer türlerden üstün olduğumuzu kanıtlama ihtiyacı hissediyoruz? Bu derin bir güvensizlik duygusunu yansıtmıyor mu? Diğer biyolojik türlerden gerçekten bu kadar üstün müyüz ve eğer değilsek, neden böyle bir masal icat ettik?

Bu soruya verilebilecek ilginç bir yanıt insanlar da dâhil olmak üzere tüm hayvanların beslenmesiyle ilgilidir. Tüm hayvan zinciri, karbondioksit (CO2), nitrat (NO3-) ve sülfat (SO42-) gibi inorganik formlarla beslenebilen diğer biyolojik organizmalar tarafından inşa edilen makromoleküllerde bulunan karbon, nitrojen ve sülfür içeren moleküllere bağlıdır. Hücrede katalitik açıdan en önemli makromoleküller, 20 amino asitten oluşan bir dağarcığın bir araya getirilmesiyle yapılan proteinlerdir. Ancak hayvanlar bunlardan sadece 11 tanesini sentezleyebilmektedir. Bu, diğerleri arasında sadece bir örnektir ve hayvan ve bitki türleri arasında çarpıcı bir şekilde farklı olan vitamin ihtiyaçlarından da bahsedebiliriz. Tüm hayvan zincirinin hayatta kalmak için tamamen fotosentetik organizmalara bağımlı olduğu ve bitkiler olmadan çok hızlı bir şekilde yok olacağımız açıktır.

Hayvan türlerinin önemli bir kısmı (etoburlar, hepçiller) diğer hayvanlarla beslenebilir veya beslenmek zorundadır. Ancak, etoburlar tarafından avlanan geviş getirenler sadece bitki tüketerek hayatta kalırlar. Muhtemelen binlerce yıl boyunca insan diyetinin karışık doğası herhangi bir etik sorun teşkil etmemiştir. Ahlaki sınırlar kısa sürede ortaya çıkmıştır; örneğin, yamyamlık modern toplumlarda güçlü bir tabudur. Aynı şekilde, insanlar için hayvansal gıda kullanımı da kesinlikle bir dizi etik/ahlaki soruna yol açmıştır, çünkü bir insan için diğer hayvan türleriyle, özellikle de memelilerle özdeşleşmek çok daha kolaydır. Genel olarak konuşmak gerekirse ikişer kol ve bacağımız, iki gözümüz, bir burnumuz vs. vardır. Yüzeyde son derece farklı görünen ve bize daha çok yabancı gibi gelen bitki türleri için durum böyle değildir.

Bu ikilemin çözümlerinden biri, insanın yaratılışın geri kalanından üstün olduğunu varsaymaktır. Aslında, yukarıda gösterilen ilkel filogenetik ağacın insanoğlunu güvenli bir şekilde hiyerarşinin en tepesine yerleştirdiği fark edilecektir. Bu ahlaki bilmeceyi çözmek için, insanın yalnızca yaratılışın en üstünde ve Tanrı’nın suretinde olmakla kalmayıp aynı zamanda iletişim kurma ve akıl yürütme kapasitesine sahip tek varlık olduğu da öne sürülmüştür. Sonuç olarak, ahlaki açıdan “aşağı” türleri avlama hakkına sahibiz.

Genetik bir çuval inciri berbat eder

Elbette, bu pratik akıl yürütme 20. yüzyılda genetik, genomik ve davranış bilimlerinde kaydedilen ilerlemelerle paramparça olmuştur. Genetik ve genom bilimi filogenetik ağaçları geliştirmemize olanak sağlamış olup bunların modern hâli aşağıdaki şemaya uymaktadır. Bu modern versiyonda Homo sapiens, Opisthokontes‘e aittir ve bu dalın hiçbir şekilde diğerlerinden daha özel olmadığı çok açıktır. Bunun da ötesinde, bu dalı mercek altına aldığımızda, dalın tepesinde değil, bir dalın ucunda diğer tüm türlerle aynı pozisyonda olduğumuzu görüyoruz. (Bu arada insan genomu, en yakın akrabamız olan şempanzeninkiyle %95’ten fazla aynıdır).

Dolayısıyla eğer et tüketimini ahlaki gerekçelerle savunmak istiyorsak davranışımızın haklı olduğunu; çünkü yüksek muhakeme yeteneğine sahip tek tür olduğumuzu iddia etmemiz gerekir. Bu kesinlik, diğer pek çok hayvan türünün ayrıntılı iletişim becerilerine ve zekâya sahip olduğunu gösteren davranış bilimcilerin çalışmalarının ardından buharlaşmıştır.

Tüm bu argümanların insan toplumlarının beslenme konularını ele alış biçimlerinde büyük bir ağırlık taşıdığı ve Batı toplumlarında daha fazla bitki temelli beslenmeye doğru kayda değer bir eğilim olduğu giderek daha açık hâle gelmektedir.

Bitkisel ürünlerin tüketiminin ahlaki açıdan kabul edilebilirliği bir kez daha bitkilerin hayvanlara kıyasla daha aşağı organizmalar olduğu anlayışına dayanmaktadır; ancak bu biyolojik olarak gerçekten doğru mudur? Gerçekte cevap, genel olarak hayvanlar dünyası ve özel olarak da insanlık için son derece acımasızdır. Genomik açıdan bakıldığında, kilit bir nokta, belirli bir genom tarafından programlanan genlerin sayısıdır. İnsan genomunun kabaca 23.000 geni kodladığını biliyoruz, ancak dizilimi yapılan ilk bitki olan Arabidopsis thaliana, tarımsal açıdan ilgi çekmeyen ve çok bodur bir ot, 27.000 gene sahiptir. Şaşırtıcı bir şekilde, kavak gibi bir ağaç, insan genomunun neredeyse iki katı olan yaklaşık 40.000 gen içermektedir. Bu insanlar açısından bir utanç kaynağıdır, ancak bununla sınırlı değildir.

Ökaryotik karasal bitkilerin genleri, dizilimleri ve organizasyonları bakımından hayvan homologlarınınkine inanılmaz derecede yakındır ve bu genlerden türetilen proteinler de son derece benzerdir. Bitkiler aynı zamanda karbon azot ve sülfür için ototrofturlar ve hayvan sistemleri tarafından eşleştirilemeyen bir büyüme esnekliği sergilerler, bu da gen sayısındaki artışı kısmen açıklar. Bunlar, metabolik ve işlevsel yönler söz konusu olduğunda bitkilerin hayvanlara üstünlüğünü gösteren yalnızca iki örnektir.

Bitki deyip geçmemek…

Bazıları, tüm bunlar doğru olsa bile, bitkilerin duyarlılığı olmadığını ve iletişim kurmadığını söyleyebilir. Bu da yanlıştır: Bitkiler aslında hem birbirleriyle hem de çevreleriyle iletişim hâlindedir. Örneğin, bir bitki bir patojen (mantarlar, virüsler, otçullar) tarafından saldırıya uğradığında uçucu bileşikler (terpenler veya etilen gibi gazlar) salgılar ve bu bileşikler yan taraftaki bitkiye bir saldırı olduğu sinyalini vererek bitkinin savunma mekanizmalarını harekete geçirmesini sağlar. Bir başka örnek de bitkilerin üremeleri için gerekli tozlayıcıları (arılar vb.) bulmalarını sağlayan bileşikler yaymalarıdır. Bitkilerin diğer biyolojik türlerle iletişimini deşifre etme konusunda kesinlikle henüz emekleme aşamasındayız.

Bu biyolojik değerlendirmeler şu anlayışa yol açmaktadır: Bitkiler bizden son derece farklı görünseler de gerçekte bize düşündüğümüzden çok daha yakındırlar ve hiçbir şekilde aşağı varlıklar değildirler. Buna göre, yalnızca bitkilerle beslendiğinizde, hayvansal gıda kullanarak yaptığınız kadar yaşamı öldürmüş olursunuz. Bu aslında Hint felsefesinin, takipçilerine bitkilerin yalnızca meyve ve tahıl gibi süreç içinde ölümlerine yol açmayacak kısımlarını yemelerini tavsiye eden türlerinde de kabul görmektedir. Neyse ki bitkiler kendilerini yenileme konusunda mükemmel bir yeteneğe sahiptir.

Biyolojik açıdan bakıldığında, bitkilerle beslenmek hayvanlarla beslenmekten ne daha etik ne de daha ahlakidir; her iki durumda da kendi yaşamımızı inşa etmek için farklı yaşamları yok etmek zorundayız. Ne yazık ki beslenme konusunda genellikle en güçlü olanın kazandığı bir yasa hüküm sürmektedir; ancak bu aynı zamanda hayatta kalmamızın da yoludur ve bunun için ahlaki bir bedel ödemek zorundayız. İnsanlığın bir üstünlüğü, muhtemelen bunu kavrayabilen tek varlık olmasıdır; ancak bu aynı zamanda bizim en büyük zayıflığımızdır.

 


Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Lina Markauskaite ve Jean-Pierre Jacquot’nun “Debate: On the place of mankind in evolution, ethics and nutrition” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.

Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...