Yasak meyveden Twitter’a uzanan tarihçesiyle ifade özgürlüğü…
İfade özgürlüğü son zamanlarda internetin erişim ağına oranla daha sık gündeme geliyor. Özellikle de önde gelen üniversitelerin kampüste ifade özgürlüğünü korumak için bir “örnek ilke” benimsemeye başlaması bunun farklı bir göstergesidir.
Kutsal kitaplara göre insanlar Havva’dan beri bilginin peşindeler. Habil ve Kabil‘den beri de bu konuda anlaşmazlığa düşüyorlar. İnsanlar, peygamberlerden önce de söylenenleri ve yapılanları kontrol etmek konusunda menfaat sağlayan yöneticilere tabi olmuşlardır.
İnsanlar her zaman büyük sorular sorma ihtiyacı duymuş ve insanların bu soruları sorma özgürlükleri çoğu zaman geleneksel görüşlere karşı çıkmalarına neden olmuştur. Büyük sorular pek çok insanı huzursuz eder. MÖ 399 yılında Atinalılar tarafından gençleri yozlaştırdığı gerekçesiyle ölüme mahkûm edilen Sokrates, siyaset ve inancın çok fazla soru soran aydınlara karşı bir araya gelmelerinin nelere yol açabileceğinin en ikonik örneğidir.
Tüm bunlarda, hepimizin “ifade özgürlüğünün” temel anlamını kavradığımıza ve buna hakkımız olduğuna dönük bir fikir vardır. Ancak bu gerçekten ne anlama geliyor ve ifade özgürlüğüne gerçekte ne kadar hakkımız var?
İfade özgürlüğü anlayışının kökenleri
Doğaya yakın, sade bir yaşama değer veren Antik Yunan Kinikleri, “parrhesia” ya da açık sözlülüğü yasal değil etik bir şey olarak değerlendirmişlerdir. Antik çok tanrıcılık (birçok tanrıya inanma), birkaç filozofun dışında dinî hoşgörüsüzlük fikrini yersiz kılmıştır.
Ancak 17. ve 18. yüzyıllarda dinî hoşgörü, vicdan ve ifade özgürlüğü için yapılan tartışmalar bugün kanıksadığımız biçimlere bürünmüştür.
Protestanlık, 16. yüzyılın başlarında Avrupa’da başlamış, Katolik Kilisesi’nin ve rahiplerinin İncil‘i yorumlama otoritesine meydan okumuştur. Protestanlar bireylerin vicdanlarına hitap etmiş ve Kitab-ı Mukaddes‘in sıradan insanların dillerine çevrilmesini savunmuşlardır.
Protestan düşünür John Locke, 1689 yılında, hiç kimsenin bir başkasının Tanrı vergisi vicdanını etkileyemeyeceğini savunmuştur. Bu nedenle, bunu yapmaya yönelik tüm girişimler yasaklanmalıdır.
Aynı zamanda filozoflar Tanrı, ölümsüzlük ve inancın gizemlerine ilişkin insan bilgisinin sınırlarına meydan okumaya başlamışlardır.
Başkalarına zulmetme hakkını kendilerinde gören insanlar gerçeği bildiklerine inanmaktadır. Ancak farklı dinî mezhepler arasında süregelen anlaşmazlıklar, Tanrı’nın hakikatini tek ve açık bir şekilde herhangi bir gruba teslim ettiği fikrine karşı çıkmaktadır.
Bilgimizin sınırları bizi farklılıklarımıza tahammül etmeyi öğrenmeye itmektedir. Ama her ne pahasına olursa olsun bunu yapmak zorunda değiliz.
Vicdan ve ifade özgürlüğünü savunmak sınırsız bir amaç değildir. Voltaire gibi 18. yüzyılın büyük ifade özgürlüğü savunucularının hiçbiri hakareti, iftirayı, karalamayı, şiddete teşvik etmeyi, vatana ihaneti ya da yabancı güçlerle iş birliği yapmayı suçtan başka bir şey olarak kabul etmemiştir.
Anayasayı yıkma isteğini dile getiren grupları sansürlemek hoşgörüsüzlük değildir. Ya da hiçbir suç işlemeyen bir toplumun bireylerine şiddet uygulayanlara karşı tavır almak hoşgörüsüzlük değildir. Diğer dinî veya etnik grupların üyelerine karşı şiddeti kışkırtan bireylere, yalnızca grup kimlikleri nedeniyle yaptırım uygulamak hoşgörüsüzlük değildir.
İfade özgürlüğünün bu sınırlarında 19. yüzyıl filozofu John Stuart Mill’in “zarar ilkesi” dediği şey söz konusudur. Bu fikre göre, başkalarına zarar veren ya da zarar vermeye teşvik eden sözde ifade özgürlüğü aslında hiç de “özgürlük” değildir.
Bu tür söylemler, muhaliflere asgari düzeyde saygı ve güvenlik gerektiren medeni tartışmanın ön koşullarına müdahale etmektedir.
Mill aynı zamanda iyi bir toplumun farklı görüşlerin korku ya da kayırma olmaksızın sunulmasına izin vermesi gerektiğini savunmuştur. Sorgulanmamış geleneksel görüşün hüküm sürdüğü bir grup, delilleri gözden kaçırabilir, yanlış muhakeme yapabilir ve siyasi baskılardan gereğinden fazla etkilenebilir.
Bir toplum farklı görüşleri birbirlerine karşı denetleyebilmeli, yanlışları görüp düzeltebilmeli ve ideal olarak daha kapsamlı ve daha doğru bir inançlar dizisine ulaşabilmelidir.
Tartışma özgürlüğü
Mill’in çeşitlilik idealini eleştirenler, onun toplumu bir üniversite konferans salonuyla karıştırdığını söylemişlerdir. Onlara göre politikacılar ve akademisyenler bilgi arayışının değeri konusunda tarafsız araştırmacılardan daha nitelikli bir anlayışa sahiptir.
Bu eleştiri, geçmişte ve günümüzde ifade özgürlüğüne ilişkin kaygılar söz konusu olduğunda üniversitelerin özel konumuna işaret etmektedir.
Büyük Orta Çağ üniversiteleri kurulduklarında, özel işletmeler veya kamu yönetiminin kollarına karşı özerk kurumlar olarak kurulmuşlardır.
Eğitimli yurttaşlar yetiştirmek için yürütülen özgür araştırmaların gelişebilmesi için, bu faaliyetlerin ekonomik ve siyasi hayatın baskılarından izole edilmesi gerektiği düşünülüyordu. Eğer bir aydın bir şirketin ya da hükûmetin ücretli sözcülüğünü yapıyorsa uygunsuz durumları bastırmak, kanıtların sadece bir kısmını sunmak ve eleştirmenleri izlerinden uzaklaştırmak için argümanlarına değil rakiplerine saldırmak konusunda güçlü eğilimleri olacaktır.
Orta Çağ müfredatının büyük bir kısmı, özellikle de sanat eğitiminde, öğrencilere karşıt görüşleri nasıl sorgulayıp tartışacaklarını öğretmekten oluşuyordu. Orta Çağ özetleri bu kültürü yansıtır: Önermelerin ortaya atıldığı, karşı önermelerin değerlendirilip çürütüldüğü ve kapsamlı sentezlerin arandığı bir tür metin analizi.
Bu, bazı karşı önermelerin kabul edilemez olduğunu inkâr etmek anlamına gelmez. Bunları sadece “şeytanın avukatı” olarak ele almak insana fayda sağlardı.
Ve farklı zamanlarda bazı önermeler reddedildi. Örneğin, 1210-1277 yılları arasında Paris Orta Çağ Üniversitesinde yapılan “Kınamalar”, sapkın olarak kabul edilen bir dizi öğretiyi sınırlandırmıştır. Bunlar arasında Aristoteles’in insan eylemlerinin Tanrı’nın takdiriyle yönetilmediği ve asla bir ilk insan olmadığı gibi öğretileri de vardı.
Diğer zamanlarda, Roma Katolik Kilisesi tarafından ahlak dışı kabul edilen kitaplar yakıldı ya da yasaklı eserler listesine alındı. Ve 12. Yüzyıl filozofu ve şairi Peter Abelard gibi bu tür eserleri yayınlayanlar hapsedildi.
Bu tür uygulamalar, ansiklopedist Denis Diderot’nun da benzer bir akıbete uğradığı Katolik Fransa’da 18. yüzyıla kadar devam edecekti.
Erken modern bilimsel araştırma biçimleri Orta Çağ paradigmasına karşı çıkmıştır. Yerleşik bir otoriteler bütününe çok fazla bel bağlandığı ve dolayısıyla insanların kendi deneyimlerini ve bu deneyimlerin dünya hakkında ortaya koydukları üzerine akıl yürütme kapasitelerini ihmal ettiği düşünülüyordu.
Bazen ampirizmin babası olarak da bilinen filozof Francis Bacon, profesörlerin kitaplarına güvenemeyeceğimizi savunmuştur. Dünya hakkında soru sormanın ve geçici olarak kabul edilen hipotezleri sınamanın yeni yolları tayin edici hâle gelmelidir.
Doğa çok engin ve insanlar çok yetersiz olduğu için, bireysel dehalara güvenmek yerine ortak bir bilimsel kültürün parçası olarak sorgulamamız da gerekecektir.
Her araştırmacının elde ettiği sonuçları ve vardığı sonuçları meslektaşlarının incelemesine ve sınamasına sunması gerekecektir. Sadece böyle bir diyalog, herhangi birinin fikirlerinin izole bir hayalperestin fantezileri olmadığından emin olabilir.
Muhalif seslerin etkin bir şekilde desteklendiği bu tür bir sorgulama özgürlüğü olmadan bilim de olamazdı.
Şimdi neredeyiz?
Hiç kimse dünyanın düz olduğunu iddia etmekte gerçek anlamda düşünsel olarak “özgür” değildir. Ne kadar sakıncalı olursa olsun, ezici kanıtların körü körüne inkârı bir özgürlük pratiği değildir.
Öte yandan, siyaset gibi daha davranışçı disiplinlerde tek bir doğru yoktur. Sosyal yapılar hakkında bilgi edinirken, muhafazakârların yanı sıra ilericileri de dikkate almayan bir yaklaşım, öğrencilerin sorgulama özgürlüğünü kısıtlamak anlamına gelir.
Felsefi varsayımlarını ve tarihsel başarısızlıklarını dikkate almadan tek bir ekonomik perspektifi tartışmasız “bilimsel” olarak öğretmek de aynı şekilde özgür sorgulamaya zarar vermektir.
Açıkça anti-liberal, anti-demokratik düşünürleri nasıl öğretmemiz gerektiği sorusu daha karmaşıktır. Ancak öğrencilere bu düşünürlerin fikirlerinin sonuçlarını ve kötü niyetli tarihsel güçler tarafından nasıl kullanıldıklarını açıklamadan bunu yapmak, bir kez daha düşünsel özgürlüğü ve demokrasimizi eksik anlatmak anlamına gelir.
Bugün ifade özgürlüğü tartışmalarında son viraj sosyal medya üzerinden alınıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde yapılan tek bir açıklama artık bağlamından koparılabiliyor, “viral” olabiliyor ve birilerinin ekmeğine mal olabiliyor.
İfade özgürlüğünün anlamlı olabilmesi, farklı görüşlere sahip insanların görüşleri suç teşkil etmediği ve nefreti ya da şiddeti körüklemediği sürece, bunu yaparak kendilerinin ve sevdiklerinin refahını tehlikeye atacaklarından korkmadan fikirlerini ifade edebilmelerine bağlıdır.
Bu koşullar geçerli olduğunda, nasıl ki insanları konuşturmanın yolları varsa aynı zamanda insanları sessiz tutmanın da yolları vardır.
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Matthew Sharpe’ın “Freedom of speech: a history from the forbidden fruit to Facebook” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım