Bunu itiraf etmenin zamanı gelmedi mi: Çok azımız gerçekten eşit şartlar altında yaşamayı arzuluyoruz…
“Tanrı’m, beni iffetli kıl; ama henüz değil…”
Augustinus’un bu yakarışı muhtemelen ironik bir nükte… Tercümenin doğruluğuna inanırsak Augustinus Tanrı’dan iffetli ve dinî saikler uğruna, evlenmemiş olarak kalmayı istemektedir. Adalet, özgürlük ve fırsat eşitliği gibi demokratik değerlere bağlılık ifadelerini duyunca aklıma onun bu sözleri geliyor. İster Tanrı’ya, ister tanrılara, ister insanlığa, ister devlete, isterse de hukuka olsun; göreceğimiz gibi “henüz değil…” yakarışı bu bağlılıklar için geçerlidir; aksini düşünmek kendi kendini kandırmaktır. Bunu kabul etmeliyiz.
“Henüz değil…” bazen “hiçbir zaman” anlamına gelir. Yıllarca süren bir evlilikten sonra bugüne kadar hiç cinsel ilişkiye girmemiş olmak pek de mümkün değildir. Az önce bahsettiğimiz değerlerden bazılarını güvence altına almak da hiç mümkün değildir. Bunun nedeni, bekârlık durumunda olduğu gibi, güvence altına almanın “çok geç” gerçekleşecek olması değil, uygulamada bu değerleri neyin oluşturduğuna dair net bir fikre sahip olduğumuzu düşünmenin anlamsız olmasıdır.
Adım adım bu anlamsızlığa ve daha fazlasına doğru yol alacağız…
Konu Başlıkları
Kanun önünde eşitlik
Demokratik değerler “önemli insanlar” tarafından, siyasi, toplumsal ve dinî liderler tarafından, vatandaşlar ve sıradan düşünürler tarafından sürekli biçimde övülmektedir (ben de kendimi sıradan biri olarak görüyorum). Bu değerler anayasada, kanun tekliflerinde ve bildirgelerde yer alıyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Birleşmiş Milletler’in anayasalarına bakınız. Burada verebileceğimiz en ortak örneklerden birisi “Herkes kanun önünde eşittir.” anlayışıdır. Aslında bu pek de doğru değildir.
Kanun önünde eşitlik temsil eşitliğini gerektirir; ancak bazı sanıklar, pahalı ve bilgili, retorik gücü yüksek avukatlar tutarken yoksul olan diğerleri kendilerini bunlardan yoksun olarak savunmak zorunda kalırlar. Kanun önünde eşitlik aynı zamanda keyfi tutumlar, ön yargılar ve yargıçtan yargıca değişen hukuki yorumlarla da zayıflatılmaktadır. Pek çok insanın adalete erişim için gerekli kaynaklardan yoksun olduğunu hatırladığımızda bu durum güvenilirliğini daha da yitirmektedir.
Yukarıdaki aksaklıklar işlerin nasıl yürüdüğüyle ilgilidir. Belki de herkesin eşit erişime ve eşit derecede iyi temsile ve yargıçlara sahip olmasıyla kanun önünde gerçek eşitlik, ilkesel olarak tesis edilebilir. Bu mümkün olsaydı, mevcut eşitsizliklerden yararlananlar, eşitlikten ne kadar dem vururlarsa vursunlar, sanıyorum ki “Henüz değil…” diye direnirlerdi.
Erişim diğer demokratik değerler için de önemlidir. Oy verme hakkını düşünün. Bu hakkı kullanmak pek çok kişi için kolaydır; ancak bazıları için külfetlidir. Örneğin düşük ücretli işler, geniş aileler, hastalık ve seçmen kaydı gereklilikleri arasında boğulmuş veya bunalmış olanlar için… “Özgür ve adil seçimler”, “halkın” söz sahibi olduğu iddiası ve vekillerin şunu ya da bunu yapmak için seçildikleri konusunda sergiledikleri ısrar da benzer aldatmacalardır. Bu tür iddialar neye dayanılarak haklı gösterilebilir?
Adalet Ülkesi
Belirsizliğin derinliklerine doğru ilerlerken çok popüler olan “fırsat eşitliğini” destekleme söylemini ele alalım. İşte burada Adalet Ülkesi ütopyasını ortaya koyalım.
Ülke bir zamanlar yoksulluk ve varsıllığın uç noktalarının yaşandığı bir yerdi. Yoksul ailelerden gelen çocuklar, hâli vakti yerinde olanların sahip olduğu fırsatlardan fiilen yoksundu. Bunu düzeltmek için Ülke, tüm çocukların eğitim, barınma ve sağlık gibi çeşitli ihtiyaçlarına gereken önemin verilmesini sağlıyordu. Artık varlıklı kimseler çocukları için özel dersler, huzurlu çalışma alanları ve teknolojik imkânlarla gerçekleşen değişimler yoluyla rekabet avantajı elde edemeyeceklerdi. Elbette ev yaşamında farklılıklar devam ediyordu, bu nedenle Platon’u dikkate alarak Ülke, herkes için adil koşullar sağlayan bir toplum terbiyesi geliştirdi.
Bugün fırsat eşitliği bayrağını sallayanlar, sanırım fırsat eşitliğinin bu kadar ileri gitmesini istemezlerdi. Ancak Ülke, sadece yetiştirme sürecine ve çevresel etkilere odaklanmaktan duyulan memnuniyetsizlikle bile daha da ileri gitti. Yeteneklerin dağılımında tabiatın yarattığı adaletsizliğe seyirci kalınamazdı.
Bazı çocuklar doğuştan matematiğe yatkındı, bazıları değildi; bazıları doğuştan hırslıydı, bazıları sakin. “Tüm ceninler eşittir!” mantığı, embriyoların genetik manipülasyonuna yol açtı, böylece çocuklar toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yüksek düzeyde ve farklı yeteneklere, motivasyonlara ve arzulara sahip yetişkinlere dönüştüler. Bu aynılık gerekliydi, aksi takdirde fırsatlarda adaletsizlik ortaya çıkardı: Bazıları şanslı olup flüt çalmayı isteyebilir ve buna uygun bulunurken diğerleri şanssız olabilir, kanalizasyon işçisi olabilirdi.
Artık iş görüşmelerine ihtiyaç duyulmuyor; işler arasında uygun geçişlerle kimin ne iş yapacağı kura ile belirleniyor. Kimse haksızlığa uğramıyor. Herkes eşit derecede yetenekli olduğunu ve istediği işi yaptığını kabul ediyor. Hiçbiri diğerlerinden daha fazla ücret almayı beklemiyor; hiçbiri diğerlerinin işini küçümsemiyor.
Adalet Ülkesi, şu anda doğa ve yetiştirilme yoluyla var olan ve adaleti ihlal eden iyi ve kötü pek çok şans faktörünü ortadan kaldırdı. Doğru, bazı iyi şanslar ve talihsizlikler hâlâ varlığını sürdürüyor; yıldırım birimizin tepesine düşerken diğerine düşmüyor; satranç maçları genellikle berabere biterken dikkat dağıtıcı olaylar bazen sadece bir oyuncuyu etkileyerek beraberlik dışında heyecan verici sonuçlara yol açıyor.
Ülkenin “eşitlik” uygulaması bu kadar kapsamlı olunca bireylerin ferdiyeti, yani temel dayanak noktası büyük ölçüde kayboluyor. Eşit fırsatların sağlanması, insanlar ve uygulamalardaki değişikliklerin yanı sıra farklılıkların da devam etmesini gerektiriyor. Hangi farklılıklar ortadan kaldırılacak, hangileri kabul edilecek? Bunlar gri alanlardır. Bunu kabul etmeliyiz: Elimizden gelenin en iyisi idare etmektir. Karmaşa, “ben” olarak kalmayı sürdürürken nasıl bir insan olabileceğimi sorduğumda da ortaya çıkıyor.
Adalet Ülkesi, adaletle çatışan değerleri (aşklarıma, arkadaşlarıma, aileme bağlılıkla temellenen değerleri) birbirinden ayırdı. Hukuk bir davayı değerlendirirken etnik köken, isim ve dil kusurları genellikle önemsizdir; oysa romantizm söz konusu olduğunda işler değişir. Ülke‘nin adaleti, Friedrich Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde vurgulanan, insan yaşamının temel bir özelliğini zedeler:
“Oysa yaşamak; değerlendirmeyi, tercih etmeyi, haksız ve sınırlı olmayı, farklı olmayı istemek değil midir?”
Cevap “evet” ise bu sadece bir yere kadar. Özerklik, özgürlük ve özgünlük gibi değerler söz konusu olduğunda “ne kadar ileri gidilebileceğini” belirlerken yaşadığımız bocalamayı da sahiplenmeliyiz.
Etrafımız görüşler, değerlendirmeler ve tanıtımlarla dolu bir kakofoni ile çevrili. Buradaki gözlemler, çığırtkan gazete manşetlerinin aksine iyi niyetli olarak düşündürücü nitelik taşıyabilir; ancak okuyucuların bunun sonucunda ortaya çıkacak “özgün” inanç ve arzularını oluşturan şey nedir? Bizi sağlıksız yiyeceklere, içeceklere ve şans oyunlarına yönlendiren şirketlerin kampanyaları genellikle olumlu karşılanıyor, ancak devletin daha dengeli bir yaşam için yaptığı çağrılar, özgür seçimi baltalayan “bakıcı devlet” olarak eleştiriliyor.
Neşe acı çekmeyi gerektirir
“Kendine dönme” ihtiyacını daha da açmama izin verin. İşte Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt‘ü:
“Hiç herhangi bir hazza Evet dediğiniz oldu mu? Ah, dostlarım, oysa bütün acılara Evet dediniz. Her şey birbirine bağlıdır, kenetlidir, âşıktır”
Keyif aldığımız şeylerin çoğu büyük acılar çekerek elde ediliyor: Kongo’da lityum-iyon piller için kobalt çıkaran çocuklar; modaya uygun giysiler üreten izbe atölyelerdeki dikiş işçileri; korkunç koşullarda kafese kapatılmış hayvanlar… Bunlar şu anda da devam ediyor. Unutmaya çalışıyoruz. Bazıları için odak noktası geçmişteki adaletsizlikler; bu nedenle eklemekte fayda var: Heykelleri yıkmak ve binaların isimlerini değiştirmek, daha önceki ırkçılıklara, korkulara ve köleliğe karşı öfke göstermek çok iyi elbette; ancak çok daha fazla sahip çıkmak gerekiyor bunların karşısındaki yerimize. Günümüzün öfkeli insanları, insanlığın geçmişteki acımasızlığından türetilen altyapının, kurumların ve zenginliğin faydalarından kaçamazlar. Eylemciler öyle ya da böyle sömürünün yollarında yürüyor…
Kendimizle nasıl yüzleşeceğiz, kendimizi nasıl aklayacağız, dünya tarihine nasıl dâhil olacağız? Nietzsche en büyük yükten, “sonsuz tekerrürden”, hayatlarımızın, sonsuza kadar olduğu gibi tekrarlanmasından, deja vu bile olmamasından söz etmiştir. Bu yineleme bir saçmalıktır.
Karmakarışık
Burada daha çetrefilli bir kafa karışıklığını itiraf etme riskini alıyorum.
Biyolojimizle ilgili mevcut anlayışı kabul edersek her düşünce, kelimelerin her okunuşu, her gülümseme, ses tellerinin titreşimi veya tuşlara basarak mesaj yazma, nörolojik değişikliklerden, elektriksel titreşimlerden ve kimyasal etkileşimden kaynaklanır. Bu nörolojik olayların nasıl olup da anlam ifade eden ve sadece anlam değil, aynı zamanda bazen gerçeği de içeren düşüncelere yol açtığı konusunda bir fikrimiz var mı? Hatta bu şaşırtıcı düşüncenin kendisi de aynı sorgulamaya açıktır, tıpkı şu anda okuduğunuz bu ifadenin de olduğu gibi…
Ben yine de sadece bu zorluğu aşabileceğimizi söyleyebilirim. Nihayetinde neyin en iyisi olduğunu bilmesek de elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. En azından tevazuya sarılmalı ve bunu kabullenmeliyiz. Bu konuda Karl Marx şöyle der:
“Perseus, avladığı canavarlar onu görmesin diye sihirli bir başlık takıyordu. Biz de canavarların var olmadığına inanmak için sihirli başlığı gözlerimizin ve kulaklarımızın üzerine indiriyoruz.”
İster metafizik ister ahlaki, ister siyasi ister sosyal olsun, kesinlikle başlığı çıkarmalı ve yukarıda özetlenen canavarlarla yüzleşmeliyiz. Saçma olsun ya da olmasın, inançlarımız, değerlerimiz ve eylemlerimiz biyolojimiz tarafından belirlensin ya da belirlenmesin, akşam yemeği yaklaşırken yine de seçim yapmak zorundayız: Kırmızı kravat mı, mavi kravat mı?
Karanlık çöktüğünde ve hayatlarımız derinlemesine düşünüldüğünde, geçmişteki, şimdiki ve şüphesiz gelecekteki dünyanın dehşetine kaçınılmaz bir şekilde karıştığımızı bilmemize rağmen bu zamanları memnuniyetle, hatta sevinçle izlememiz de bir rol, bir taklit, bir aldatmaca değil midir? Dünyaya ve nasıl yaşadığımıza dair iyi niyetli, gerçekten iyi niyetli olabilir miyiz? Bu soruyu sahiplenip umutsuz bir “hayır” ile yanıtlamamız gerekmez mi? Ya da…
Şimdi, yukarıdaki düşüncelerde özetlenen canavarların hepsinin uydurma olduğuna ve “itiraf etmenin” gerekmediğine kendimizi ikna ederek başlığımızı daha da sıkıca aşağı mı çekiyoruz?
Bu makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr için, Peter Cave’in “Few of us desire true equality. It’s time to own up to it” isimli makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Çeviri ve Derleme: Sosyolog Ömer Yıldırım