Görsel algıdaki çeşitlilik: Hepimiz dünyayı tam olarak aynı şekilde mi görüyoruz?
Batı felsefesinin başlangıcından bu yana, görme duyusu genellikle beş duyunun en asili ve en önemlisi olarak anlaşılmıştır. Platon, “Timeos” diyaloğunda ruhla (zihin gözü), entelektüel faaliyetle ve etrafımızdaki dünyayı sorgulama ve anlama yollarımızla olan yakın bağlantısı nedeniyle görme duyumuzun bizim için yüksek fayda sağladığını ifade etmiştir.
Günlük hayatta, ‘görüyorum’ ifadesini ‘anlıyorum’ anlamında da kullanırız. Örneğin “Seni sevdiğimi anlamıyor musun?” sorusuna “Bunu görüyorum.” diyerek yanıt verebiliriz. Haricinde de görme duyusunu birçok açıdan en önemli duyu olarak kabul ederiz. Bu nedenle günümüz toplumunun görsel olarak günden güne daha fazla uyarılır hâle gelmesi ve yönlendirilmesi şaşırtıcı değildir. Resim, sinema ve reklamlardaki görsellerden Instagram gibi yaygın sosyal medya platformlarındakilere kadar günlük olarak karşılaştığınız tüm imgeleri ve hareketli görüntüleri ele alabiliriz. Küresel çapta etkili bir flört uygulaması olan Tinder‘da, bir kişinin ‘romantik kaderine’, bu kişinin ‘imgesini’ sola kaydırıp tarihe gömerek ya da sağa kaydırıp ‘seninle ilgileniyorum’ mesajı vererek karar verebiliyoruz. İmgelerin toplumsal egemenliğine doğru gelişen bu hareket, “The Age of the World Picture” adlı makalesinde “imgelerle tasarlanan ve kavranan bir dünyada yaşadığımızı” belirten Alman filozof Martin Heidegger’in dikkatinden kaçmamıştır. Çağdaş kuramcılardan William J. T. Mitchell “Picture Theory” adlı kitabında bu durumu “imgesel dönüş” olarak adlandırmış ve şöyle ifade etmiştir:
“İmgesel dönüş fikri ve imgelerin egemen olduğu bir kültür görüşü, artık küresel ölçekte gerçekleşebilir bir olasılık hâline gelmiştir.”
Günlük hayatta olduğu gibi felsefede de görme, anlama ile iç içe geçmiş bir şekilde bağlantılıdır ve imgeler, yani görsel nesneler anlam ve anlamanın taşıyıcıları olarak işlev görmektedir. Ancak görsel pratiklere daha yakından bakıldığında görme, görsel imgeler ve bunları anlama ve yorumlama arasındaki bağlantının sanıldığından çok daha karmaşık olduğu anlaşılır. Dolayısıyla, cevaplanması gereken bir dizi soru gündeme gelir:
- Tüm insanlar görüntüleri tamamen aynı şekilde mi görmektedir?
- Görme ve nesnelerin yorumlanması evrensel olarak aynı anlamla mı kodlanmıştır?
- Görme anatomisi söz konusu olduğunda, sinirsel kalıplar değişebilir mi yoksa sabit midir?
Ördek mi Tavşan mı?
Yukarıdaki görselde ne görüyorsunuz? Bir ördek kafası mı yoksa bir tavşan mı?
Ördek-tavşan imgesi yeni değildir. Ludwig Wittgenstein bunu yıllar önce “Philosophical Investigations”da kullanmış ve şöyle demiştir:
“İki resim görüyorum, birinde bir ördek tavşanlarla, diğerinde de tavşan, ördeklerle çevrili. Bunların birbiriyle aynı olduklarını fark etmiyorum. Bundan iki durumda da farklı bir şey gördüğüm sonucu çıkar mı?”
Wittgenstein’ın cevabı, biri ve diğeri arasında hızla göz gezdirerek ikisini de görebileceğiniz; ancak ikisini birden asla aynı anda göremeyeceğinizdir. Böylece, gerçekten de görülen şeyin iki farklı yorumuyla baş başa kalırsınız. Wittgenstein bu görsel deneyime ”gibi görme” adını vermiştir. Şu anda görüntünün hangi yönünü fark ettiğinize veya gördüğünüze bağlı olarak, yani tavşanın kulaklarını veya ördeğin gagasını görme durumuna göre, görüntünün kendisi fiziksel olarak değişmeden kalır; fakat onu ya tavşan ya da ördek olarak yorumlarsınız. Dolayısıyla aynı görüntü, fiziksel olarak bir ve aynı olmasına rağmen oldukça farklı görünebilir.
Bununla birlikte, ördek-tavşan görüntüsü gibi optik yanılsamalara yol açmayan görüntüler de düşünülebilir. Onları da farklı mı görüyor ve yorumluyoruz? Sanat tarihçisi Erwin Panofsky özellikle imgeleri ya da kültürel olarak ‘kodlanmış’ eserleri ve genel kültürel edimleri görme ve görsel olarak yorumlama biçimlerimizi nasıl uyarladığımızla ilgilenmişlerdir. Panofsky “Iconography & Iconology: An Introduction to the Study of Renaissance Art” (1955) adlı makalesinde, sanattaki ve yaşanmış deneyimlerdeki görsellerin ikonografi öncesi betimlemesi, ikonografik analizi ve ikonolojik yorumu arasında ayrım yapmıştır. Panofsky bu noktayı açıklamak için gündelik bir deneyime ilişkin şu örneği vermiştir:
“Yürüyüşe çıktığınızı ve sokağın diğer tarafında bir adamın şapkasını havaya kaldırarak size doğru salladığını gördüğünüzü hayal edin. Onu bir eylem gerçekleştiren, yani şapkasını çıkaran bir adam olarak tanımakla, ilk tanımlayıcı olarak ikonografi öncesi adımı zaten atmış olursunuz. Ayrıca, Avrupalı olduğunuzu ve Avrupa’nın tipik kültürel gelenek ve uygulamalarının çoğuna aşina olduğunuzu varsayalım. Bu durumda, şapka kaldırma hareketinin arkasındaki anlamı bir selamlama ve diğerinin size karşı bir samimiyetinin ve nezaketinin göstergesi olarak yorumlarsınız. Bu son yorumlar ikonografik/ikonolojik anlayış seviyelerini örneklemektedir.”
Aynı süreç imgeler için de geçerli görünüyor. Panofsky’ye göre, imgelerin yorumlanması, çizgilerin ve renklerin figürler ve nesneler olarak tanınmasına ve izleyicinin kutsal kitaplar gibi olası yazılı kaynaklar ve zaman, mekân gibi bağlamlar hakkındaki arka planına dayanarak bunların belirli figürler ve nesneler olarak nitelendirilmesine dayanır. Panofsky’nin temel anlatısı, imgelerin kavramsal veya temsili/sembolik içeriklerini ve kültürel kodlarını görmek ve doğru bir şekilde çözmek için imgelerle ilgili bağlamların farkında olmamız gerektiğidir.
Wittgenstein ve Panofsky’nin düşüncelerinde ortak bir nokta var gibi görünüyor. Her ikisi için de bir imgeyi görmek, anlamak ve yorumlamak farklı yönlerden, bağlamlardan veya arka planlardan etkilenen olası karşıt yorumları içerir. Bu noktayı daha iyi açıklamak için, Çin’de oldukça popüler bir anlık mesajlaşma uygulaması olan WeChat evreninde kullanılan aşağıdaki emojiyi ele alalım:
Bu emojiyi nasıl yorumlarsınız?
Bu emoji yaygın ve sıklıkla kullanılan bir jestin tasarlanmış bir temsilidir. Çin’de, emojinin başlığında ‘saygı göstermek’ yazmaktadır ve çeşitli zamanlarda bir kişinin başka bir kişinin yardımından veya iş birliğinden duyduğu minnettarlığı, birine teşekkür ettiğini ve saygı gösterdiğini ifade eder. Ancak Çin dışındaki kültürlerde bu şekilde selam vermek yaygın değildir, dolayısıyla herkesin arka planında böyle bir edim yer almaz. Dahası, kişinin burada temsil edilen eyleme aşina olmaması nedeniyle, emojiyi Çinlilerin kullanımına taban tabana zıt bir şekilde, örneğin şiddet tehdidi olarak yorumlaması bile mümkündür. Böyle bir yorum, benzer bir jestin çatışma tehdidini iletmek için kullanıldığı bir Batı geleneğinden gelen birinin aklına gelebilir. Kültürel arka planlardaki farklılık emojinin algılanma ve anlaşılma biçimini de değiştirir: İş birliği, saygı ve teşekkür yerine tam tersi bir anlam ortaya çıkar. Bu da bizi Panofsky’nin değindiği noktaya geri götürüyor: Bağlamları bilmek ve tanımak kişinin görüşüne rehberlik eder ve bir imgenin ya da kültürel edimin temsilini ve kavramsal içeriğini idrak etmesini sağlar. Anlamı görmemizi ve kavramamızı sağlayan şey bağlam ve arka plandır.
Makalenin başlığındaki sorumuza dönecek olursak yukarıdakilerin ışığında cevabımız şöyle olabilir: Hiçbirimiz dünyayı muhtemelen aynı biçimlerde görmüyoruz. Farklı kanıtlar ve felsefi tartışmalar göz önüne alındığında, insanların dünyayı tamamen aynı şekilde görmelerini ve yorumlamalarını sağlayacak “sabit görüş” ya da “saf görüş” gibi bir şeyi paylaşmaları pek olası görünmüyor. Başka bir deyişle, dünyayı saf gözlerle görmüyoruz; bir nesneyi görmek onu, anlamak için yeterli olmuyor. Bunun yerine, yukarıdaki görsel örneklerle ilgili tartışmamız, bir ve aynı görüntünün ne kadar farklı görülebileceğini ortaya koyuyor. Aynı görüntü farklı görsel anlayışları ve yorumları beraberinde getirebiliyor. Görünüşsel, bağlamsal veya ilişkisel olarak bu gerçekleşebiliyor. Böylece görme yetimizin ve görsellerin içerik ve anlamlarının yorumlanmasının evrensel olarak kodlanmadığının ve düşündüğümüz kadar basit olmadığının farkında olmak, imge yüklü dünyamızda gezinme ve anlama yolunda atılacak ilk adımlardan birisi olarak karşımıza çıkıyor.
Yazan: Sosyolog Ömer Yıldırım