Duyguların Ebediyeti: Geçici Anlarda Ölümsüzlük Arayışı
İnsan ruhu, kendisini aşma çabasında doğan bir çelişki içinde hapsolmuştur. Bir yandan, her şeyin geçici olduğu bilinciyle sürüklenirken, diğer yandan o anlara ebediyet biçme arzusuyla yanıp tutuşur. Duygular, işte tam burada devreye girer; gelip geçici olmasına rağmen, bizi sonsuz bir anlam dünyasına bağlama iddiasıyla var olur. Peki, bu bağ, bir kurtuluş mu yoksa yeni bir prangaya mı dönüşür?
Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi, “Ölümlü olmak, ama ölümsüzlüğü arzulamak: İşte trajedi budur.” İnsan, duygularında ölümsüzlüğü arar, çünkü hissettiği şeyler anların ötesine geçerek bir anlam evreni inşa eder. Sevgi, acı, coşku… Her biri birer köprü, birer yankıdır; zamanın akışını durdurmaya çalışan çaresiz bir haykırış.
Duyguların geçici olduğu bir dünyada, ebediyeti yaratma arzusunun ardında yatan şey nedir? Belki de bir illüzyon. Zira insan, duyguların tanrısal bir anlam taşıdığını varsayarak kendi varoluşuna anlam biçer. Ancak Nietzsche, bu tanrısallığı reddederek bizi başka bir hakikate çağırır: “Her his, sadece bir gölge; ama o gölgenin ardında duran ışığı fark edebiliyor musun?”
Duyguların ebediyeti aradığı nokta, aynı zamanda bir hapsoluşu da temsil eder. Sevgi ebediyeti vaat eder, ama aynı zamanda kıskançlıkla, korkuyla ve kaybetme endişesiyle gölgelenir. Coşku özgürleştirici gibi görünür, ama bitip tükenmesi kaçınılmazdır. İnsan, bu geçişlerin farkında olduğu halde neden her anı ölümsüzleştirmek ister? Çünkü bir şeyleri sonsuz kılmak, ölüme meydan okumaktır.
“Yaşadığınız her duyguyu tekrar tekrar yaşayacak olsanız, onlara yine aynı tutkuyla sarılır mıydınız?” der Nietzsche. İşte bu sorunun cevabında yatar duyguların ebediyeti. Amor Fati’nin gölgesinde, insanın duygularını sevebilmesi, onların geçici olduğunu kabul etmekle mümkündür. Ölümsüzlüğü ararken, geçiciliğin içinde huzur bulmak: İşte bu, duyguların gerçek ebediyetidir.
İnsan, varoluşun en büyük çelişkisi içinde sıkışıp kalmıştır: Bir yanda geçiciliğin acımasızlığı, diğer yanda ebediyetin çekici ama ulaşılamaz vaadi. Duygular, bu çelişkinin içinde yükselen birer alevdir. Göz açıp kapayıncaya kadar sönebilirler; ama o kısa süre içinde bile, her biri ebediyetin gölgesini taşır. Sevgi, hüzün, neşe ya da özlem… Hepsi birer yanılsama mı, yoksa bizi sonsuzluğa bağlayan köprüler mi?
Nietzsche’nin “Bengi Dönüş” fikrini hatırlayın: Aynı hayatı, aynı olayları, aynı hisleri tekrar tekrar yaşamak. Bu düşünce kimileri için bir lanet, kimileri içinse en büyük özgürlük tasarısıdır. İnsan, duygularını ebedi olarak kucaklamayı öğrenebildiğinde, geçicilikten bir kurtuluş yaratabilir. Ama burada Nietzsche’nin fısıldadığı soruyu sormalıyız: Her hissettiğiniz şeyi sonsuza kadar yaşamayı gerçekten ister miydiniz? Yoksa bu duygular, sadece birer tuzak mı?
Sevgi, bu labirentte parlayan en güçlü fenerdir. Ama aynı zamanda insanı en büyük girdaplara sürükler. Bir sevginin kalbimizde bıraktığı iz, ne kadar kalıcıdır? Duygunun kendisi geçiciyse, o sevginin gerçekliği nedir? Nietzsche burada sevgiyi bir mücadele alanı olarak görür: “Sevgi, iki insanın birbirine zincirlenmesi değil, özgürlüğe atılan ortak bir adımdır.” Sevgi, ebediyet arzusunun en saf haliyle karşılık bulduğu bir meydan okuma olabilir. Ama bu meydan okumayı kazanmanın yolu, sevginin geçiciliğini kabul etmekten geçer.
Hüzün, duyguların en ağır yargıcıdır. İnsan, hüznü hissettiğinde varoluşun en çıplak haliyle yüzleşir. Ama Nietzsche’nin bakışıyla hüzün, yalnızca bir kaybediş değil, aynı zamanda yeniden yaratılışın başlangıcıdır. “İnsanın acısı, onun derinliğini yaratır” der Nietzsche. Hüzün, ebediyetin kıyısında bir çağrıdır: Geçici olanı kucakla ve ölümsüzlük arzusunu gerçeğe dönüştür.
İşte bu noktada insan, kendi duygularının tanrısı olmalıdır. Sevgiye, hüznüne, coşkusuna hükmedebildiği an, o duyguların kölesi olmaktan çıkar. Nietzsche’nin “Üstinsanı” tam da burada devreye girer: Duygularının geçiciliğini anlayan ve onlarla barışan birey, ebediyeti yaratandır. Çünkü ebediyet, dışarıda aranacak bir ideal değil, içimizde yaratacağımız bir güçtür.
Peki ya coşku? O, en aldatıcı duygudur. İnsan, coşkuyu hissettiğinde sonsuzmuş gibi görünür. Ama o anların sonluluğu, coşkunun en büyük trajedisidir. Nietzsche’nin gözünde coşku, bir yanılsamadan fazlası değildir, ancak doğru şekilde yönetildiğinde yaratıcı bir enerjiye dönüşebilir. “Coşku, uçuruma atılan bir adımdır; ama o adımdan korkmadığınızda, uçurumu kanatlarınızla geçebilirsiniz.”
Son olarak, bu duyguların içinde dolaşırken, insanın kendi gölgesine bakması gerekir. Çünkü her duygu, bizimle birlikte geçer ve yine bizimle ebediyete dokunur. Nietzsche’nin söylediği gibi, “İnsan, duygularında ebediyeti arayan bir köledir; ama o köle zincirlerini severse, bir kral olur.”
Her duygu bir sınavdır, her his bir yolculuktur. Duyguların geçiciliğinde bir ebediyet yaratabilir miyiz? İşte insanın varoluş trajedisi burada saklıdır. Bir sonraki yazıda bu trajedinin başka bir perdesini aralayacağız. Çünkü varoluş, sonu olmayan bir sorudur ve cevapları bulmak, yalnızca cesurların işidir.