Felsefe hakkında her şey…

Kartezyen Şüphecilik, Kartezyen Şüphe ve Kartezyen Düalizm Nedir?

11.11.2019
7.138

Alarmınız çalıyor, kapatıp yataktan kalkıyorsunuz, giyiniyorsunuz, kahvaltınızı yapıyorsunuz ve güne hazırsınız. Ama sonra beklemediğiniz bir şey oluyor; uyanıyorsunuz, gördüğünüz sadece bir rüyaymış… Rüyanızda kalkıp güne hazırlanıyordunuz, ama gerçekte yorganın altında mışıl mışıl uyuyordunuz. Eğer hayatınızda böyle bir şey yaşadıysanız, ne demek istediğimi çoktan anlamış olmalısınız.

Bu rüyalar “yalancı uyanıklık” olarak bilinir ve oldukça gerçekçidir. Rene Descartes (1596-1650) da zamanında böyle bir rüya görmüş ve hakkında düşürmeye başlamıştı.

İnsan rüya görmediğinden nasıl emin olabilirdi? Felsefe Descartes’ın entelektüel ilgi alanlarından sadece biriydi. Oldukça başarılı bir matematikçiydi ve asıl şöhreti “kartezyen koordinat sistemi”ni keşfetmesinden ileri gelir.

Söylentiye göre, tavanda gezinen bir sineği gözleriyle takip ettiği sırada, sineğin farklı noktalardaki konumunu nasıl tanımlayacağını merak etmesi kartezyen koordinat sistemini bulmasını sağlamıştır.

Bilim de onu cezbederdi, hem astronom hem de biyologdu. Filozof olarak şöhreti, çoğunlukla bilginin sınırlarını incelediği “Yöntem Üzerine Konuşma ve Meditasyonlar” adlı kitaplarına dayanır.

KARTEZYEN ŞÜPHECİLİK NEDİR?

Birçok filozof gibi Descartes da bir şeye neden inandığını sorgulamadan hiçbir şeye inanmaz, ayrıca tuhaf ve diğer insanların aklına gelmeyen sorular sormaktan zevk alırdı. Hayatın her şeyi sorgulayarak geçmeyeceğinin Descartes da farkındaydı elbette.

Hiç şüphesiz Pyrrhon’un da farkına vardığı gibi, çoğu zaman hiçbir şeye güvenmeden yaşamak epeyi zor olmalıydı. Ne var ki Descartes’a göre hayatında bir kez bile olsa, ne olursa olsun, doğruluğundan emin olduğu bir şeyi bulmak bu sıkıntıya değerdi. İşte Descartes için gerçek bilgiye ulaşmanın yolunu çizen yöntem “kartezyen şüphecilikolarak bilinir.

Bu yöntem oldukça basittir. En küçük bir doğru olmama ihtimali taşıyan şeyi doğru kabul etmeyin. Bir çuval elmayı düşünün. Çuvalın içinde çürük elmalar da olduğunu biliyorsunuz, ama hangilerinin çürük olduğundan emin değilsiniz. İçinde çürük elma kalmadığından, sadece taze elmalar bulunduğundan emin olduğunuz bir çuval elde etmek için ne yapardınız?

Tüm elmaları yere döker, teker teker kontrol edersiniz ve sadece sağlam olduğundan emin olduklarınızı çuvala geri atarsınız. Bunu yaparken içleri biraz çürükmüş gibi görünen birkaç sağlam elmayı da çöpe atabilirsiniz. Ama yine de sonuçta çuvalınızda sağlam elmalar olduğundan emin olursunuz. Descartes’ın şüphecilik yöntemi da aşağı yukarı böyle bir şeydi.

Aklınıza “ben bunu okurken uyanığım” diye bir düşünce geldiyse mutlaka bunu sınamalı, yanlış ya da yanıltıcı olmadığından kesinlikle eminseniz kabul etmelisiniz. Aklınızda en küçük bir şüphe bile kaldıysa onu inkar etmelisiniz.

Descartes, inandığı birçok şeyi gözden geçirip göründükleri gibi olduklarından kesinlikle emin olup olmadığını sorgulardı. Dünya, gerçekten de kendisine göründüğü gibi miydi? Rüya görüp görmediğinden emin olabilir miydi?

Descartes’ın bulmaya çalıştığı, doğruluğundan kesinlikle emin olabileceği biricik şeydi. Böylece kaygan gerçeklikte sağlam bir zemin oluşturabilecekti kendisine. Ama bir şüphe girdabına kapılıp sonunda hiçbir şeyin doğru olmadığını düşünme tehlikesi de vardı.

Descartes şüpheci bir tavır takınmak istiyordu, ama onun şüpheciliği Pyyrhon’un ve öğrencilerinin şüpheciliğinden farklıydı. Onlar hiçbir şeyin kesin olarak bilinemeyeceğini düşünüyorlardı; ancak Descartes, bazı inançların şüpheciliğin en yetkin biçiminden bile etkilenmeyeceğini göstermek istiyordu.

Descartes, kesinlik arayışına ilk önce duyular yoluyla elde edilen kanıtlarla başladı: görme, dokunma, tatma, işitme ve koklama. Duyularımıza güvenebilir miyiz?

Tam olarak güvenemeyeceğimiz sonucuna vardı Descartes. Duyularımız bazen bizi aldatabilirdi. Bize hata yaptırabilirdi. Görme duyunuzu düşünün. Görme yeteneğinize her zaman güvenebilir misiniz? Gözleriniz her zaman size sadık mıdır? Örneğin suya soktuğunuz çubuk, ona belli bir açıdan bakıldığında bükülmüş görünür.

Kare şeklindeki bir kule, uzaktan bakıldığında yuvarlak gibi gözükebilir. Her birimiz zaman zaman görme duyumuzla ilgili sıkıntı yaşarız. Descartes sizi önceden aldatan bir şeye güvenmenizin doğru olmayacağını düşünür. Bu yüzden de duyularımızın tamamen güvenilir olduğunu kabul etmez. Duyularının onu aldatıp aldatmadığından asla emin olamayacaktır.

Belki çoğu zaman bizi aldatmazlar ama aldatabileceklerine dair küçük bir ihtimal bile Descartes’ın onlara tamamen güvenemeyeceği anlamına gelir.

Peki, bu onu nereye götürür? “Şu anda bu kitabı okurken uyanığım” inancı size oldukça güvenilir gelebilir. Umarım uyanıksınızdır ve gerçekten de okuyorsunuzdur. Bundan nasıl kuşku duyabilirsiniz ki? Ne var ki rüyadayken de uyanık olduğunuzu düşünebileceğinizden bahsetmiştik. Şu anda rüya görüp görmediğinizden nasıl emin olabilirsiniz?

Muhtemelen yaşadığınız deneyimlerin rüya olamayacak derecede gerçekçi ve ayrıntılı olduğunu düşünüyor olabilirsiniz, ama birçok insan oldukça gerçekçi rüyalar görebilir. Şimdi onlardan birini görmediğinize emin misiniz? Bunu nasıl bilebilirsiniz? Uykuda olup olmadığınızı anlamak için belki de şu anda kendinizi çimdiklediniz. Yapmadıysanız deneyin. Ama bununla neyi kanıtlayacaksınız? Hiçbir şey! Rüyanızda kendinizi çimdiklediğinizi görmüş de olabilirsiniz.

Dolayısıyla belki de rüya görüyorsunuz. Uyanık olduğunuzu hissettiğinizi biliyorum, uyanık olmamanızın çok düşük bir ihtimal olduğunu da biliyorum. Yine de içinizde uyanık olup olmadığınıza dair küçücük bir şüpheye yer olmalı. Bu durumda Descartes’ın şüphecilik metodunu uygulayarak “şu an bu yazıyı okurken uyanığım” ifadesini tamamen kesin olmadığı gerekçesiyle reddetmelisiniz. Bu bize duyularımıza bütünüyle güvenemeyeceğimizi gösteriyor.

Rüya görmediğimizden de tam olarak emin olamayız. Ancak Descartes, rüyada bile 2+3=5’in kesin olduğunu söyler. Bu noktada düşüncelerini ifade etmek için hayali bir hikayeyi, bir düşünce deneyimi kullanır. Şüpheyi gittiği yere kadar götürüp herhangi bir kanı ya da inanç için “Rüyada olabilir miyim?” sınamasından daha zorlu bir sınama bulur.

Descartes, inanılmaz derecede zeki ve güçlü, ama aynı zamanda kötü niyetli bir cin hayal edin, der. Bu cin, var olsaydı, gerçekte sonuç altı olsa bile yaptığım toplamanın her zaman 2+3=5 olarak görünmesini sağlayabilirdi. Bunu size cinin yaptırdığını bilemezdiniz. Sayıları saf saf birbirine ekliyor olurdunuz.

Her şey normal görünürdü. Şu anda böyle bir şey olmadığını kanıtlamanın kolay bir yolu yok. Belki de bu kötü cin, bana, şu an evde oturup dizüstü bilgisayarımda yazı yazdığım yanılsamasını yaşatıyor, ama aslında ben Fransa’nın güneyinde bir sahilde uzanıyorum. Ya da belki kötü cinin laboratuvarındaki rafta sıvıyla dolu cam kavanozun içinde duran bir beyinim sadece.

Beynime yerleştirdiği kablolarla elektronik mesajlar yollayarak, bana aslında yaptığım şeyden tamamen farklı bir şey yaptığım izlenimini veriyor olabilir. Belki de cin bana, anlamlı gelen sözcükler yazdığım’ düşündürtüyor, ama gerçekte aynı harfe basıp duruyorum. Bunu bilmenin herhangi bir yolu yok. Kulağa ne kadar çılgınca gelse de böyle olmadığını kanıtlayamazsınız.

Bu kötü cinle ilgili düşünce deneyi, Descartes’ın şüpheyi sınırlarına taşıma yoludur. Kötü bir cinin bizi aldatmadığına kesinlikle emin olduğumuz bir şey olsaydı bu harika olurdu. Bu, hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyeceğimizi iddia eden insanlara karşılık verebilmemizin yolu olurdu. Descartes’ın bir sonraki adımı felsefenin en iyi bilinen ifadelerinden birini doğurdu.

Çoğu kişi anlamını anlamasa da bu alıntıyı bilir. Descartes’a göre bir cin var olsa ve onu kandırsa bile, o cinin kandırdığı bir şey olmalıydı. Bir düşünceye sahip olduğu sürece o, Descartes, var olmak zorundaydı. Var olmasaydı, cin onun var olduğunu düşünmesini sağlayamazdı, zira var olmayan bir şey düşüncelere sahip olamazdı.

Descartes’ın bu durumdan çıkardığı sonuç, “Düşünüyorum, öyleyse varım” (Latince cogito ergo sum) oldu. Düşünüyorum, dolayısıyla var olmalıyım. Bunu kendinize de uygulayabilirsiniz; düşünceye ve duyuma sahip olduğunuz sürece var olduğunuzdan şüphe etmeniz imkansızdır. Ne olduğunuz başka bir sorundur, bir bedeninizin olup olmadığından veya görebildiğiniz ve dokunabildiğiniz bir bedeninizin olup olmadığından şüphe edebilirsiniz. Fakat bir tür düşünen şey olarak var olduğunuzdan şüphe edemezsiniz.

Bu, kendi kendini çürüten bir düşünce olurdu. Kendi varlığınızdan şüphelenmeye başladığımızda, şüphe etme edimi düşünen bir şey olarak var olduğunuzu kanıtlar.

KARTEZYEN DÜALİZM NEDİR?

Bu size fazla önemli gelmeyebilir ancak Descartes için kendi varoluşundan emin olmak çok önemliydi. Bu sayede her şeyden şüphe edenlerin, yani Pyrrhoncu Şüphecilerin yanıldıklarını anladı. Bu, kartezyen düalizm (ikicilik) olarak bilinen şeyin de başlangıcı oldu.

Kartezyen düalizm zihninizin bedeninizden ayrı, ama onunla etkileşim içinde olduğu düşüncesiydi. Dualizmdi, çünkü iki tür şey mevcuttu: Zihin ve beden. Yirminci yüzyıl filozoflarından Gilbert Ryle, bu görüşü makinedeki hayalet miti olarak alaya aldı.

Beden bir makine, ruh ise onun içinde yaşayan hayaletti. Descartes zihnin bedende, bedenin de zihinde etki yaratabileceğini düşünüyordu, çünkü ikisi beyinde belirli bir noktada epifiz bezinde etkileşiyordu. Ne var ki Descartes’ın dualizmi, fiziksel olmayan bir şeyin, ruh ya da zihin, fiziksel olanda yani bedende değişimler yaratmasını nasıl açıklayacağı konusunda onu ciddi sorunlarla baş başa bırakıyordu.

Descartes bedeninden ziyade zihnimin var olduğundan daha çok emindi. Bir bedene sahip olmamayı hayal edebiliyordu, fakat bir zihne sahip olmamayı hayal edemiyordu. Bir zihne sahip olmadığını hayal etmiş olsaydı da hala düşünüyor olacaktı ki bu da bir zihne sahip olduğunu kanıtlardı; zira bir zihni olmasa düşüncesi de olmazdı.

Beden ile zihnin ayrılabildiği, zihnin ya da ruhun fiziksel olmadığı, kandan, etten ve kemikten oluşmadığı fikri, dindar insanlar arasında gayet yaygındır. Pek çok inanan zihnin ya da ruhun, bedenin ölümünden sonra da yaşadığını umar. Düşünüyor olduğu sürece var olduğunu kanıtlamak, şüpheciliği tamamen çürütmeye yetmezdi.

Felsefi meditasyonlarıyla doğurduğu şüphe girdabından kurtulmak için Descartes’ın başka kesinliklere ihtiyacı vardı. İyi bir tanrının zorunlu olarak var olduğunu savundu.

Aziz Anselmus’un Ontolojik Argümanının bir versiyonunu kullanarak, Tanrı düşüncesinin Tanrı’nın varlığını da kanıtladığına kendini ikna etti. İç açılarının toplamı 180 derece değilse bir üçgenin üçgen olamayacağı gibi, Tanrı da iyi ve var olmasaydı mükemmel olamazdı.

Bir başka argümanında şöyle diyordu: Tanrı’nın zihinlerimize koyduğu bu fikirden dolayı onun var olduğunu biliriz, Tanrı var olmasaydı, bir tanrı fikri de olmazdı. Tanrı’nın var olduğundan emin olduktan sonra düşüncesini geliştirmesi çok daha kolay oldu. İyi bir tanrı, en temel meselelerde insanlığı aldatıyor olamazdı.

Böylece Descartes, dünyanın aşağı yukarı deneyimlediğimiz gibi olduğu sonucuna vardı. Açık ve seçik algılara sahip olduğumuz zaman bunlar güvenilirdi.

Descartes’ın sonucuna göre dünya vardır ve algıladığımız şeyler hakkında bazen yanılsak da aşağı yukarı göründüğü gibidir. Buna karşılık bazı filozoflar bunun hüsnükuruntu olduğuna ve kötü cinin Descartes’ı 2+3=5 düşüncesinde aldattığı gibi Tanrı’nın varlığı konusunda da kolayca aldatmış olabileceğine inandı. İyi bir tanrının var olduğundan emin olmadan, Descartes kendisinin düşünen bir şey olduğu bilgisinden ileri gidemezdi.

Saf şüphecilikten bir çıkış yolu gösterdiğine inanıyordu ancak onu eleştirenler bu konuda hâlâ şüphelidir. Gördüğümüz üzere Descartes, Tanrı’nın varlığını kendisini tatmin edecek ölçüde kanıtlamak için ontolojik argümanı ve ikinci ispatı kullanıyordu.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

2005'ten beri çevrim içi felsefe yapıyoruz...