Felsefe hakkında her şey…

Ütopyalar: İdeal bir toplumda yaşamak özgürlükten vazgeçmek anlamına mı gelir?

14.11.2024
Ütopyalar: İdeal bir toplumda yaşamak özgürlükten vazgeçmek anlamına mı gelir?

Fyodor Dostoyevski 1864 tarihli “Yeraltından Notlar” adlı romanında şöyle söyler:

“Garip niteliklerle donatılmış bir varlık olan insandan ne beklenebilir ki? Önüne dünya nimetlerinin hepsini serseniz, başı kaybolana, hatta su yüzüne ufak ufak kabarcıklar çıkana kadar saadet deryasına gömseniz, çalışmaya ihtiyacı olmayacak derecede refahını sağlasanız da sırf ballı çörekler yiyip yan gelip yatması, bir de insan neslinin kurumaması için uğraşmasını sağlamak için iktisadi refaha kavuştursanız da sırf nankörlüğü, küstahlığı yüzünden bir rezalet koparacaktır. Sırf müspet akla kimi düşsel öğeler katabilmek için ballı çöreklerden, iktisadi refahından vazgeçip kendisine en zararlı saçmalıkların peşinden koşacaktır. O zaman bile akla sığmaz hayallerinden, en adice ahmaklığından sıyrılmaya asla yanaşmaz; çünkü tabiat kanunlarının insanı arzu duymaktan caydıracak kadar tıpkı bir piyano gibi çalmasına, bir cetvele göre davranmaya zorlamasına rağmen, bir piyano tuşu değil de insan olduğunu, sanki pek gerekliymiş gibi, kendi kendine ispat etmek ister.”

Dostoyevski bu satırları yazarken Rus yazarlar ütopya fikrine saplantılıydı. Giderek çökmekte olan çarlık imparatorluğunun yerini acı ve çatışmanın olmadığı bir toplumun nasıl alabileceğini hayal ettikleri öyküler ve incelemeler yazıyorlardı.

Ancak Dostoyevski bu durumdan etkilenmemiştir. “Suç ve Ceza” ile “Karamazov Kardeşler” adlı iki evrensel başyapıtın yazarı olan Dostoyevski, yukarıdaki alıntıda da belirttiği üzere, ütopyaların, tanımı gereği özgürlüğe meyyal insan doğasıyla uyumsuz olduğuna inanmıştır. 1 Ütopyalar ve diktatörlükler arasındaki çizgi belirsiz olduğundan, Dostoyevski bunlardan birinin tasarlanmasının, kaçınılmaz olarak diğerinin yaratılmasıyla sonuçlanacağına inanmıştır.

“Yeraltından Notlar” bu ikilemi ele alan ilk metin değildir. Ütopyalar ve insan doğası arasındaki ilişki yüzyıllar boyunca düşünürlerin kafasını karıştırmış, bu konuda farklı zaman dilimlerinde birbiriyle çelişen yorumlar ortaya çıkmıştır. Platon ise bu ikisi arasında bir çelişki görmüyordu. Sovyetler Birliği ve diğer komünist ülkelerin kanlı mirası sayesinde günümüzde Batı dünyasında yaşayan çoğu okur, Dostoyevski’nin tarafını tutma eğilimindedir. Peki onun vardığı bu sonuç gerçekten de ikna edici midir?

Platon’un Filozof Kralları

Platon’un diyalogları Avrupa’da ve dünyanın başkaca coğrafyalarında demokrasinin gelişimini bir şekilde biçimlendirmiş olsa da onun “Devlet”te anlattığı ideal toplum pek de demokratik değildir. Bu toplum halk oylamasıyla değil, felsefe yaparak hükmeden Filozof Krallar tarafından yönetilir. Toplumun her üyesi Filozof Kral olmaya uygun değildir; bunun yerine, bu kişiler yönetici bir elit zümre arasından seçilir. Seçilebilirlik; güç, zenginlik ya da soya değil, hakikate duyulan sevgi ve muhakeme yeteneğine dayanır.

İlgili konu: Platon’un filozof kran anlayışı

“Devlet”te bu durumu Sokrates şöyle ifade eder:

Filozoflar kral olana kadar ya da bu dünyanın kralları ve prensleri felsefenin ruhuna ve gücüne kavuşana kadar devletler ve insanlar kötülüklerinden asla kurtulamayacak ve ancak o zaman Devlet’imiz yaşama şansına sahip olacak ve gün ışığını görecek.”

Platon’un filozoflara duyduğu güven modern okuyuculara dar görüşlü ve kibirli gelebilir. Ancak Yunan düşünürün kendine göre sebepleri vardı.

Platon ruhu zihin, beden ve can olarak ayırmıştır. Aziz Augustinus’tan Alman filozof Arthur Schopenhauer’a kadar uzanan bir geleneğin kurucusu olan Platon, kıskançlık ve şehvet gibi bedensel ve ruhsal dürtüleri tüm kötülüklerin anası olarak görüyordu; bu dürtüler aklın gücü olan mantık ile giderilebilirdi. Tıpkı Sokrates’in felsefeyi kendi kendini kontrol etmenin faydalarını ortaya çıkarmak için kullanması gibi, Filozof Kral da felsefeyi toplumu mükemmel bir dengede tutmak için kullanacaktır.

Shadi Bartsch bir çalışmasında bunu şöyle açıklar:

“Platon’un demokrasiden uzak bir anlayışı anlatan Devlet’inde adaletin sağlanması, devletin bazı unsurlarının diğerlerine itaat etmesi anlamına gelir. Hem ruhtaki hem de devletteki coşkulu unsur (öfke ve gurur; koruyucu savaşçılar sınıfı) nefsani unsurla (arzular; tüccarlar ve zanaatkârlar) birlikte, ruhlarında rasyonalitenin zafer kazandığı en iyi insan sınıfının, Filozof Kralların bilgeliğine boyun eğdirilmelidir.” 2

Platon’un “Devlet”inde akıl hayatın tüm yönlerini, hatta sanat üretimini bile yönetir. Sokrates, Devlet savaşa girdiğinde, şairlerin korkaklık hakkında yazmasına izin verilmeyeceğini, çünkü bunun askerlerin kararlılığını azaltabileceğini söyler. Platon’un sivil özgürlüklere olan güvensizliği, seçmenlerin demagoglar tarafından kolayca ikna edilip Peloponez Savaşı’na girmeye ikna edildiği ve Sokrates’in ölümüne izin verildiği bir sistem olan Atina demokrasisiyle ilgili deneyimleriyle bağlantılı olabilir.

“Devlet”in Batı’daki ütopik yazılar üzerinde kalıcı bir etkisi olmuştur. “De Civitate Dei” (Tanrı Devleti) adlı kitabın yazarı Aziz Augustinus da varoluşun daha yüksek ve dinî bir iktidarın yönlendirmesine göre geliştiği bir evren tasavvur eder. 1516’da “Ütopya”yı kaleme alan Thomas More, Platon’un anti-demokratik düşüncesini miras almıştır; onun ideal dünyası, Amerika’nın Kurucu Babalarının yüzyıllar sonra ülkelerinin anayasasına koyacakları bir hak olan özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktadır.

İlgili konu: Ütopyalar

Sovyetler Birliği öncesi Rus ütopyası

More ve bir dereceye kadar Platon ütopyalarının gerçekleşmesini asla istememişlerdir; bunlar gerçek rejimler için uygulanabilir tasarılar değil, düşünce deneyleridir. Bu durum, kitapların genellikle gerçek dünya özlemleri göz önünde bulundurularak yazıldığı bir ülke olan 19. yüzyıl Rusya’sıyla tam bir tezat oluşturuyordu. Bu nedenle ütopyacı düşünce genellikle siyasi hareketlerin ön saflarında yer almıştır. Bunun ilk örneklerinden biri, Çar I. Aleksandr’ın ani ölümünün ardından ortaya çıkan Aralıkçılar‘dı.

Kendilerini takip eden sosyalist partiler gibi, Aralıkçılar da çeşitli fraksiyonlara ayrıldı. Bu kollardan daha ılımlı olanı, İmparatorluk Rusya’sını Birleşik Devletler’e pek benzemeyen federal bir cumhuriyete dönüştürecek bir anayasa taslağı hazırladı. Tarihçiler Alexander Riasanovsky ve Alvin Rubinstein’a göre bu taslağın altında yatan düşünce, diktatörlüğün değil kendi kaderini tayin hakkının barış ve refah getireceğiydi. 3

Aralıkçıların daha radikal bir diğer kolu devrim yanlısı Pavel Pestel’in etrafında toplandı. Pestel “Russkaya Pravda” başlıklı tezinde, federalizmin “Rusya’nın tarihsel deneyimine yabancı” olduğuna ve “siyasi parçalanmaya” yol açacağına inandığını belirtmiştir. Onun ülkenin geleceğine ilişkin gördüğü en temel durum merkezi bir cumhuriyetti. Bu cumhuriyette vatandaşlar tek bir bayrak, dil ve kültür altında birleşirken azınlıklar Ruslaşmak ya da sürgüne gitmek arasında seçim yapmaya zorlanacaktı.

Pestel’in ulusal kimlikten ayrılmayan ütopyası Slavofiller ve Ortodoks Hristiyanlar arasında yankı buldu. Bunlar Riasanovsky ve Rubinstein’ın ifadesiyle, “Rusya’nın tarihsel gelişiminin benzersiz olduğuna” ve “gerçek inançları sayesinde Rus halkının üstün bir toplumsal sorumluluk, yurttaşlık görevi ve adalet duygusuna sahip olduğuna” inanan deterministlerdi.

Vladimir Lenin, 1963 tarihli “Ne Yapmalı?” adlı kitabında gelenek ve batıl inançlardan kurtulan devrimci kahramanların ekonomik sömürüden arınmış bir toplumu nasıl yarattıklarını anlatan sosyalist yazar Nikolai Chernyshevsky vasıtasıyla sığınacak bir liman bulmuştur. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi komünizm de bireysel özgürlükler pahasına ortaya çıkar; sosyalist yaşam biçimi tek yaşam biçimidir ve herkesin aynı iş deneyimine sahip olmasını sağlamak için vatandaşlar işlerini dönüşümlü olarak yapmak zorundadır.

Eylemlilikten yoksunluk sadece sosyalist literatürde değil, teoride de yaygın bir temadır. Karl Marx ve Friedrich Engels’e göre, tarih sınıf mücadelesine göre, yani bireyin kontrolü dışındaki toplumsal güçlerin çatışmasıyla şekillenir. 4 Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”da bu mücadelenin kaçınılmaz sonucunun, küresel kapitalizme son verecek uluslararası bir ayaklanma olduğunu ifade etmişlerdir. Ortalama bir insanın bu süreçte Platon’un “Devlet”inin yönetiminde olduğu kadar az söz hakkı vardır.

Özgürlük nerede?

Tarih boyunca ütopyacı düşünürler özgür irade ile çok az ilgilenmiştir. Bunun nedeni hayatlarını yaşamın en büyük sorularına cevap arayarak geçirmeleridir: kalıcı mutluluğun sırrı, kusursuz adaletin tesisi ya da daha geniş anlamda insan doğasının ve evrenin temelini oluşturan yasalar. İnsanoğlunun kaosa ve gereksiz kan dökülmesine yol açan bağımsızlığından hoşlanmamışlardır. Bunun yerine, kendilerine doğru yolu gösterebilecek bir şey, bir genel kavram ya da ilke aramışlardır.

Platon’un rehberi felsefe olmuştur; idealar dünyasına dair bir kavrayış sunan bir araç… Aziz Augustinus’un rehberi ise yardımsever ve her şeyi bilen bir Tanrı fikriydi. Chernyshevsky ise kapitalizmin kaçınılmaz sonunun geleceğine inanıyordu. Bu düşünürler ideallerine kayıtsız şartsız bağlıydılar. Buna rağmen, kendilerini köleleştirilmiş olarak görmüyorlardı. Tam tersine, dünya hakkındaki hakikat olarak kabul ettikleri şeye hizmet ederek kendilerini yanlışlardan kurtardıklarına inanıyorlardı.

İlgili konu: İdealar dünyası

Rus devrimci Aleksandr Arosev bunu günlüğünde şöyle ifade etmiştir:

“İnsan düşüncesinin azmine, dayanıklılığına ve korkusuzluğuna; bu düşüncenin içinde bulunan, altında yatan ve bu düşünceden daha büyük olan bir şeyin, ilkel ve anlaşılmaz bir şeyin, insanların belli bir şekilde hareket etmemesini, ölümün bile karşısında dikilebileceği kadar güçlü bir eylem dürtüsünü deneyimlememesini olanaksız kılan bir şeyin belirmesine hayranlık duyuyorum.”

Ancak tarih Dostoyevski’yi haklı çıkarmış gibi görünüyor. Ne de olsa, insanlığın en büyük düşünürlerinin hayal ettiği gibi bir ütopya yaratmaya yönelik her girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunların birçoğu tam anlamıyla felakete dönüşmüş, yerine geçtiklerinden çok daha yıkıcı ve düzensiz rejimlere yol açmıştır. Ütopik kurgular bazı gerçek dünya distopyalarını doğurmuş olsa da okuyuculara kendi dönemlerinin sosyal sorunlarını çözme konusunda yaratıcı düşünmeleri için ilham vermiştir. Ki bu da çok değerlidir.

Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım

KAYNAKÇA

  1. Robert L. Jackson (1995), Dostoevsky and Freedom. New Zealand Slavonic Journal, – (-), s. 1-21, https://www.jstor.org/stable/23806837
  2. Shadi Bartsch (2019), Plato’s Republic in the People’s Republic of China. KNOW: A Journal on the Formation of Knowledge, 3 (1), s. 1-14, https://doi.org/10.1086/701869
  3. Alexander V. Riasanovsky ve Alvin Z. Rubinstein (1963), Russian Utopia and Soviet Communism. KNOW: A Journal on the Formation of Knowledge, 38 (3), s. 151-167, https://www.jstor.org/stable/23907632
  4. G. A. Cohen, R. Veryard, D. H. Mellor, A. G. M. Last, Randolph Quirk ve John Mason (1986), Historical Inevitability and Human Agency in Marxism [and Discussion]. Predictability in Science and Society, 407 (1832), s. 65-87, https://www.jstor.org/stable/2397783
BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...